13 Mayıs Salı günü Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük maden faciası yaşandı. Bu aynı zamanda Dünya’nın en büyük maden ocakları kazalarının tarihine geçti. Yazının yazıldığı ana kadar 282 işçi hayatını kaybetti. Yaklaşık 120 işçiye de hala ulaşılamadı. Maalesef kayıp sayısının 400‘ü geçeceği uzmanlarca öngörülmektedir. Türkiye maden ocağı kazalarında Avrupa’da ilk sırada Dünya’da ise 3. sıradadır. Devleti temsilen ilk açıklamayı Enerji Bakanı Taner Yıldız yapmış ve ölenlerin şehitlik mertebesine yükseldiğini belirtmiştir!

14 Mayısta ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik büyük fedakarlıklarla hasta yatağından koşar adımlarla gelmiş ve madende ölen işçilerden birinin 15 yaşında değil, 19 yaşında olduğunu açıklamış ve bunun da sevindirici olduğunu belirtmekten memnunluk duymuştur!!!Başbakan Erdoğan ise olay yerinde incelemelerde bulunmuş ve daha sonra basın kuruluşlarının sorularını cevaplandırmıştır. Başbakan madencilik sektöründe bu tarz kazaların gayet normal olduğunu belirtmiş, iş kazası diye bir kavram olduğunu belirtmiş, hatta Çin, ABD, Avrupa ülkelerinden maden çalışanlarının yıllara göre kayıplarını belirtmekte hiçbir beis görmemiştir!!!1860’lardan başlayarak tüm büyük ülkelerin maden kazalarında büyük kayıplar verdiklerini istatistiki olarak açıklamıştır. Fakat ilginç olan ise şudur. Başbakan ne tuhaftır ki gelişmiş ülkelerin 100 yıl önceki maden kazaları kayıplarıyla şimdiki Türkiye’yi karşılaştırmıştır. İşte tam burada duralım ve durum böyle midir? Bir bakalım.

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı yani kısa adıyla TEPAV’ın açıkladığı verilerden yola çıkarsak aynı kömürü çıkarmak için ABD’de 1, Çin’de 64, Türkiye’de ise 361 kişi ölmektedir. Birde Avrupa ülkelerinden Türkiye’nin tarihi müttefiki Almanya ile durumu karşılaştıralım. Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck ülkemizi ziyarete geldi hatırlarsanız. Joachim Gauck, AB kriterleri gereği sosyal medyanın susturulamayacağını, hak ve özgürlüklerin kısıtlanamayacağını, haberleşmenin önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini belirterek AKP iktidarını ciddi bir biçimde eleştirmiş ve ülkesine öyle dönmüştür. Başbakan Erdoğan ise Almanya Cumhurbaşkanı’nı suçlamış ve diplomasi nezaketini de gözardı ederek aklını kendisine saklamasını önermiştir. Peki neden özellikle Almanya örneği üzerine durmak istedim? Gayet açık. Almanya Dünya’nın en büyük kömür rezervine sahip ülkesidir. Almanya’da maden işletmeciliği tam anlamıyla devlet kontrolündedir. 1983-2013 yılları arasında yani son 30 yılda Türkiye’de ölümlü maden ocağı kazalarında yaklaşık 1600 işçi hayatını kaybetmiştir. Bu ölümlerin büyük bölümünün de 2004 sonrası özelleştirme ve taşeronlaştırma sonrasında olduğunu da asla unutmayalım. Demek ki özelleştirme, taşeronlaştırma ile işçi ölümleri arasında direkt bir bağ vardır. Kimse bunun aksini iddia edemez.

Peki Almanya’da durum nedir biliyor musunuz? Hani bizim Başbakanımızın aklını kendine saklasın diye hakaret ettiği Joachim Gauck’un Almanya’sı son 30 yılda 3 evet evet sadece 3 (yazıyla üç) kişiyi maden ocağı kazalarında (ki o da 2013 yılıdır) yitirmiştir. Üstelik ölen 3 kişi nedeniyle Almanya Devleti maden ocaklarının ciddi ciddi kapatılmasını ve o sektördeki iş gücü emeğini başka alanlara yönlendirmeyi düşünmektedir. Bunu da neden yapmayı düşünmektedir biliyor musunuz? Muazzam bir kömür rezervine sahip olmalarına rağmen 3 tane ölümle sonuçlanan kaza olduğu için. Demek ki bir ülkede devlet, sosyal devlet ilkesinden ayrılmamışsa ve vatandaşını mutlu etmek istiyorsa bu çok zor bir şey değildir. Almanya insanına değerli olduğunu hissettiren bir ülkedir. Türkiye’de ise bu konuda yıllarca iktidarlar gelip geçmesine rağmen Akp döneminde de değişen pek fazla bir şey yoktur. Hatta daha da olumsuz bir hal söz konusudur. Zaten Soma Maden Ocakları işletmeciliğinin tüzel kimliğine bakıldığında sahibinin AKP’ye yakın bir iş adamı olduğu ve eşinin de AKP’den il meclis üyeliğine 1. sıradan girdiği bilinmektedir. Burada devlet iş adamına mealen şunu demiştir. Sen kömürü en ucuz şekilde çıkar. Gerisini ben hallederim. İş adamının da tabi ki ilk bakacağı unsur maliyet-kar analizidir. Böyle bir perspektifte de güvenlik unsurunun, işçi maliyetlerinin göz ardı edileceği açıktır. Peki bütün bunların anlamı ve karşılığı ne olmalıdır?

Muhtemelen 400’ü aşkın insanın ölümü kadere mi bağlanacaktır? Onlar iş kazası mı olacaktır? Başbakan’ın dediği gibi literatüre uygun bir biçimde mi ölmüşlerdi? Bu işin fıtratında bu normal miydi? Bu işin felsefesi bu muydu? Ölümlerinden kimse sorumlu değil miydi? Geride kalanlara ne olacaktı?

Daha birçok soru sıralanabilir elbette. Ama var olan durumda devlet taammüden bir katliam gerçekleştirmiştir. Devlet vatandaşını açık açık ölüme göndermiştir. Devlet Denetleme Kurulu, Türkiye Makine Mühendisleri Odaları Birliği, Devrimci İşçi Sendikaları Kurumu gerek Soma’da gerekse diğer madenlerde olası yaşanacak kazaları öngörmüşlerdir. Devletin kesinlikle önlem alması gerektiğini yıllarca ve ısrarla istemişlerdir. Ama her ne hikmetse geçmişteki iktidarlarda AKP iktidarı da bunları ısrarla hayata geçirmemiştir. Sonuç ise 400’ü aşkın insanın ölümüdür. İLO Uluslararası çalışma güvenliği sözleşmelerini de ısrarla imzalamayan bu devlet vatandaşlarının ölümünden 1. derece sorumludur.

Aklım yine demokrasisi işleyen, şeffaf, hesap veren, hesap soran, İş Güvenliği Yasası’nı uygulayan, denetime açık, hak ve özgürlükleri güvence altına alınmış, medyası özgür, eleştiriyi olgunlukla karşılayan, her şeyi ben bilirim edalarından uzak, otoriteryen olmayan, saygı duymayı bilen ve yeri geldiğinde de iktidarı terk etmesini bilen yönetimlere gitti. Umarım gelecekte bizim ülkemizde böyle yönetilir. Sizce çok şey mi istiyorum?