HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Meclis’te devam eden bütçe görüşmelerinde İçişleri Bakanlığı bütçesi üzerine açıklamalarda bulundu.

Türkiye’nin geleceğinin Kürt meselesine bağlı olduğunu söyleyen Kürkçü, “Türkiye'nin özgürlüğü ve geleceği, Kürt meselesini demokratik ve siyasal yollardan çözüp çözmeyeceğine bağlıdır çünkü Türkiye'nin bütün olağanüstü rejimleri Türkiye'deki bütün diktatöryal yönelimlerin hepsi Kürtlere boyun eğdirmek içindir. Türkler şunu bilmelidirler, şunu akıllarından ve kalplerinden hulusikalple geçirmelidirler: Kürt'ün baskı altında olduğu yerde Türk'e hakkı hayat yoktur. Türk'ün hayatı ve hakkı Kürt'ün özgürlüğüne, Kürt'ün özgürlüğü Türk'ün hayat ve hakkına bağlıdır. Bu ikisinin de hakkını birlikte gözeten bir siyaset; işte Halkların Demokratik Partisinin siyaseti budur”  dedi.

Cezaevlerindeki hak ihlallerine değinen Kürkçü, “Cezaevlerinde köleleriniz değil, yurttaşlarınız var. Çatıştığınız insanlar, haklarını güvence altına alamadığınız yurttaşlarınız ve onların hepsinin yaşarken haklarını gözetmek, mahkûm olarak hakkını gözetmek, sanık olarak hakkını gözetmek, çatıştığınız insan olarak hakkını gözetmekle yükümlüsünüz; hükûmet olmak böyle bir şeydir. Hükûmeti bir çeteden ayıran, hükümeti bir terör örgütünden ayıran şey işte budur: Hukukun yüksek ilkelerine uyması” dedi.

Kürkçü’nün açıklamaları şu şekilde:

İçişleri Bakanlığı bütçesini Milli Savunma Bakanlığı bütçesiyle beraber 2018 bütçesi için bir okuma kılavuzu olarak değerlendirebiliriz. Maliye Bakanı 2018 bütçesinde en fazla Milli Eğitime kaynak ayrıldığını, sağlık ve eğitime bütçeden ayrılan payın yüzde 40 civarında olduğunu söylemişti. Bu sunuşta görünüşte bir yalan yoktu ama eğitim ve sağlık bütçelerinin yüzde 80'inden fazlasını bürokrasi ve cari harcamaların oluşturduğu apaçık ortadayken, her iki bakanlığın yatırım bütçelerinin toplamının Milli Savunma bütçesinin yanına bile yaklaşamadığı biliniyorken o zaman bütçe tartışmasının asıl öneminin nerede olduğunu görebiliriz. Bütçe tartışmasının asıl önemi, rakamların gerisindeki hakikate, rakamların gerisindeki hayata dönmek, rakamların örtüsü altından gerçekleri çıkartmak.

“SAVAŞ VE İÇ GÜVENLİK BÜTÇESİ”

Bu bütçeden savunma ve güvenliğe ayrılan toplam pay 106 milyar 910 milyon 745 bin Türk lirası, iç güvenliğe ayrılan toplam pay 51 milyar 441 milyon 339 bin Türk lirası. Sunuşla yetinmezsek, bütçenin fonksiyonel dağılımına bakarsak görürüz ki önümüze konulan bir kamu hizmeti bütçesi değil, bir savaş ve iç güvenlik bütçesidir. İçişleri Bakanlığının bütçesinin savunuluşu da tıpkı genel bütçenin savunuluşunda olduğu gibi gerçekleri baş aşağı getiriyor, toplumsal hakikati görmemizi ve onu anlamlandırmamızı önlüyor.

“YURTTAŞINI ÖLDÜRMEK, HAPİSHANEYE TIKMAK BAŞARI GEREKÇESİ OLABİLİR Mİ?”

Bu bütçenin sunuşu, herhangi bir demokratik rejimde bir içişleri bakanının, hatta hükümetin kendisinin görevden çekilmesinin, istifasının gerekçesi olabilirdi. Binlerce yurttaşını etkisiz hâle getirmek, on binlercesini gözaltına almak veya tutuklatmak bir iç güvenlik aygıtı için bir başarı öyküsü olmuş olabilir mi? Yurttaşını öldürmek, onu hapishaneye tıkmak neden ötürü bir başarı gerekçesi sayılsın? İyi bir içişleri yönetimi açısından asıl başarı, yurttaşını hiçbir zaman çatışmaya sürüklemeyecek, özgürlüğünü doya doya yaşayabileceği; tercihlerini, dilini, kültürünü, kimliğini ve inançlarını eşit haklı olarak diğer yurttaşlarla paylaşacağı bir yaşamı güvence altına almak olabilirdi.

İçişleri Bakanının sundukları kadar sunmadıkları da hakikati yurttaşlardan saklıyor. 2017'nin ilk 11 ayında İçişleri Bakanının emri altındaki kolluk güçleri tarafından yargısız infaz edilen, "Dur" ihtarına uyulmadı diye veya rastgele ateş açılması sonucu 36 kişi yaşamını yitirdi, 12 kişi de yaralandı. İçişleri Bakanlığına ait zırhlı araçların çarpması sonucu 6'sı çocuk, toplam 23 kişi yaşamını yitirdi, 46 kişi de yaralandı.

“İÇİŞLERİ BAKANLIĞI İŞKENCE VE KÖTÜ MUAMELE VAKALARINI DA BAŞARI HANESİNE YAZACAK MI? “

Türkiye İnsan Hakları Vakfına 2017'nin ilk 11 ayında işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı iddiasıyla toplam 570 kişi başvurdu. Başvuranların 328'i aynı yıl içinde işkence ve kötü muameleye de uğradıklarını belirttiler. İnsan Hakları Derneğinin verilerine göre 2017 yılının ilk 11 ayında 423'ü gözaltında -kaba dayak ve diğer yöntemlerle- 1.855 kişi ise gözaltı yerleri dışında ve güvenlik güçlerince müdahale edilen toplantı ve gösterilerde olmak üzere toplam 2.278 kişi işkence ve kaba muameleyle karşılaştı. İçişleri Bakanlığı bunları da başarı hanesine yazacak mı?

İçişleri Bakanlığının emrindeki kuvvetlerin marifetince gerçekleşen bütün bu işlemlerin maliyeti Türkiye'nin Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi tarafından gözetim altına alınması, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği tarafından ağır insan hakları ihlalleri ve vahim katliamlara ilişkin ciddi iddialarla suçlandılar.

Türkiye eğer bugün uluslararası camia tarafından bir haydut devlet olarak suçlanmıyorsa, böyle nitelenmiyor, böyle muamele görmüyorsa bu, Türkiye'nin büyük insani ve ekonomik potansiyellerinin yüzü suyu hürmetinedir. Hükümet yatıp kalkıp vatandaşının, aydınlarının demokratik ve toplumsal güçlerinin, emekçilerinin, kadınlarının, Kürtlerin ve Alevilerin yeni bir Türkiye potansiyeli yaratma mücadelesinin uluslararası camiada yaratmış olduğu saygınlığa dua etmelidir.

“BİR ÜLKENİN OHAL İLE YÖNETİLMESİ UTANÇ VESİLESİDİR”

İçişleri Bakanlığı’nın, hükümetin ve AKP Genel Başkanı’nın bütün eylemlerinin meşruiyet gerekçesi terörle mücadeleden ibarettir. AKP'nin hikmeti hükümetine göre terörle mücadele olağanüstü hâlin, olağanüstü hâl de insan hakları ihlallerinin mücbir sebebidir. Her şeyden önce, bir ülkenin olağanüstü hâl ile yönetilmesi, bunun zorunda kalmak bir hükümet için dünyanın neresinde olursa olsun övünülecek bir şey değil, bir utanç vesilesidir. Bu, "Ben memleketi yönetemiyorum. Milletin rızasını, halkın rızasını kaybettim, buna sahip değilim. O yüzden halkın bütün haklarını ve bütün özgürlüklerini şimdi askıya alıyorum" demektir. Bununla övünülemez ama Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Hükümeti için bu bir gelecek vaadidir. Doğrusu, yurttaşını öldürmeyi Meclise bir başarı öyküsü diye anlatan bir rejimin başka bir vaadi de olamazdı.

“CEZAEVLERİNDE KÖLELERİNİZ DEĞİL YURTTAŞLARINIZ VAR”

Cezaevlerinde köleleriniz değil, yurttaşlarınız var. Çatıştığınız insanlar, haklarını güvence altına alamadığınız yurttaşlarınız ve onların hepsinin yaşarken haklarını gözetmek, mahkûm olarak hakkını gözetmek, sanık olarak hakkını gözetmek, çatıştığınız insan olarak hakkını gözetmekle yükümlüsünüz; hükûmet olmak böyle bir şeydir. Hükûmeti bir çeteden ayıran, hükümeti bir terör örgütünden ayıran şey işte budur: Hukukun yüksek ilkelerine uyması.

Ama bunları bir kenara atmışsanız, eğer siz bir olağanüstü hâl rejiminin bir parçası olarak kendinizi ebedileştirmeyi öngörmüşseniz o zaman yapılacak bir şey yok. O zaman zaten niçin bir hükümet bütçesi tartışıyoruz, niçin bir Anayasa'mız var, niçin uluslararası sözleşmeler var, niçin bunların içinden konuşuyoruz, niçin? Çünkü biz modern bir devlette olduğumuzu varsayıyoruz. Bunun bir varsayımdan ibaret olduğunun ben farkındayım, merak etmeyin, sizin için bir hayal kuruyor değilim ama önünde sonunda kendinizi bağladığınız sözleşmeler var.

“TERÖRİZM AMAÇSIZ BİR İSYANDIR”

Meclis, ihtilaflı konuları tartışmaya sıra geldiğinde apansız bir amneziye, bir unutkanlığa yakalanıyor. Unutkanlık hastalığı bu Meclis’in yakasındaki en büyük illettir. Nasıl 1920 Meclisinin bütün tutanaklarını, 1924, 1930 Meclisi’nin bütün tartışmalarını unutmaya karar verip bunu İç Tüzük'ünün dışına attıysa şimdi daha bundan üç yıl önce bu Meclis’in bir Komisyonunun Hükümet’e tavsiyelerini, yol göstericiliğini ne kadar çabuk unutuyor. Bu Komisyon Türkiye Büyük Millet Meclisine şu tavsiyede bulundu: Türkiye'de süregiden çatışmayı terörizm kapsamı içerisinde değerlendiremeyiz. Terörizm amaçsız bir isyandır, bir isyan ise çözülmemiş bir çelişkidir. O nedenle, bu çelişkinin çözümü bakımından şiddetin dışındaki yöntemleri arayıp bulmakla hem Hükümet’i görevlendirdi hem de bu Meclis bunu gerçekleştirmek için bir kanun çıkarttı. Kendi çıkarttığı kanunu unutup, bu hâl çaresini bir kenara koyup kanunun gereğini yapmayan bir Meclis, olsa olsa bir unutkanlık hastalığına yakalanmıştır. Ama bu unutkanlığın bir sebebi var, durup dururken bu olmadı. Çözüm süreci dediğimiz şey, Türkiye'de yurttaşın elini ve zihnini ilk defa serbest bıraktı.

“GENÇLERİN ÖLMEDİĞİ 2 YILI SONA ERDİREN ŞEY SİZİN İKTİDAR TUTKUNUZ”

Türkiye, halının altına süpürülmüş, toprağın altına sürülmüş bütün meseleleri tartışmanın yolunu, yordamını buldu. Türkiye, kendisinin başına Osmanlı'dan miras kalmış bütün sorunları çözebilmek için var gücüyle tartıştı. Halkın 2013-2015 arasındaki, 2015 ortasına kadarki parlayan zekasını, neşesini, birbirini anlama çabasını ne kadar çabuk unuttunuz? İnsanların birbirini öldürmemeye alıştığı, hiç kimsenin hiç kimseyi hakkı için, ihkakı hak için öldürmediği bir 2 yıl.

Türkiye'de gençlerin, onların ailelerin, askere alınmış üniformalı gençlerin yaşama geri dönüşleri, onların köylerine, doğdukları köylere tabutlar içerisinde değil davul zurnayla geri dönüşlerinin yaşandığı 2 yıldır. Bu 2 yılı sona erdiren şey sizin iktidar tutkunuz. Sizin Türkiye toplumunun önünüze çıkarttığı yeni toplumsal tabloyu tanımama ısrarınızdı.

Sizin partinizi iktidardan etti bu millet. Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihinde ilk defa Kürt meselesinin çözümünü bayrak edinmiş, demokratik halkların Türkiye'ye hâkim olmasını bayrak edinmiş olan bir parti, Türkiye halklarının önemli desteğini aldı. Meclis kompozisyonu, demokrasi ve özgürlükler yönünde değişti. İşte sizin olağanüstü hâl ihtiyacınız o gün doğdu, o gün siz olağanüstü hâl olmadan bu memleketi yönetemeyeceğinizi, savaş olmadan memleketin başında güç sahibi olamayacağınızı gördünüz. Bütün bu nedenlerle şimdi karşı karşıya kaldığımız meseleler üstümüze üstümüze geliyor. Ama size şunu söylemek isterim: Bir siyasal sorun çözülmemiş bir çelişkidir. Bu çelişkiyi şiddetle ezmek isteyebilirsiniz ama sosyal, tarihî ve politik meseleler, çelişkiler şiddetle çözülemez; onlar anlaşılarak ve onlar kendi çözüm yollarının önü açılarak halledilebilir.

Siz diyorsunuz ki: "Osmanlı İmparatorluğu'ndan müdevver ve sadece Türkiye'nin değil, aynı zamanda Irak ve Suriye'nin de meselesi olan bu Kürt meselesini biz şiddetle, sorunu imha ederek çözebiliriz”. Ben, bu yolda çalışan bir düzine hükümet biliyorum. Türkiye, 1991'den beri hükümetler boyu ve hükümetler boyu bu sorunu şiddetle çözmenin yolunu aradı. Sonunda, bugün, "Sen haklıymışsın" diye hapisten çıkarıp elini öptüğünüz Genelkurmay Başkanı dedi ki: "Biz, bu meselenin böyle çözüleceğini sanmakla çok yanıldık. Altı defa bitirdiğimizi düşündük fakat yedinci defa yeniden doğmasının önünü alamadık çünkü aslında mesele askerî değildi, mesele teknik değildi; mesele tarihseldi, politikti, kültüreldi."

“ENİNDE SONUNDA HAKİKATLER KENDİLERİNİ DAYATIRLAR”

Sizin, tarihsel, kültürel ve politik çözümünüz şudur: Bu halkın kendisine sözcü, temsilci ve kendi kendini yönetmek için seçmiş olduğu belediye başkanlarını yerinden almak, oralara kayyum atamak. Böyle olamadığını, böyle yapamadığınızı gördüğünüz zaman da halkın üzerine asker salmak. Bu iş böyle sürmez. Ben size derim ki: Eninde sonunda hakikatler kendilerini dayatırlar. Hakikatler kendilerini dayattığında, bir hükümet hakikaten hükümetse bunu çözmek için inisiyatif alacaktır.

Bunu çözmemenizin sonucunun ben size ne olacağını söyleyeyim: İster istemez bu çatışmayı Türkiye'nin tamamına yayacaksınız ve şimdiden yayıyorsunuz çünkü bu, aslında bir çözüm bulduğunuz için de değil; bu, çözüm bulmamak için bulduğunuz bir çaredir. Sürekli gerilim, sürekli kutuplaşma içinde ancak durumu idare edebileceğinizi düşünüyorsunuz. O nedenle kendi belediye başkanlarınızı da görevden almaya, kendi belediyelerinize kayyum atamaya başladınız. İşte İçişleri Bakanlığının karşımıza koyduğu tablo budur.

"TÜRKİYE'DEKİ BÜTÜN DİKTATÖRYAL YÖNELİMLERİN HEPSİ KÜRTLERE BOYUN EĞDİRMEK İÇİNDİR"

Türkiye'nin özgürlüğü ve geleceği, Kürt meselesini demokratik ve siyasal yollardan çözüp çözmeyeceğine bağlıdır çünkü Türkiye'nin bütün olağanüstü rejimleri Türkiye'deki bütün diktatöryal yönelimlerin hepsi Kürtlere boyun eğdirmek içindir.

Kürt'ü sömürgeleştirmek için Türk'e faşizm dayatmak, bütün hükümetlerin denediği yol budur ve böyle çözülmemiştir. Bir: Türkler faşizme razı değildir. İki: Kürtler sömürgeye razı değildirler. O nedenle bütün Türkler şunu bilmelidirler, şunu akıllarından ve kalplerinden hulusikalple geçirmelidirler: Kürt'ün baskı altında olduğu yerde Türt'e hakkı hayat yoktur. Türk'ün hayatı ve hakkı Kürt'ün özgürlüğüne, Kürt'ün özgürlüğü Türk'ün hayat ve hakkına bağlıdır. Bu ikisinin de hakkını birlikte gözeten bir siyaset; işte Halkların Demokratik Partisinin siyaseti budur. Bunca zulüm altında bu partiye diz çöktürememeniz, onu siyasi haritadan silememeniz; 1 Kasım 2015 zeminlerinde hâlâ durmaya devam etmemiz bundadır.

Bir halk nasıl yaşamak istiyorsa, nasıl olmak istiyorsa öyle olur, eninde sonunda olur. Türklerin yabancı işgalinden kendilerini kurtarmak nasıl iradesiyse Kürtlerin de kendi istedikleri gibi yaşamak onların iradesi. Bu iradeyi tanıdığımız gün hem özgürlük hem eşitlik hem adalet yeni bir Türkiye'nin kurulmasının mihenk taşı olacak.

Demokrat Haber/Ankara