Halkların Demokratik Partisi (HDP) önceki dönem Eş Genel Başkanı Sezai Temelli ile mevcut ekonomik sorunları ve çözüm modeline ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Gelen iktisadi şiddettin toplumu topyekûn bir çöküşe sürüklediğini, çözümün ise Üçüncü Yol’un ekonomi modelinde olduğunu söyleyen Temelli, “Biz Türkiye halklarına bir Üçüncü Yol üzerinde seçenek yaratıyoruz” dedi.

Temelli "Türkiye’nin bugün sistem krizini aşmaya yönelik, sermaye birikiminin önünü aşmaya yönelik hamleleri; bizatihi içeride de kendi otoriterleşmesiyle barışık bir halde çok daha ileri dozlara taşıyor. Türkiye koşar adım diktatörlüğe gidiyor" diye konuştu.

HDP önceki dönem Eş Genel Başkanı Sezai Temelli Mezopotamya Ajansı'ndan Selman Güzelyüz ve Emrullah Acar’ın sorularını yanıtladı.

Dünya sisteminde artık bütün ışıklar kırmızıda. Pandemiyle birlikte de uzun süredir alarm veren ekonomik modelin yarattığı tahribat daha fazla görünür oldu. İşsizlik ve enflasyon artışı, istihdam kaybı, sürekli borçlanma, finansal, mali ve reel sorunlar... İktidarlar “Pandemi sonrası ekonomi toparlanıyor” diyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz durumu?

Şimdi sistem dediğiniz, kapitalizm sistem. Kapitalizm sistemin 8-10 yıllık dalgalanmaları ve 40 yılda bir döngüleri vardır. Sistem 40 yıldır uzun bir kriz yaşıyor ve kapitalist sistem bu büyük krizde çıkış yolu arıyor.

Tıpkı 1929 yılında olduğu gibi, tıpkı 1970’ler de olduğu gibi... Kapitalist sistem her çıkış yolu aradığı zaman aslında o geçiş dönemler ciddi anlamda bir şiddet bir savaş dönemidir. Örneğin 1929 krizi ikinci büyük savaşın sonuna kadar devam etmiş ve sonrasında yeni bir kapitalist modernite içinde yeni bir arayış gelmiştir.

Yine 70’li yıllara baktığınızda da arkasında Vietnam savaşı vardır, Latin Amerika’da inanılmaz diktatörler vardır, şiddet vardır, Yunanistan’da Albaylar cuntası vardır, Türkiye’de 71 muhtırası vardır. Yani dünya yine bir şiddet sarmalı içinde ve sistem büyük bir krize sürüklendi. Hemen ondan sonra neo-liberal dediğimiz bir dönem geldi ve o dönemde inanılmaz yıkıcı bir dönem oldu.

Hem emek üzerinde hem doğa üzerinde hem de halkların özgürlük talepleri üzerinde çok ciddi bir şiddeti getirdi. Çünkü kapitalist sistem daha fazla sömürü, daha fazla talan ve daha fazla şiddetle ayakta durabilecek bir sistemdir.

Bahsettiğiniz sistem krizinin Türkiye’ye yansıması nasıl oldu?

Türkiye’de ise hür piyasa, hür ülke demokrasi naraları atılıyordu ama 90’ların nasıl geçtiğini en iyi Kürt halkı biliyor. 2000’lere gelindiğinde ise bu kez AKP ve Erdoğan birer demokrasi havarisi olarak parlatıldı. Ki bu parlatılanlar arasında Davutoğlu, Babacan ve Gül, bunların hepsi vardı. Bugün hepsi ayrı ayrı şeyler diyor ama 2000’li yıllarda neo-liberal politikaları el birliğiyle bu ülkeye getirdiler.

Bu politikalar geldiğinde hep itiraz ettik ve dedik ki bu politikalar sömürünün çok daha katmerlenmesidir. Daha da derinleşmesidir. Halkların özgürlük mücadelelerinin şiddetle bastırılmasıdır.

Yanılmadık, çünkü Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Çünkü bu söylediklerimiz çok hızlı bir şekilde iktisadi şiddet, siyasi şiddet ve toplumsal şiddet dalgasıyla geldi. Türkiye’de bu düşmanca tutum ağırlıklı olarak Kürt meselesi üzerinde yükselerek karşımıza çıkıyor. Tüm bu meselelerde

Türkiye’nin geldiği otoriterleşme düzeyi çok yüksektedir. Yani Türkiye’nin bugün sistem krizini aşmaya yönelik, sermaye birikiminin önünü aşmaya yönelik hamleleri; bizatihi içeride de kendi otoriterleşmesiyle barışık bir halde çok daha ileri dozlara taşıyor. Daha çok otoriterleşiyor.  Daha çok şiddet mekanizmalarını kullanıyor ve tek, tek, tek diyerek tek adama ve tek partiye, yani Türkiye koşar adım diktatörlüğe gidiyor.

Dünyada ekonomik krizler baş gösterdiğinde “Kriz derinleşirse toplumsal tepkiler artar” şeklinde klişe bir söylem var ancak, dünya halkları krizin derinleştiğinde faşizan yönetimlerin de iş başına geçtiğine acı tecrübelerle şahit oldu. Dünyadaki kriz ve kitlesel mücadelelere bakıldığında, sizin önümüzdeki sürece dair ön görünüz nedir?

‘Kriz derinleştikçe toplumsal refleksler, itirazlar, karşı çıkışlar, artar’ söylemi eksik bir laf. Toplum krize karşı kendiliğinde harekete geçmez, ancak örgütlü toplum harekete geçer. Türkiye’deki en büyük sorun toplumsal örgütlülüktür. Bugün Türkiye’deki hem sisteme karşı hem de mevcut iktidara karşı güçlü belki de yegâne mücadeleyi Kürt halkı veriyor, HDP veriyor, HDK veriyor. Neden mi? Çünkü örgütlü yapıdır. Örgütlülüğünü de fikriyatında alır. Çünkü Üçüncü Yol yaratmıştır, seçenek yaratmıştır ve radikal demokrasi anlayışı ile hem kapitalist sisteme hem de iktidara karşı hareket eder.

Örneğin ilk sorunuzda olduğu gibi, sistem krizi var, sistem şiddetti toplumsallaşıyor, emeği sömürüyor doğayı daha fazla sömürüyor. Belki bunu direk Kürt meselesiyle bağlantı kurarak ele almayabilirsiniz ama bu denli emek sömürüsünün olduğu bir yerde ‘emek örgütlülüğü nerde?’, ‘Emek mücadelesi nerde?’ sorusu; aslında örgütlü toplum olamamanın yarattığı handikapları bizzat gösteriyor.

Bugün evet bu denli sömürünün olduğu yerde toplumsal tepkinin açığa çıkması için, toplumsal muhalefetin örgütü güçleri harekete geçmeli. Sendikalara baktığımızda hiçbir şey yapmıyorlar. Bu denli sömürünün olduğu yerde hala toplumsal genel grev konuşulmuyor.

Emek örgütlülüğü ile Kürt meselesi arasındaki ilişkiyi biraz açar mısınız?

Kürt meselesi bağlamında bakarsanız; Kürt sorunun çözümsüzlüğünün önemli bir ayağı da kuşkusuz iktisadi ayağıdır. Hem sömürü mekanizması açısından hem emperyal ayağı açısından hem de kapitalizme karşı verilen mücadelenin doğasından kaynaklı.

Dolayısıyla Kürt meselesinin çözümü açısından bugün ki sömürü düzenine karşı, bugünkü kapitalizme karşı mücadelenin bir parçası kendiliğinde oluyor. O zaman emek örgütlülüğü ile Kürt sorunu açısındaki bu rabıta, bu ilişki güçlü bir şekilde kurulmalı. Oysaki baktığımız zaman bugün toplumdaş eksik olan örgütlülüklerin en büyük handikapları, Kürt meselesiyle bu ilişkiyi kuramamış olmaları.

Bu da ister istemez bölgenin daha fazla yoksullaşmasını, daha fazla iktisadi şiddetle yüz yüze gelmesini hatta savaş politikalarına mecbur bırakılmasına sebep oluyor. Bölge derken sadece Türkiye’den bahsetmiyorum. Koca bir Ortadoğu’dan bahsediyorum. O Ortadoğu da bugün Başur’u ile Rojava’sı ile Bakur’u ile hep birlikte ele alınıp değerlendirilecek bir meseleden bahsediyorum. Bugün savaşın bu kadar yaygın bir şekilde Irak’ın kuzeyinde, Suriye’de süregitmesi, bu söylediğim iktisadi şiddettin Türkiye’nin yer yerinden olmasıyla doğrudan ilişkilidir.

Hem dış finansal etkiler hem de iç politik tercihler nedeniyle Türkiye’de yaşanan krizin bir başka boyutu da kötü gelen makroekonomik göstergeleri; daralma, işsizlik vs. Durumun ciddiyeti ne düzeyde?

Birincisi; yani iktisadi olmayan ölçüsü şiddet, otoriterlik. Ekonomi ne kadar kötüleşirse, otoriterlik o kadar yükselir. Mesele tüm toplumda özgürlük alanlarına bu denli şiddetle saldırılması, kadına yönelik şiddet, emek cinayetleri ve Kürt halkına dönük şiddet. Toplum adeta zapturapt altına alınmış, tüm özgürlük alanları boğulmuş durumda.

Demokratik tüm kurumlar tasfiye edilmiş, edilmeyenlerde çok az kalmış ve onların da nasıl tasfiye edileceğinin peşinde olan bir iktidar anlayışı var. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi dediğiniz, aslında bir ara kademe yönetim.

Yani parlamenter sistemden kopup, diktatörlüğe geçerken saha temizliği yapan bir ara yönetim. Tek parti, tek adam ve diktatörlüğe giden yolda bir ara yer. İktidar şimdi bunu zorluyor. Ve kapitalist sistemin içinde bulunduğu krizi bu anlamıyla otoriter rejimiyle birleştirerek, doğaya karşı şiddet, kadınlara karşı şiddet, Kürtlere karşı şiddet ve emeğe dönük şiddet olarak sürdürüyor. Birinci gösterge bu.

İkinci gösterge; yoksulluk göstergeleridir. Yoksulluk göstergeleri salt iktisadi göstergeler değildir. İktisadi olarak baktığınızda işsizlik, güvencesiz istihdam, güvenli çalışma sorunu, düşük ücretlerle çalışan işçiler. Bakın işçilerin yüzde 70’i asgari ücretle çalışıyor. Geriye kalan yüzde otuzunda yüzde 10’u asgari ücretin altında çalışıyor.  Yani tam bir köleleştirmeyle karşı karşıyayız. Bu da bir gösterge. Yani durumun ne kadar vahim olduğunu gösteriyor. Gıda yoksulluğu başladı.

İnsanlar artık açlık çekiyor. Türkiye’nin 20 yıl önce düşünemediği şeyleri yaşıyor ülke. 20 yıl önce bu ülkede ‘biz ekonomide işsizlik falan dediğimizde ‘Aç mezarı olmaz Türkiye’de’ diye klasik bir laf vardı. Yani Türkiye’deki halk bir şekliyle karnını doyurur ama bugün Türkiye’de ciddi bir açlık meselesi var. Gıda yoksulluğu meselesi var. Gelecek kaygısı meselesi var. Başta gençler olmak üzere toplumun büyük çoğunluğu gelecek kaygısı taşıyor. Yine sağlık sitemi çökmüş, eğitim sistemi çökmüş. İşte Şehir Hastaneleri yükselirken, sağlık çöküyor, paralı okullar yükselirken, eğitim çöküyor, kriz yükselirken kriz yükselirken tüm sosyal ağları dağılıyor çöküyor.

Üçüncüsü; tarıma bakın. Türkiye tarımını kaybetmiş durumda. Uzun süre aslında Kürtlere dönük şiddetin bir parçası da buydu. İşte yayla yasakları, ekilebilir arazilerin kurutulması, yine enerji bakanlığının bölgede estirdiği elektrik terörü. Tüm bunlara baktığında ciddi bir sınıf olan köylüler, çiftçiler ciddi mağduriyetler yaşıyor. Yine esnafların yoksullaştığını görüyoruz. Tüm bunların altında ise savaş mekanizması. Her gün savaş, her gün şiddet, orama baya saldıran, buraya saldıran yalan bir dünya yaratan ama o yalan dünyaları da ancak ve ancak bu tür baskı politikalarıyla ayakta tutan bir iktidar var karşımızda.

Tüm bu savaş, sömürü, şiddet politikalarının finansmanını nerden buluyorlar? Bunun toplumsal tahribatları ne olur?

Bu Türkiye’de çok fazla konuşulan bir konu. Şiddeti ve baskıyı sürdürmenin maliyeti çok pahalı ama iktidarda kalmanın yolu da bu politikalar. Çünkü sürekli olarak tank, top, İHA, SİHA üretmelisiniz. Paralı asker istihdam edeceksiniz, bekçi istihdam edeceksiniz onları giydireceksiniz. Bakın giderek yükseliyor. Bu da devletin mali bunalımını getiriyor. Bunun kaynağı nedir? Birincisi vergiler, ikincisi de borçlanma. Peki, vergide durum ne? En son ÖTV geldi. Artık her şeye saldırıyorlar. Nerden vergi alabilirse artık! Onların derdi vatandaşın bu vergiyi nerden bulacağı değil, yeter ki bu vergi gelsin. Varını yoğunu sattı, Merkez Bankası’nın yedek akçesine kadar tüketti ama bu devletin kendi mali krizi aşmasının yolu, silaha kaynak bulmasının yolu, müteahhitte kaynak aktarmanın yolu vergilerin artırılması. O yüzden her gün dolaylı vergi dediğimiz KDV’si ÖTV’si artıyor. Otobüse biniyorsunuz bilet fiyatı artıyor. Su içiyorsunuz vergi. Sigara içen vatandaşlar artık kanserden değil, vergiden ölecek.

İkincisi borçlanma. Kaynak bulmak için bir içeriden borçlanırsınız, bir dışarıdan borçlanırsınız. İçeriden borçlanmak için yüksek faiz vermeleri gerekiyor ama yüksek faiz vermek istemiyor. Faizleri aşağı düşüreceğim diye müteahhitleri, kredi kullanan yandaşlarını korumak için sürekli faizlerle oynadılar.  Ve aslında devletin mali mekanizmalarını çürüttüler. Bu durumda dış borçlanma için giderek daha fazla faiz ödüyorlar. Türkiye’nin kaynaklarını giderek daha çok ucuza pazara çıkartıyorlar ve doların bugün bu fiyata gelmesinin nedeni, aslında topyekûn ülke kaynaklarının değersizleşmesidir. Ülke kaynakları değersizleştikçe, yeni bir kaynak bulma arayışı Türkiye’yi pazarlama olanağının peşinde koşturuyor. Tüm bunların sebebi daha fazla silah ve daha fazla silaha kaynak aktarmaktır. Çünkü iktidar bundan besleniyor. Ülke bugün 1929-30’lu yılların başında Mark’ın başına gelenleri yaşıyor. Mark o kadar hızlı değer kaybediyor ki ve bu durum ister istemez beraberinde otoriterleşme ve inanılmaz bir faşist diktatörlük yani Nazi Almanya’sını ortaya çıkartıyor. Bizler buna karşı toplum olarak bir mücadeleyi örgütlememiz lazım. Yani bu gelen iktisadi şiddet aslında bizi nereye sürükleyeceğini çok net konuşabilmeyiz. Bu gidişat tek adam, tek parti diktatörlüğüne götürüyor.

Özellikle bankaların tahsil edilemeyen borçlarını düşündüğümüzde, bir banka krizi ve devletin mali krizi yaşanıyor diyebilir miyiz?

Ülke şu an tam bir mali kriz içinde. Yani devletin mali krizi şu anda yaşanıyor. Bir ülkede devletin mali krizi varsa zaten bankacılık krizi yaşanıyor demektir. Devletin mali bunalımı varsa eğer o ülkede tüm sektörler krizdedir. Bakın bugün Niğde yolunu açıyor değil mi. Daha önce birçok yol açtı, müteahhitlere bu paraları ödedi. Bu paraların hepsinin sözleşmesi dolar esaslı. 25 yıllık KÖBİ ile yapılan şeyler var. Ve tüm bu bedeller ülkeye bir yük. O bir mali kiriz üretiyor. Bunu ödeyebilmek için Türkiye halklarının, toplumunun değerlerini değersizleştirip satıyor. Satmanın bir yolu özelleştirme olabileceği gibi bir yönü de finansal varlığa çevirip bunları ipoteklemektir.

Türev piyasaları kullanmaktır. Toksin ürünler kullanmaktır. Yani finansal piyasaları bu şekilde piktif piyasa dilimi üzerinden şişirmektir. Kredilerle borçlanmalarla şişirmektir. Nereye kadar gider bu durum diye soracaksanız. Çöküşe kadar gider. Büyük bir çöküş bizi bekliyor. Savaş çığırtkanlığı nedeniyle çöküşü ötelemeye çalışıyorlar ama sadece iktisadi olarak çökmeyeceğiz. Herkes farkında mı bilmiyorum ama hem iktisadi anlamda çökeceğiz hem siyasi anlamda hem de toplumsal anlamda çökeceğiz. Bu çöküşten yegâne çıkış yolu bizim ortaya koyduğumuz modeldir. Biz bu konuda iddialıyız. Biz Türkiye halklarına bir Üçüncü Yol üzerinde seçenek yaratıyoruz. Yoksa diğer türlü pansuman tedbirlerle, palyatif tedbirlerle sistem krizi aşılamaz. Bu sisteme karşı Bir şeyler yaparak hem krizden çıkabiliriz hem de bu iktidardan kurtulabiliriz.

2001’deki gibi küçük bankaların batması veya devletleştirilmesi gündeme gelebilir mi? Bankaların devletleştirilmesi halkın sırtına yeni külfet mi?

Aslında Türkiye’deki bankalar ve sigorta şirketlerinin neredeyse tamamı özeleştirme furyasında ve yabancı yatırımcıları çekme furyasında el değiştirdi. Fakat bugün üç kamu bankası ciddi anlamda bir mali krizin içinde, gerçek rakamlar tabi ki topluma halka ulaşmıyor. Bu bankalar devletin yangınına sürekli su taşımakta ve kendileri de o yangının içine sürüklediler. Bu ciddi anlamda bir finansal yangındır, her yeri sarmalamıştır. Eğer bu gidişat durdurulamazsa varlık vergisi gibi vergi salmayı düşünebilirler. Diktatörlük dediğimiz yönetimlerde toplumun varlıklarına el koyma da var. Çöküşe sürükleniyorsunuz ve toplum bunu durduracak bir hamle yapmıyorsa, siyasi muhalefet bu denli dağınık, bir araya gelemiyorsa bu gidişat ister istemez bizi arzu etmediğimiz yerlere sürükleyebilir.

Tüm bu durum karşısında alternatif ekonomi oldukça değerli. Siz “Üçüncü Yol” siyaseti öneriyorsunuz. Dünya sistemi, “sınırsız ihtiyaç” ve “sürekli büyüme” üzerine kurulurken, “Üçüncü Yol” toplum ile ekonomi arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyor?

Üçüncü Yol’un ekonomisi en özetiyle anti-kapitalist olacak. Kapitalist sistemi yeniden üreterek farklı bir yol açamazsınız, o yol zaten kapitalist sitemin yoludur. Onun sağı, solu vardır, Cumhur İttifakı, Millet İttifakı vardır. Amerika’da demokratı, cumhuriyetçisi vardır, Almanya’da muhafazakarı sosyal demokratı vardır ama; hep bu iki yol arasındadır. Hepsi kapitalist sistemi yeniden üreten bir iktisadi anlayış ile hareket eder. Biz Üçüncü Yol ile bir anti-kapitalist anlayışı iktisadi olarak işaret ediyoruz. Nasıl ki üçüncü yolda bir siyaseten yerel demokrasi ile güçlendirilmiş yeni bir siyaseti tarif ediyorsak, parlamenter sistem koşullarını ele alıyorsak, nasıl ki demokratik yaşam modeli ile hareket ediyorsak, ulus devlete karşı demokratik ulus anlayışımız ile konuşuyorsak, radikal demokrasi hamlemiz varsa bu radikal demokrasi emek alanına sınıf anlayışı ile bakıyorsak, kadın mücadele alanını değişmez öncü bir mücadele alanı olarak görüyorsak, doğaya bu anlamda iktisadi zorunluluk ile değil, kendi gereklilikleri ile bakıyorsak;  Üçüncü Yol’un iktisadi anlayışı anti-kapitalist olmak zorundadır.

Topyekûn kapitalizmi başınızdan atamaya bilirsiniz ama bu sizin anti-kapitalist bir üretim ağı ve ona bağlı bir dayanışma ekonomisi kurmanıza engel değil. Yerel üretim, yerel demokrasi dediğimiz şey bu. Tarımı öncelememiz, kooperatiflerle ve yerel üretim yönetim ile bağlarını kurmuş demokratik toplumun kendi zihniyeti önemsiyoruz. Bu aynı Rojava’da olduğu gibi vahalar yaratmaktır. Olduğun yerden bizatihi dayanışma ekonomisini kurarak kapitalizmin saldırılarına direnmektir mücadele etmekti. Devri olmadığı sürece biz de biliyoruz, bir günde bankacılık sistemini değiştiremezsiniz ama bankaların saldırılarından kendinizi koruyabilirsiniz. Büyük şirketlerin sizi daha tarlada ürünü ekmeden sömürdüğü mekanizmadan önce, sağlıklı güçlü bir kooperatifçilik kurup bu büyük sermeyenin sizi sömürmesine karşı durabilirsiniz. Bu gedikleri aştığınız zaman, tahmininizden daha çok kısa bir sürede kapitalist sitem çatırdar ve çöküşe geçer.

Bugün için bir sosyal demokrasi modele ile bir liberal demokrasi modeli ile çare bulmak mümkün değildir. Çareyi üretecek olan radikal demokrasi modelidir. Bunu yaparken yerel demokrasinin ne denli önemli olduğunun farkına varmamız lazım. Bunları yapabilmeniz için Ankara’yı güçlendiren anlayıştan kurtulup yereli güçlendiren, mahalleni, sokağını, ilçeni güçlendiren bir anlayışa hızla geçmen lazım. İl ölçeğinde, belediye ölçeğinde sadece Ankara’nın değil bizzat yerinden yöneterek ayağa kaldırman gerekiyor. Tarlalarımıza, ağacımıza, toprağımıza sahip çıkmamız lazım. Kapitalist üretim ilişkilerinden kendimizi ne denli çıkartıp koruyabilirsek, kapitalizme karşı mücadelemiz o denli hızlı olur.

Üçüncü Yol ekonomisi ile üretimden koparılan kesimlerin tekrardan üretime dahil edilmesi süreci mi yaşanacak?

Kesinlikle. Bugün düşünün; üretimden koparılan Mardinli çiftçiler nerede? İzmir’in, Antalya’nın otellerinde, işportacıda daha fazla sömürülmekte. Urfa’da toprağından koparılan çiftçiler nerede? Ya mevsimlik tarım işçisi olarak bir yerlere gidiyor ya da inşaatlara gidiyor. Van’da, Diyarbakır’da işsiz kalanlar nerede nasıl yaşıyorlar? Yoksulluğun derinleşmesi en çok bölgede yaşanıyor. Bakın kayyım atamaları da bu bağlamda atılıyor. Yani kayyım atamak sadece iktidarın Kürtlere düşmanlığı değildir. Bir yönüdür ama ikincisi de bir sermaye tercihidir. Çünkü bölgenin kaynaklarını kayyum elliyle Ankara’ya aktarılmasıdır. İhalesi olan bir yol bir daha ihaleye çıkıyor. Bölgeye Ankara’dan bir kaynak geliyor. Bu kaynak ihaleye çıkıyor ihale sonucu bu kaynak tekrardan yandaş müteahhitte aktarılmış oluyor. Baktığınızda şunu görüyorsunuz; ‘belediye eliyle yol yaptık size daha ne istiyorsunuz’ deniliyor.

Bizim öncelikli ihtiyacımız o yol muydu? Bize ait olan o kaynak ile belki biz başka bir önceliğimizi yapacağız. Eğitim sistemimizi yerelin beklediği anadilinde yapacağız. Bütün ülkeyi ilgilendiren kamu hizmetleri varsa, oradaki bir ortaklaşmayı sağlayacak ama yereli ilgilendiren bir hizmete müdahalenin önüne geçmek gerekiyor. Bu aslında beraberinde demokratik planlamayı da getiriyor. Yerelin kaynaklarının birçoğu kapitalist sitemin kendi işleyişini kolaylaştırmak için israf ediliyor.  Bu artı değer dediğimiz mesele, sömürge dediğimiz meseledir. Bize hiçbir hayrı dokunmayacak, bu kadar HES neden yapılıyor? Daha çok bölgeye kuraklık getiriyor ama ha bire baraj yapılıyor. Ya güvenlik barajı ya da HES barajı neden? Bize hiçbir hayrı yok, halka bir hayrı yok, oysa ıslah edilmesi sulama ekilebilecek alanların korunması bölge halkına zenginlik getirecektir. Emeğimizin sömürülmesine izin vermememiz gerekir.