Ufuk Uras, Muhalifgazete'den Ceren Terziahmetoğlu’nun sorularını yanıtladı…

 

Anayasa Referandumu öncesinde sol kesim hakkında çok yazıldı, çizildi. Askeri vesayete karşı olan soldan birçok isim “Evet” demeyi tercih etti. 12 Eylül Sendromu’ndan mı kaynaklanıyordu bu yoksa 12 Eylül sorumlularının cezalandırılmasını mı istiyorlardı? Bunların hepsi referandum öncesi de konuşuldu hala daha da konuşuluyor.

 

Peki gerçekten 12 Eylül unutturulabilecek mi? Türkiye solu denince akla gelen isimlerden biri olan Ufuk Uras da “Evet” dedi. Muhalifgazete’ye verdiği söyleşide Türkiye’de ki son gelişmeler, Türkiye solu ve Yeni Anayasa ile ilgili soruları cevapladı. İşte Ufuk Uras söyleşisi;

 

“AVUKATLARIN, MİLLETVEKİLİ YA DA BELEDİYE BAŞKANI OLMASI TUHAF”

Sivas zamanaşımı kararı ve sonrasında yapılan açıklamalar ile tepkileri nasıl yorumluyorsunuz?

Çok büyük bir acı. Beş kişinin zamanaşımından dolayı yargılanmaması, Erçakmak’ın ölmesi Sivas gibi bizim de bildiğimiz bir yerde resmi bir koruma olmaksızın mümkün değil. En azından hoş görülmüş. Zaten vicdanları kanatan hususta bu. Ama daha da önemlisi o beş kişi hükümde giyseydi ne olacaktı? Tabii iyi olacaktı. Ama asıl onun arkasındaki organize güç ile ilgili en ufak bir gelişme olmadı. Eğer bu tipik bir kontrgerilla faaliyeti ise kim bunu örgütledi, bu kadar insanı oraya kim toparladı, yerel gazetelerde o manşetleri kim attı soruları cevapsız. Fotoğrafın tümünü göremedik. Yüz kişiden fazla üzerinde kamu davası açıldı, otuzdan fazla kişi müebbet hapis cezası, doksana yakın insan toplam süreli ceza aldı. Kamuoyuna biraz sanki hiçbir şey olmamış gibi yansıdı. Aslında öyle değil. Ceza alanlar oldu ama almayanlara baktığınızda açıklanabilir bir taraf yok. Sivas öyle bir yer ki, oraya gideceksiniz Erçakmak gibi orada yaşayacaksın filan mümkün değil. Sivas küçücük bir yer. Orada bu tür adamları tanımamak mümkün değil. Orada laubaliliği görüyoruz. Avukatların daha sonra AKP’de milletvekili, belediye başkanı filan olması da tuhaf. Tabii ki herkesin savunma hakkı var, AKP’li de olabilir. Ama neredeyse toplu staj gibi oradan geçmesi de kamuoyunu rahatsız etti. Savunma hakkının ötesinde bir siyasi angajmanmış izlenimi de verdi. His bir cinayetin arka planı açıklanmadığı gibi bu tür toplu katliamlarda böyle. İsmet Özel bile o hakkı kendinde görebilmiş. “Sırp uçakları mı düşseydi yani” deme gafletinde bulundu. Bence vicdanlar o yüzden kanıyor.

 

“HAYIRLA ANDIĞIMIZ BİR DURUM YOK ORTADA”

Başbakanın açıklamasına artık dil sürçmesi mi diyeceğiz bilmiyorum, biraz da Tansu Çiller’in “Otelin önündeki yurttaşlarımıza bir şey olmamıştır” cümlesinin aynıdır aslında. Şahıslar değişiyor, devletin refleksi değişmiyor. Konunun ağırlığına denk düşen bir yaklaşım değil. Hayırla andığımız bir durum yok. Yargıtay’a gidecek ama kararlı bir yargı tutumu yok. Bir dava bu kadar uzun sürer mi? Bu kadar uzun sürmesini gerektiren ne var? Hrant davası da öyle. Alınan karar için beş yıl beklemeye gerek yoktu. O karar bir celsede bile alınabilirdi. Davalar uzadıkça etraflıca bir şeyler olacak sanıyorsunuz, öyle bir şey de yok. Bunca zaman yapılan şey toplumu soğurma, toplumun konudan uzaklaşmasını sağlamaktan başka bir şey değil. Ama neyse ki kamuoyunun fikri ve takibi hep sürdü.

 

“BUNCA DENEYİMDEN SONRA, TOPLUM OLARAK BİRBİRİMİZE DÜŞMEYELİM”

İstanbul Üniversitesi’nde yaşananlar da çok tatsız. Bu bizim, genel olarak toplumun belli kesimlerini birbirinin üzerine kızıştırma konusu orada atılan sloganlardan daha önemli. Ben kendi öğrencilerime de söylüyorum; attığınız adımlar sizin meşruiyet alanınızı ve kitleselleşmenizi mi sağlıyor, yoksa daha da daraltıyor mu? Bu tür işlerin içinde olanlar biraz bunlara dikkat etmesi lazım. Bu toplumu tamamıyla birbirine düşürmenin bir parçası. Bunca deneyimden sonra artık bu tuzağa düşmemek lazım. Prensip olarak herkes istediği protestoyu yapsın, kimse kimseye dalaşmasın. Kim ne diyorsa desin ama bunun karşılıklı tokuşmaya gelmesi bilin ki başka bir planın parçası olmaktır. Herkesin özen göstermesi lazım.

 

“Bir dönemin Kanaltürk’üne yapılan ödemeler ve siyasi dayanışmaların arka planı ortaya çıkarılsa bazı boşluklar yerli yerine oturur” demişiniz. Bu ödemeler ve dayanışmalar nedir? Kimler tarafından yapılmıştır? Hangi boşlukları doldurur?

Bir dönem Cumhuriyet Halk Partisi ve Kanaltürk arasındaki parasal ilişki mahkemenin önüne gelmişti, sonra üzerinde durulmadı. Ak Parti için de geçerli. Siyasi partiler ve medya ilişkisinin böyle bir akçalı bağlantı boyutunun ya da nüfuz boyutunun aslında hiç olmaması gerekir. Avrupa’ya filan baktığımızda çoğu basın kuruluşunun, özel şirketler bile, yüzde otuz oranına dahil olabiliyorlar. Diğer türlü kelam tekeli oluyor. Bir patronun medyayı yönlendirmesi ya da bir siyasi partinin hegemonyası gibi. Türkiye’de ki fotoğrafı anlamak açısından işin bu boyutu çok önemli çünkü insanlar gördüklerine inanıyorlar. Amerika’da çocuklar diyor ki “Tanrı varsa, niye televizyonda yok” . yani bir şeyin var olabilmesi için gözükmesi lazım. Biz gördüğümüze inanıyoruz ve orada çok manipülasyonlar oluyor. Ona işaret etmek istedim.

 

MİT soruşturması ile görünen tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?

İktidar-cemaat arasında gerginlik olduğuna dair duyumlar alıyoruz. Olabilir de. Bunların bütün arka planında Oslo meselesi yatıyorsa, Habur-Oslo karşıtı cepheden uzak durulması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ikisi de barışçıl bir çözüm için yüze göze bulaştırılan ama önemli bir adımdı. O karşıt cephe aslında statükonun devam etmesi anlamına gelir. Tam tersi siyasi düzeyde Kürt sorununun çözümü için onların daha siyasileştirilmesinden yanayım.

 

“DEMOKRATİK BİR ANAYASA OLMADAN, DEMOKRATİK BİR ORTAM OLMAZ”

Türkiye demokratik bir ülke mi?

Türkiye’de bunun mücadelesi yapılmıyor. 12 Eylül rejimi tasfiye edilene kadar bunun mücadelesi devam edecek. Bu mücadele kimsenin inhisarında değil, hiç kimsenin rüçhan hakkı değil, hiç kimseye zimmetli değil. İnsanlar Ak Parti’den bir şeyler bekliyor. Bu bizim işimiz. Sorunları ancak onların mağdurları çözer. İktidara karşı mücadele ederek bu olabilir. Türkiye’de demokrasinin standartlarının yükselmesinin yolu da demokratik bir anayasa. O yokken nasıl demokratik bir ortamdan bahsederiz.

 

“ANAYASADAN SONUÇ ÇIKMAZSA, BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI OLACAK”

Demokratik bir ortam için yeteri kadar mücadele ediliyor mu?

Edilmiyor. Konu “daha çok niceliksel çalışmalıyız” meselesi değil. Türkiye örgütlü bir toplum değil. Demokrasi mücadelesi ile emek mücadelesini birleştirecek bir hat gerek. İkisine de bakmak. Toplumda beklenti yorgunluğu oluştu. Anayasa meselelerinden bir sonuç alamazsak, toplumda büyük bir hayal kırıklığı olacak. Anayasa konusunda yeterince talep yok deniyor, evet, toplumda sabah akşam bununla yatıp kalkmıyor. Türkiye kadar her gün gündemi değişen başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. Uzun soluklu, böyle maraton diyebileceğimiz işlerde hem günübirlik meseleler ile yüzleşirken bir yandan da kafanızın bir yerinde bir fikre sabit olarak anayasa meselesinin olması lazım.

 

“AKP’NİN ALTERNATİFİ OLAN HAT, DAHA ÇOK ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİYİ SAVUNMALI”

Peki, hükümet toplumun verdiği mücadelenin karşılığını veriyor mu?

Zaman kaybı olduğu çok ortada. Belki de sorulması gereken soru; yeterince adım atılmadığı halde niye Adalet ve Kalkınma Partisi anketlerde yüzde ellileri geçmiş gözüküyor ve niye muhalefet partisi yüzde yirmilerde. AKP’yi eleştiriyoruz. Ama bu eleştiri yapılan toplumsal onayı açıklamıyor. Bunun en önemli nedenlerinden bir tanesi de henüz iktidara karşı ikna edici bir seçeneğin kamuoyunda görülmemesi. İnsanlar CHP-MHP koalisyonunu alternatif olarak görmüyorlar. Bir de şöyle bir şey var; ana-muhalefet başta olmak üzere izledikleri hattın iktidarı daha da güçlendirmesi. AKP’nin alternatifi daha çok özgürlük ve daha çok demokrasi savunan bir hat olabilirdi. Daha otoriter ve daha Ergenekoncu bir hat AKP’yi güçlendiriyor. Muhalefeti eleştirmemizin bir nedeni iktidar güçlendirmesi. Bunu kısmen Kılıçdaroğlu yönetimi gördü. Geçen dönem uzlaşma komisyonunda yer almamışlardı ve büyük bir hataydı. Şimdi yer almaları iyi bir şey. Bunun içinin nasıl doldurulacağı önemli.

 

“MUHALEFET BUNU SİYASİ BİR TAKTİK OLARAK KULLANDI”

CHP muhalefet yapmak isterken engelle karşılaşıyor. 4+4+4 sistemi için oluşturulan komisyonda bunun örneğini gördük.

Genel olarak burada bir kilitlenmeye doğru gidiliyor ve bu karşılıklı da oluyor. Kılıçdaroğlu “bize muhalefet etmiyor diyorlar. Tekme yediğimize göre demek ki ediyoruz” dedi. Tamam bunlar pratikte karşılaşılan sorunlar ama kamuoyu nezdinde biz karşı hegemonya kuruyor muyuz sorusu önemli. Bu 4+4+4 melesinden inanın sokaktaki insan hiçbir şey anlamadığı gibi ilgilenmiyor da. Halbuki bu çocuklarımızın hayatı ile ilgili bir şey. Konu usule ilişkin bir şey değil, içeriğine ilişkin bir şey. Eğitimin kalıp kırıcı, eleştirel düşüncenin zemini olması gerekirken daha oraya maalesef gelinmiş gibi gözükmüyor. Muhalefet bunu bir siyasi taktik olarak kullandı. “Bizim söylediklerimizi dikkate almazsanız, meclisi kilitleriz” dedi, onlarda hodri meydan dediler.

 

“AKP, REFAH GELENEĞİNDEN KOPTUĞU İÇİN İKTİDAR”

Bu getirilmek istenen sistem 28 Şubat’ın rövanşı olabilir mi?

Orada da şöyle bir mantık hatası yok mu sizce; AKP için 28 Şubat’ın ürünü diyeceksiniz sonra da kalkıp rövanşını alıyor diyeceksiniz. Hem ürünü hem rövanşı nasıl olur? Orada yanlış bir tahlil var. 28 Şubat’ın ürünüyse, kendisinden mi rövanş alıyor? Hayır. 28 Şubat’ın eleştirel değerlendirmesini yapıp, Refah geleneğinden koptuğu için AKP iktidarda. Küreselleşme karşıtı bir gelenek, birden bire küreselleşme içinde sörf yapan bir hareket oldu. Türkiye sağı 28 Şubat’tan o dersleri çıkardı. 28 Şubat’ın asıl ürünü sonra gelen iktidar. Her şey birbirine karıştığı için bir yerde ürünü diyorsun, bir yerde rövanşı diyorsun. İkisi birlikte nasıl olur, ona bir şey diyemiyorsun. 28 Şubat’tan sol ders aldı mı dersek; alınacak ders otoriter bir siyaset bizim aleyhimize olmuyor. Demek ki daha özgürlükçü ve demokratik bir siyaset, rejim, anayasa, bir Cumhuriyet mücadelesi siyasetimizin ana eksini olmalı. O dersi sol yeterince çıkaramadı. Aradan bunca zaman geçmesine göre demek ki bir intikal problemi var.

 

Peki, Türk solunun esas problemi bu diyebilir miyiz?

Türk solunun esas sorunu kendini yenileyememesi, topluma öncü olabilecek fikirler ve politikalarla öne çıkamaması. Biz daha çok politik perspektiflerimizi ifade ediyoruz. Bu acil eylem planı ile birleşmedikçe anlamlı değil. Ben onu mecliste yaşadım. Toplumsal muhalefet örgütlerine görüşler istiyoruz, politik deklarasyonlar geliyor. Elde var bir. Aktüel siyasetin bir parçası haline nasıl getireceksiniz? Prospektüs okumakla hasta iyileştirilmiyor. AKP’nin nasıl iktidara geldiğine baktığımızda, bir sosyal hareket üzerinden siyasi taşlanma olduğunu görüyoruz. Sosyal ilişki katsayımızı da artırmamız lazım ama bu tek başına pratiğe yönelik bir şey de değil. Muharrem İnce “Biz diğer partiler gibi İç İşleri Bakanlığı’na dilekçe pullarıyla dilekçe veren bir parti değiliz” dedi, bu iyi bir şey mi? Biz devletiz demek istiyor. Halbuki biz hayatın ve toplumun kendisiyiz diyen bir şeye ihtiyacımız yok mu? Devleti ben kurdum, devlet benim demek senin oyunu niye artırmıyor. Bu yüzleşmeyi niye yapamıyoruz? Bu yüzleşmeyi yapamadığınızda ya yüz göz oluyorsunuz, ya yüzsüzleşiyorsunuz ve her seçimden sonra halkı eleştiriyorsunuz, kabahat halkta diyorsunuz. Bizim yaş dilimimiz için söylüyorum; Nasrettin Hoca gibi damdan düşüyoruz, diyoruz ki “bana damdan düşen birini getir” getiriyor, anlatıyoruz. Sonra çıkıp tekrar damdan düşüyoruz. Benim umudum genç kuşaklar belki biraz daha kendi iç seslerini bulacaklar. Piyasayı, bürokrasiyi eleştiriyoruz alternatif ne bilmiyoruz. Dünya genelinde bu çok net bir şekilde tarif edilmediği için hala geçiş toplumu ve geçiş kavramları ile başka bir dünya mümkün. Ama o dünyanın ne olduğu arayışı sürüyor hala.

 

Yeni nesil bunu yapacak diyorsunuz, umudunuz bu yönde ama tutuklu bir sürü üniversite öğrencileri var. Nasıl olacak?

Bu olumsuz bir şey, öğrencilerin fikirlerini özgürce ifade etmesi lazım. Genel öğrenci kitlesinde “politik öğrencilerin” oranına baktığınıza zaten çok büyük bir kitleselleşme olsa buna cesaret edemezler. Dar grupları görüp, tecrit edip, müdahale ediyorlar. Ak Parti’yi değerlendirirken de öyle bakmak lazım. Ne ileri demokrasi, ne faşizm bu otoriterleşme eğilimi. İleri demokrasi AKP propagandası. Bu bir faşizmdir, 12 Eylül faşizminden de beter bir durumdayız demek artık 12 Eylül durumunu herhalde unuttuğumuzun bir işareti. Bir otoriterleşme var hakikaten. Çevrenin tepkileri AKP’yi iktidara getirdi, kendisi merkez partisi oldu. Merkezkaçların adresinde o yok. 28 Şubat’ı biz niye eleştirdik, devlet hükümete talip olduğu için. Hükümetin devlete talip olması eşittir AKP. Onu da eleştirmek lazım. Siyasette en radikal lafları söylersem, en doğrusunu söylemiş olurum diye bir şey yok. İktidarın otoriterleşme eğilimini yerine çok somut öneriler bularak eleştirmek lazım.

 

“BİRBİRİNE FAŞİST DİYENLER KOMİSYONDA YANYANA GELECEK”

KCK’dan altı binden fazla kişinin ve 101 gazetecinin tutuklu olması otoriterleşmenin işareti. Bunun için özgürlük ve demokrasi ekseninde mücadele etmek lazım. Faşizan eğilim olarak belki saptanabilir ama buna karşı direnip, mücadele etmeye zemin hazırlamak durumundayız. Birbirine faşist diyen insanlar uzlaşma komisyonunda yeni bir demokrasi ve anayasa için yan yana gelecekler. O zaman da diyeceksin ki biz birbirimizi faşist olarak değerlendiriyorsak, bu ne bu sahtekarlık mı deyip oradan kalkmak lazım. Hem birlikte anayasa uzlaşma komisyonunda olalım deyip, hem de birbirine faşist diyemezsin. O faşizm üzerinden anayasa nasıl yapılacak? Ortada bir tuhaflık var, böylesi olmaması lazım. Otoriterleşmeyi teşhir etmek lazım. Hiçbir tutuklama olmasa bile yine bir problem var çünkü medya içinde yer alabilmek ancak güç grubuna ait oldu.

 

Otoriter bir rejimden, faşist bir rejime doğru geçiş olur mu sizce?

Buna ihtiyaçları yok. Otoriter bir yönetim ya da despotik bir yönetim biçimiyle ihtiyaçlarını gidiyorlarsa niye kendilerini açık bir faşist diktatörlüğe yönelsinler. Türkiye’deki yapılanmanın küresel güçlerin ihtiyacı bu değil zaten. Çok demokrat olduklarından filan değil, böyle bir ihtiyaç yok. Var olan formel demokrasi sınırı içerisinde bu nizam böyle gidiyor. Sizin söylediğiniz noktaya varması işine yaramaz ki. Sizin söylediğiniz nasıl olur; bizim sol literatürde de öyledir çok yükselen emekçi-işçi hareketi vardır, devrim kapının önündedir ancak askeri faşist diktatörlükle siz bunu önlersiniz. Bir sınıf hareketi yükseldiği zaman sizin dediğiniz olur. Ne kendi gücünü abartacaksın, ne de yok sayacaksın.

 

Zamanında sol 12 Eylül’den öncede kendi içinde bölünmeye başlamıştı. Referandum öncesinde de sol yine bölünüyor denildi. Sizce de öyle mi?

Buna isterseniz bölünme demeyelim, farklılaştı diyelim. Bölümde deyince daha sert bir şey anlaşılıyor.

 

“SOLDAKİ FARKLI EĞİLİMLERİ BİR ARAYA GETİRMEK LAZIM”

Ne gibi farklılaştı peki?

Birisi “boykot” doğrudur der, birisi “Evet”, birisi de “Hayır” der. Niye bölünme demiyorum peki; şimdi biz yeni bir anayasa için yan yana geldik. Hepimizin anayasası diye ortak mücadele ediyoruz. Demek ki bölünme değil, devam edebiliyoruz. Solun bu farklı eğilimlerini yan yana getirecek bir zemini mi teşvik etmek lazım yoksa ayrılıkları, farklılıkları bölünme şeklinde derinleştirmek mi lazım. Solun bu farklı renklerini tokuşturmak, solun işine yaramaz. Boykot eden, evet diyen, hayır diyen yeni anayasada somut adım atmak için bir oluyor.

 

Bölünme dedim çünkü referandum zamanı manşetlerde tırnak içinde “sol bölünüyor”, “sol içinde çatışma” şeklinde konuşuyorlardı…

Farklı okumalar ve analizler olabilir. Siyaseti bırakın bir kenara, evli çiftler bile farklı düşündü. Öncelikler farklı olabilir. Mesela ben “Evet” dedim, benim dahil olduğum EDP de “AKP zihniyetine hayır, referanduma evet” dedi. Benim önceliğim 145.Madde idi. 145.Madde’de askeri mahkemeler yerine sivil mahkemelerde yargılanma olmasaydı, sonuç alınamayacaktı. Benim önceliğim bu diye herkesin önceliği bu olacak diye bir şey yok. Darbeciler ve çeteler benim rahatsız olduğum bir mesele ve bu madde onları koruyordu. Onların korunması sizin için önemli bir mesele olmayabilir ama benim için çok hayati bir mesele. O çeteler ve örgütlenmeler benim en yakın arkadaşlarımı imha ettiler. Herkes benim gibi düşünsün demiyorum.

 

Sol kesimde referandumda Evet diyenlerin, Evet deme nedenlerinin başında 12 Eylül Sendromu geliyor diyebilir miyiz?

Size anayasa değişsin mi değişmesin mi diye soruyorlar. “Hayır değişmesin” demek, siyaseti bir yana bırakın pedagojik olarak bana sıcak gelmiyor. Diyelim ki çoğunluk “Hayır” dedi, anayasanın değişmemesini sağladık diye sevinecek halimiz yok. O yüzden 12 Eylül ile yüzleşmenin bir vesilesi. Şöyle bir yanılsama oluyor; “Hayır çıkarsa statükocu ve Ergenekoncu güçlerin işlerine yarar” dedim. Ama bu her “Hayır” diyen öyledir anlamına gelmiyor. Hep bunlar karıştırılıyor. Anayasa bugüne kadar nispi değişiklikler ile oldu, hiçbir zaman topyekün olmadı. O mantıkla hareket ettiğinizde bütün değişikliklere “Hayır” demeniz lazım. İtirazın esas gerekçesi “bunlar iktidara yarıyor” gerekçesi. Her değişiklik iktidara yarıyor. “İdam cezası kalksın mı?”, “yok iktidara yarar” demek çok anlamsız bir şey olurdu.

 

Değişiklikler esas toplumun işine yarıyor. Ama öyle bir tuzak ki, solun bir kesimini reaksiyoner bir pozisyona düşürdü. Tabii burada esas olan CHP ve biz CHP’ye çok söyledik “meclis uzlaşma komisyonunda yer alın” dedik, almadılar. Şimdi “yanlış oldu” diyorlar. İktidar uzlaşmaya yanaşmıyor diyorsun, iktidar uzlaşma komisyonuna girdi mi peki; hayır. Çok taktik bir hataydı. İkinci olarak, memleketin anayasa değişikliğine ihtiyacı yok diye başladılar, önemli olan yoksulluk dediler. Bunlar birbirine tokuşturulacak şeyler değil. Üçüncüsü de, meclis anayasayı değiştiremez dediler. Bunların hepsi taktik hatalar ve AKP’yi güçlendirdi. Anayasa mahkemesine gidiyorsunuz “seni ele geçirecekler” diye, anayasa mahkemesini ikna edemiyorsunuz. Halkı nasıl ikna edeceksiniz? Bütün bunlardan ders çıkarılması gerekiyordu. Her değişiklik iktidarın işine yarar ama demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır. Onlardan bağımsız olarak değişiklik istiyoruz ve şöyle istiyoruz demek bizim elimizi güçlendirir diye düşünüyorum.

 

12 Eylül ile gerçekten yüzleşebilecek miyiz?

Bu bir başlangıç, tamamı ile bize bağlı. AKP, “12 Eylül ile yüzleşemez” cümlesini ben yanlış buluyorum. Bu bizim işimiz zaten. Kim onlara, nasıl kefil olabilir ki ya da niye olsun ki. Geçici 15.Madde o iki kişiye koruma sağlıyordu. Kendileri zaten o yüzden anayasa değişikliğine “Hayır” dedi. Normal çünkü yargılanmak istemiyorlardı. E onlar ne dediyse, onların tersine bakmakta fayda yok mu? Latin Amerika’da bakıyorum “Pinoşe’yi yargılasan ne olacak?” diyen yok.

 

“AKP’nin yaptığı doğru da olsa biz yine hayır diyelim, AKP’ye rant vermeyelim” düşüncesinden dolayı olabilir mi bu?

Biz bunu büyüterek AKP’ye karşı mücadelenin de bir parçası haline getirebiliriz çünkü AKP’nin ayak sürtmelerini göreceksiniz görüntü olarak. Anayasa meselesi dışında da biz bu tür sorunlarla karşılaştık. Mesela; AKP tezkereyi getiriyor, CHP tezkereyi destekliyor. Niye destekliyorsun, tam o noktada yurttan sesler korosu gibi davranacağına bu noktada AKP’ye karşı tutum al. Biz AKP’yi tezkereyi getirdi diye eleştirdik, CHP’yi de onayladığı için eleştirdik. Anayasa meselesinde de böyle bakıyorum. Bizim ihtiyacımız olan sosyal bir anayasa. Neo-liberal hegemonyaya karşı sosyal politikaları anayasal teminat haline getirilmesi lazım. AKP’yi buradan eleştireceğiz. Tarih konusu! 1915 meselesi ile yüzleşebiliyor mu AKP, CHP’de dahil. Hepsi İttihat Terakki hattının değişik çocukları. Buyurun yüzleşelim, tek parti düzeninden çıkamadık bir türlü. İkna odaları diyorlar dimi. “Buyurun” diyorum o ikna odalarına gelen o hocalara, açıklayın diyorum AKP’yi, açıklayamıyorlar. Niye? Çünkü bir bölümü ile şimdi çalışıyorlar. AKP böyle eleştirilsin. Kendi cümlelerinin mantıksal sonuçlarına kadar gitmek bu kadar zor bir şey mi? İkna odaları açıkla hadi! YÖK elinde, bir kişi miydi sadece? Diğerleri kim? Ben biliyorum kim olduğunu. Onların elinde belgeler var, buyurun kanıtlayın. AKP’yi buradan sıkıştırırsın ama çıtları çıkmıyor. Söyledim ben bunu basına da. Bunu niye CHP diyemiyor çünkü bunun yanlış olduğunu düşünmüyor. Gençliği kimin ikna edeceğini bırakın bir kenara. Gençlik kendi iç sesini, kendisi bulsun. Bulmuşlar bir kişi onunla uğraşıyorlar. Nur Serter tek fail değildi.

 

Tutuklu gazetecilerden bahsedecek olursak. En son tahliyelere bakıldığında, suçun niteliği değişmiş olabilir diyebilir miyiz?

Suçun niteliği değişti tespiti, tahliye sırasında ki hakimin değerlendirmesi. Ama ne değişti bir fikrimiz yok. Oda Tv ile ilgili benim de eleştirel yaklaşımlarım var. Fakat bunu söyleyemiyorum çünkü insanlar tutukluyken söylemek doğru değil. Faaliyetlerinin tümünü basın faaliyeti olarak ben de görmüyorum açıkçası. Bir dizi dezenformasyon yapıyorlar ama bunu derinleştirmeyi etik bulmuyorum. İnsanlar tutuklu, serbest bırakıldıklarında konuşuruz çünkü benle ilgili bir sürü abuk sabuk şey yazdılar. Tekzip yolladım, yayınlamıyoruz dediler. Bizim hukukumuz, hakkımız yok mu? Basın işinin bir etiği olmalı. Birisi için atıp tuttuğunda, adamın verdiği yazı, müsaade et yayınlansın. Orada acayip işler olduğunu ben kendimden biliyorum. Konuyu derinleştirmek doğru değil çünkü eşit durumda değiliz. O zamanda değildik, şimdi de değiliz. Elbet bir gün eşit durumlar olur.

 

Ahmet ve Nedim’in serbest kalması vicdanları yaraladığı için oldu. Tutuklanmalarını gerektirecek hiçbir şey olmadığını hepimiz biliyorduk. Arka planında hangi saikler yatıyordu bilmiyoruz ama ne yatarsa yatsın sonuç iyi oldu. Kamuoyunun baskısı hatta uluslararası kamuoyunun ki de çok fazlaydı. Hakimin tutuklanırken ve tahliye edilirken ki tutumuna bakacak olursak ortada bir tuhaflık ve laubalilik olduğunu görebiliriz. Niye diğer sanıklar değil de onlar. Çünkü neredeyse suçlanma nedeni çok paralel. Zaten bunlar kamuoyunu işkillendiriyor. Bu olanlar bir güven zedelenmesinin bir parçası. Ama bu kadar spekülasyonlar yaratacak bir bilgiye hiçbirimiz sahip değiliz.

 

“HAKKINIZIN ARANMASI İÇİN MUTLAKA MEŞHUR BİR GAZETECİ OLMAK LAZIM?”

Tutuklamayı gerektirecek bir şey var mı meselesi bir intikamcılığa dönüşüyor ama şunu da unutmamak lazım bu ülkenin bir Devrimci Yol davası otuz yıl sürdü. Ben hiç kimseyi hatırlamıyorum; bu ülkenin solcuları, devrimcileri yıllarca içerideyken sesi çıkmayanların sesi çıkıyor. Burada vicdanları acıtan bir şey yok mu? Yıllarca insanlar perişan oldular, kimse dönüp bakmadı. O davalara gelmediler. Nokta Dergisi’ni polis bastı, kimse dönüp bakmadı. İnsan böyle bir ekip çalışmasını görünce canı sıkılıyor. Benim ekibim, onun ekibi meselesi değil. Bu evrensel bir mesele. Orada herkes sınıfta kalıyor. Velat gazetesinin yazı işleri müdürü insan değil mi? Kimse ona dönüp bakmıyor. Mutlaka çok tanınmış bir gazeteci mi olmak lazım memlekette. Herkes aynı işi yapmıyor mu? Hele Kürt ve muhalifse yazık, kimse dönüp bakmıyor. En son dört kişi tahliye edildi. Dikkat ediyorsanız diğer iki kişinin adı sanı hiç geçmiyor. Medya da seçici davranıyor. Bir elekten geçiriyorlar. Kürt yayın organları hiç dikkate alınmıyor. BDP’li milletvekilleri açlık grevine girdiler, neredeyse ölecekler tek bir satır haber çıkmadı.

 

Hiç kimse doğru düzgün bir şey anlamasa da, 4+4+4 hakkında ne düşünüyorsunuz?

Eğitim sisteminin siyasi saikler ile oynanmasını çok yanlış buluyorum. Niye Avrupa’daki evrensel standartları içselleştirmek bu kadar zor oluyor anlamıyorum. Başbakan grup konuşmasında “8 yıllık eğitimi savunanlar eşittir 28 Şubatçılar” dedi. Peki o dönemde 8 yıllık eğitimi savunanları ama kategorik olarak 28 Şubat’a karşı olanları nereye koyacaksınız? Biz öyle değildik. Refah Yolu’nu en çok biz eleştiriyorduk ama demokrasi içerisinde çözülsün diyorduk. Eğitim biçimleri zamana yayılarak ve uzmanların görüşü alınarak tartışılabilir. Bu konuda kıymetli itirazlar da var. Almanya ya da İngiltere örneklerini verirken birinin ders kitaplarını açıp bakmak lazım. Bizimle ne alakası var. Bizde ki gibi dogmatik, ezberci bir eğitim sistemi orada var mı? Erdoğan “sizde Cezayir’e yaptıklarınızı eleştirin” diyor ya, bakıyorum tarih kitaplarına Cezayirlilere yapılan katliamlar bütün kitaplarda var. Hadi buyur sende aynısını yap. Kartal’da dağıtılan kitabın yazarı yıllarca Milli Eğitim Merkezi’nde çalışmış bir kişi. Kedinizi köpeğinizi teslim etmeyeceğiniz insanlara çocuğunuzu teslim etmişiniz. Bütün tabuların eleştirildiği, kalıp kırıcı bir müfredatı esas alacak mıyız? Öyle bir perspektifimiz var mı? Darwin deyince zıplayan insanlar var. Darwin denen adam böceği ağzıyla tutup, böcek zehirlediği için altı ay yatmış bir adam. Bu meraktır. Meraklı olmayı gençlerde teşvik ediyor muyuz? Edecek eğitim var mı? İşin aslı o, isterse 48+48 olsun.

 

12 Eylül Referandumu’ndan günümüze kadar olan ki sürece bakacak olursanız, yine “Evet” mi dersiniz?

Niye “Evet” dedik çünkü anayasanın ilgili maddelerinin çoğuna itiraz yoktu. İki itiraz vardı. HSYK idi bir tanesi. Onun da bu hale gelmesi, CHP’nin yaptığı itirazla Anayasa Mahkemesi’nin değişikliği oldu. Diğer türlü farklı eğilimlerde HSYK’da yer alabilecekken Anayasa Mahkemesi’nin kendimce yanlış bulduğum bir kararına neden oldu. Seçim olması iyi bir şey. Seçimin sonuçlarına bakıp, seçim mekanizmasına itiraz etmek yanlış. Bakıyorsunuz seçim sonuçlarına, beğenmiyorsunuz ve seçime itiraz ediyorsunuz. Bu doğru bir şey değil. Yaşadığımız her şeyi anayasa değişikliğine bağlamak da doğru değil. O yüzden hem AKP zihniyetini eleştirip hem de anayasanın değişmesinden yana olarak mücadele etmek lazım. Bugün de olsa yine “Evet” derdim.

 

Anti-demokratik bir ortamda ne kadar sağlıklı bir anayasa hazırlanabilir?

Çok zor. Polyannacılığa hiç gerek yok. Toplum bunu istiyor ama siyasi iktidarların ve partilerin kendi aralarındaki dalaşmasına kurban gidebilir. Bir tek pozitif yanı şu, 2014-1015 seçimlerimde bu anayasa değişikliğine açık bir şekilde takoz koyduğu görünen partiler çok büyük fatura ödeyecekler. Bunun korkusu nedeniyle böyle bir görünüm vermek istememeleri belki bizi iyimser kılabilir. Çünkü o pozisyona düşenlerin seçimde hiçbir şansı olmayacak. Toplumun, siyasi partileri ve iktidarı bu konuda zorlayıcı adımlar atması lazım. Her şekilde bir değişiklik olacağını düşünüyorum ama bu minimum mu yoksa maksimum mu olur bilemem.