HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, dün gece HDP Genel Merkezi'nin kurşunlaması ile ilgili tepkisini dile getirdi. Önder, “Ne hikmetse, parti meclisi üyemizin geçemediği polis kontrolünden saldırganlar geçiyor” ifadesini kullandı. 

TBMM Bütçe görüşmeleri sırasında konuşan Önder 'in açıklamaları şöyle: 

Biz Halkların Demokratik Partisi olarak şiddeti bir hak arama yöntemi ya da gerekçesi olarak hiçbir zaman bulmadık, görmedik, en şiddetli bir şekilde bu uğurda hayatını kaybeden bütün yurttaşlarımıza rahmet diledik, yapılanı da nefretle kınadık. Ona rağmen hâlen, sadece son hadisede ilk -herkes kendini bilir- ve içten tepkimizi, duygumuzu söyledik. 

Bugün yine Emniyet Genel Müdürlüğünden sızdırılan bir belge geziyor, "Ankara'da da böyle bir şey olacakmış" diye; kaygı, endişe, gelecek korkusu, kırk yıl sürmüş bir savaş ve kırk yıl süren bir savaşı bekleyen mukadderat gibi. Savaş sözüne bazı arkadaşlar alınıyorlar. Devletin resmî kayıtlarında düşük yoğunluklu bir savaş olarak geçiyor bu hâl, devletin resmî kayıtlarında böyle. Kırk yıl süren bir savaşta savaşan tarafların temiz kalması, kirlenmemesi, işin içerisine başka ellerin girmemiş olması düşünülemez bile.

"POLİS KONTROLÜNDEN SALDIRGANLAR GEÇİYOR"

Dün gece Genel Merkezimiz kurşunlandı. Bir hafta önce, parti meclisi üyelerimiz ve MYK üyelerimiz parti Genel Merkezine güvenlik kontrolünden dolayı geçemiyorlardı. Sebebi söylenmeyen, işte "Sadece vekil geçebilir" gibi bir şey vardı. Bir düşünün, sizlerin siyasal partisinin önünde polis size böyle bir bariyer kuruyor. Ne hikmetse, parti meclisi üyemizin geçemediği polis kontrolünden saldırganlar geçiyor.

2 tane örnek vereceğim ama buraya kadar yaptığım konuşmayla ilgili aktarmak istediğim notu aktarayım. Meclise devam eden arkadaşlara aşina gelmiştir, devam etmeyenler de tutanaklardan teyit edebilirler; benim hakkımda kırk yıl istenen konuşma, bu Horasan erenleri, Anadolu erenleri hakkında yaptığım konuşmadır arkadaşlar. Diyarbakır Ceza Mahkemesinin gerekçeli kararında, bu konuşmayı aynen Diyarbakır'da da yapmışım, burada eksilttiğim bir şey yok, üstüne koyduğum bir iki cümle var, o konuşmadan dolayı hakkımda kırk yıl ceza isteniyor. Dileyen her arkadaşa o iddianamenin bir örneğini gönderebilirim.

İçinde, bu konuşmanın dışında ve bu konuşmanın DTK'da yapılmış olmasının dışında bir şey bulan çıksın, desin ki: "Sen yanlış beyanda bulundun, eksik beyanda bulundun, fazla beyanda bulundun" Bu, sadece bana özgü bir durum da değil. Dosyalarımızın tamamı, eğer bu süreç bir hakkın işletilmiş olsaydı yani dokunulmazlık süreci, bir karma komisyona gitseydi, eminim birçoğunuz "Ya, böyle saçma bir iddia için mahkemeleri meşgul etmeye değer mi?" derdi. Siyasetçinin söz hakkı dünyanın her yerinde çok geniş bir anlamda yorumlanabilir. En fazla, yanlış konuşmuş olabilir, en fazla, kötü konuşmuş olabilir -şiddete bir teşvik yoksa, onu ayırıyorum- ama bundan dolayı bir parlamenter hakkında kırk yıl ceza istenebilemez. Bu, işte o farklılaşan yaklaşım metotlarımızdan birisi.

3 SİYASAL PARTİYMİŞ GİBİ DAVRANILDI 

Biz 15 Temmuz darbesinde hep beraber imza attık fakat sonu nasıl geldi? Bunu imzalayan 3 siyasal partiymiş gibi davranıldı. Normalde bize düşen, o muameleye maruz kaldıktan sonra "Efendiler, yani biz sizinle ortak bildiriye imza attık ama siz bunu imzalayan 3 partiymiş gibi bundan sonrasında götürdünüz bu süreci. Şimdi niye bizim imzamıza müracaat ediyorsunuz?" dememiz gerekirdi fakat biz buralarda değiliz. Bizim efkâr ettiğimiz memleketin hâlidir, gençlerimizin hâlidir, topyekûn geleceğimizdir, ortak vatanımızdır. Onun için buraya da takılmadık, "Ortak olacak metin bir siyasal parti tüzüğü gibi olmamalı. Siz parti bildirgenizde istediğiniz kavramı kullanabilirsiniz ama bir müştereklik aradığınızda bu müşterekliğin gereğini yerine getirmek zorundasınız" dedik, zaten bize de "Beraber yazalım" denmedi, gittiğimizde bir metin vardı "Siz de buna imza atacak mısınız" diye biraz usul dışı bir yaklaşımla karşı karşıya kaldık.

Hukuksuzluklar burada bitmiyor. Bunlar içinden geçilmekte olan günlerde hep idrak edilemiyor ama sonrasında büyük bir utancın adı oluyor. Sonra insanlar bundan dolayı nedametlerini, bundan dolayı üzüntülerini defalarca belirtmek zorunda kalıyorlar. Hadi, bununla kalsa neyse ama ortak geleceğimiz çok önemli ölçüde tahrip olmuş oluyor ve giden gençlerimiz oluyor.

"BİR HAFTA ÖNCESİNDE BİZE YASAKTI"

Şimdi, hukuksuzluk bununla kalsa neyse dedim. Buradaki bütün milletvekili arkadaşlarıma, vicdanlarına seslenerek sormak istiyorum: Hepiniz cezaevinde istediğiniz tutuklu ve hükümlüyü ziyaret ediyorsunuz. Bir hafta öncesine kadar bize yasaktı. Bu yasağın, bir hafta öncesine kadar bize gerekçesi de söylenmedi. Biz hiçbir cezaevine gidemedik. Eş başkanlarımız cezaevine alındığında -bu bir ayıp vesilesidir, artık hukuk falan değil yani bu yapılana ayıp denir- diğer partilerin sayın milletvekilleri ziyaret edebiliyordu, biz edemiyorduk. Bu garabet daha fazla sürdürülemez olunca Sayın Adalet Bakanı, bize, hakkında fezleke olup da gitmeyenleri.

Oysa dün böyle bir şey yoktu yani bizim cezaevi görüş yasağımız neredeyse iki yıllık bir yasak ama bu durum başlayınca "Siz, mahkemeye gitmeyenler gidemez; fezlekesi olmayanlara görüş izni vereceğiz" dendi ve onlara da Ahmet Türk gibi, Gültan Kışanak gibi, Bekir Kaya gibi belediye eş başkanlarımızı ziyaret izni verilmedi. Hani, onların kriterine uyan vekillerimiz de bundan mahrum edildi.

Şimdi, bu gerekçe biraz önce yine değişti. Hakkında hiçbir fezleke olmayan bir sayın vekilimiz Adalet Bakanlığından -bu ölçülerle- cezaevi ziyareti için izin istedi. Biraz önce söylediği "Siz, o ortak bildiriye imza atmadınız, onun için görüş mörüş için bana gelmeyin."

"BUNLAR ASLINDA BİZİM MESELELERİMİZ DEĞİL"

Bunlar aslında bizim meselelerimiz değil. Gönül isterdi ki -belirten arkadaşlar da var, onları bir kenarda tutuyorum, hepsine hassasiyetleri için teşekkür ediyorum; iktidar partisinden de var, muhalefet partisinden de var- bu hak aramak böyle bir şeydir. Hani meşhur bir terkip vardır: İnsanlığın başına ne gelirse Hakk'tandır ama geliş sebebi Hakk'tan ayrılmaktandır. Gönül isterdi ki Hakk'tan ayrılındığı zaman burada bizlerden daha fazla diğer vekil arkadaşlarımız kalksınlar bu haksızlığın düzeltilmesi talebinde bulunsunlar, bu yok. Genel Merkezimiz dördüncü defa saldırıya uğradı, saat oldu beş, hiçbir siyasal partiden bir geçmiş olsun mesajı yok.

Ama iki tane çok önemli hadise var. Bundan önce Genel Merkezimize ateş açan Altındağ'da mukum bir yurttaş, çok genç, evinde kalp krizi geçirmiş ya da şüpheli bir şekilde ölmüş olarak bulundu ve bunlar fazlaca cezaevlerinde yapılan eylemle mütenasip bir alıkonulma ya da cezaya maruz kalma hiçbir zaman olmadı, gözlerden kaçtı. Muhtemelen kontra unsurların teşvik, tahrik ya da özendirdiği eylemi yapan bir yurttaştı, belki bir şeyler söyleyecekti, şüpheli bir ölümle hayatını kaybetti. Kimi araştırıyorsak bu konuda bize yönelen sabıka dosyası olarak böyle bir yurttaş hassasiyeti profilinin çok dışında kriminal bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu yapılmakta olan işte o gelişmiş Batılı emperyalist devletlerin kendi sıkıntılarını bir başka yere ihraç ederek kendi huzur ve stabilitelerini korumalarının bir eseridir.

Bir diğeri, bütün bu sürecin bozulmasına gerekçe olarak gösterilen, Urfa'da 2 polisimizin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan, katledilmesiyle sonuçlanan olay. Üzerinde yüzlerce şaibe gezip duruyor. En azından bildiğimiz, fail diye gösterdiklerinin bu meselenin faili olmadığı. Kısa geçeyim, dönemin Urfa Emniyet Müdürü Darbe Komisyonuna bir ifade verdi, bütün vekil arkadaşlar erişebilirler. Sayın Efkan Ala ve Sayın Numan Kurtulmuş'un oradaki saldırıya maruz kalma biçimi ve ardından tetiklenen süreçte çok ibretlik ve karanlık noktalar vardır.

Yani, birileri ülkeyi bu savaşla meşgul etmenin bir yolu olarak bu meyil verme planlarını devreye soktular. Bunun içerisinde bu eylemlere katılanların belki haberleri bile yoktur. Eskisi gibi öyle, bir bordro ilişkisi, bir kadro ilişkisi gerekmiyor. Bu toplumun hassasiyetlerini bilen, açık sinir uçlarını bilen birileri oraya bir kısacak dokunduğunda, kıvılcımın, linç duygularının, nefret söylemlerinin nasıl kabaracağını biliyorlar.

"HİÇ KİMSEDEN BÖYLE BİR ÇIKIŞ GELMEDİ"

Daha önce son konuşmamda süreci, "Süreçte aslında ne oldu"yu anlatmıştım ve sizlere bir taahhütle anlattım, dedim ki: Hükûmetten, dönemin bakanlarından, Başbakanından, Cumhurbaşkanından birisi "Sırrı, gerçekleri yansıtmıyor." ya da "Eğip büküyor." ya da "Yalan söylüyor." ya da "Fazla söylüyor." derse, delil istemeden özür dileceğimi söylemiştim. "İspat edin." demeyeceğim.

Farkındasınız, hiç kimseden böyle bir çıkış gelmedi. Dert ettiğimiz memlekettir ve doğruları söylüyoruz. Bir süreç yaşadık, eksileri oldu, fazlaları oldu ama dünyanın her yerinde de böyle olmuş. Biz kendi içtihatlarımızı oluşturarak yürümeye çalıştık ve kimse bihakkın el vermedi. Kimse bunun alternatif maliyetinin korkunç bir şey olacağını öngöremedi. Bugün, o günleri yaşıyoruz. Yeniden, bir birimizle göz hizasında ve seçilmiş bütün arkadaşlarımın hukuklarının iade edilerek aramızda olduğu günlerde göz hizasında dertlerimizi konuşup, çarelerini arama imkânlarının oluşacağı bir güne olan özlemle hepinizi saygıyla selamlıyorum.