İstanbul seçimlerinde HDP ile CHP’nin durumu başından beri çok konuşuldu. İttifak yapsınlar, aday göstermesinler derken seçime sayılı günler kaldı.

HDP danışma kurulu üyesi Zeynep Gambetti Sırrı Süreyya’nın Büyükşehir adaylığından Sarıgül lehine çekilmesini, diğer oyların HDP’ye verilmesini önerdi. Ardından gazeteci Hasan Cemal de T24’te Mustafa Sarıgül ve CHP’ye oy vereceğini yazdı.

HDP üzerinden bu tartışma ve öneriler gündeme gelirken HDP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Dr. Nazan Üstündağ da T24’e HDP ve CHP meselesini yazdı.

İşte o yazı:

HDP ve CHP seçmenleri sosyal medyada kıran kırana bir mücadele sürdürüyorlar. CHP seçmenleri oyların bölünmemesi için HDP’nin seçimlerden çekilmesini, HDP’ye gönül vermişlerin dahi CHP’ye oy vermesini salık verirken, HDP’lilerse neden CHP’nin kendileri için bir seçenek olamayacağını anlatıyorlar. CHP ile ilkesel olarak, neoliberalizmden Kürtlerin özgürlüğüne kadar her konuda ayrılan bir parti kitlesinin oyları bölme suçlamasıyla karşılaşması elbette abes. Aynı şekilde en üst düzeyde yapılmış olan basına açık görüşmelerde CHP’nin HDP’ye “sizle olmak bize zarar verir” dediği gerçeği basına defalarca yansımışken HDP’nin CHP seçmenleri tarafından ittifaka çağrılması da gerçekçilikten bir o kadar uzak.

HDP ile CHP kitlesinin duygusal açıdan dünyaya birbirinden ne kadar farklı baktığı ise daha az gündeme geliyor. Bu duygusal ayrım bir çağrı, bir ittifak, bir ortak endişe yaratısı ile giderilemeyecek kadar büyük. Bunun nasıl bir ayırım olduğunu anlamak için dünyanın en etkileyici postkolonyal yazarlarından Gayatri Spivak’ın bir alıntısıyla başlayalım. Spivak, sömürgeden ulus devlete geçen Hindistan’ın tarihi hakkında yazdığı bir yazıda ezilenler (subaltern) için şöyle der: “Kolonyalizmden ulus devlete geçişte bir tersine dönüş hayal edilir. Ancak bu geçişin ve tersine dönüşün heycanına kapılamayan ve iki düzenin enerjisine de, yatırımlarına da ilgisiz kalan bir alan vardır. Bu alan ezilenlerin alanıdır. Bu alan her iki (kolonyalizm ve ulus devlet) iktidar mantığı tarafından da işaretlenmiş, kitlesel ve bütünsel olarak tanımlanan ve sürekli sembolik ve fiziksel şiddete uğratılan bir alandır. “

HDP ile CHP’yi AKP’ye karşı muhalefetlerinde ayrıştıran öncelikle tam da bu (geçiş ve tersine dönüş) heyecanına kapılıp kapılmamak işte. HDP’nin örgütlemeye talip olduğu alan, bir çok defalar dediğimiz gibi, ezilenlerin alanıdır. Bu alanda yaşadığını düşünenler için AKP’nin iktidarının devrilip yerine herhangi başka birinin gelmesi, hele hele bu gelecek olan, yıllar boyunca uğradıkları sembolik, fiziksel ve sistematik şiddet araçlarını kimliği olarak kabul eden bir parti ise, hiç heyecan verici değil. Ondandır ki HDP’liler CHP’lilerin çağrısı karşısında ciddi bir şaşkınlığa uğruyor ve şiddete maruz kaldıklarını düşünüyorlar. Bir mantığın bir başka mantıkla ikame edilip, kendilerinin bu mantık içinde eritilmeye kalkışılması kadar, Türkçe olimpiyatlarından barajlara, tüm vaatleri birçok ezileni ya zerre ilgilendirmeyen, ya da ezilenleri topyekün hiçe sayan bir parti, kimse tarafından AKP’nin ehven-i şerri olarak ilgi görmüyor.

İkinci olarak HDP ile CHP tabanı aynı endişeyi de paylaşmıyor. Yüzyıldır zaten tutuklanan, zaten ölen, zaten yasaklanan, zaten yerinden edilen, zaten görünmez olan, zaten onlarca saat çalışan, zaten cinsel ve kimliksel baskılarla yaşayanlar için AKP’nin zıvanadan çıkışı tarihsel bir kopuş değil, tekerrürden ibaret. Büyük bir sarsıntı, kapatılış içinde hissedemiyorlar kendilerini. Tarihleri, zaman algıları başka bir mecrada akıyor. Hatta ezilenler için bazen her türlü devlet kurumunun herkesin gözleri önünde bir bir çökerek devlet zehrinin herkese doğru akması, iktidarın toplumun kimi kesimlerine karşı sürekli zinde tuttuğu savaşın gözle görülür, elle tutulur olması özgürleştirici, alan genişletici dahi olabiliyor.

Unutmamak gerekir ki ezilenler için zaten her gün, her şeyin olabileceği, her gün hayatta kalma ve var olma savaşının yeniden verildiği anlardan ibaretti. Ve ezilenlerin var oluşunu, hayatta kalmasını, temsiliyetini, yaşam alanlarının korunmasını, yönetime katılmalarını garanti etmeyen her türlü iktidar zaten hep endişe verici oldu.

Bunları biraz sezebildiklerinden olsa gerek, bazı CHP’liler “tatava yapma” çağrılarından en çok ezilenlerden olan Kürtleri muaf tutuyor. Hatta Kürdistan’da BDP’nin AKP’yi uğratacağı yenilgiden memnun oldukları açık. Ancak unuttukları bir şey var. Türkiye’de Kürt hareketi ne sadece Kürdistan’da var ne de sadece Kürtleri ilgilendiriyor. Kürtlerin Kürdistan’da ve Rojava’da oluşturdukları, oluşturmak için mücadele ettikleri yaşam, ideolojik ve materyal olarak (Bülent Küçük’ün T24’te daha önce yazmış olduğu yazılara referansla) birçok Türkü de Türkiyelileştirdi. Türkiye’nin batısında yaşayan bir çok Kürt ve Türk, Ortadoğu topraklarını kökten sarsan Kürt Özgürlük Hareketi’nin ezilenler için öne sürdürdüğü demokratik özerkliği, doğrudan demokrasiyi ve ezilenleri merkeze alan çözüm önerilerini tüm Türkiye için istiyorlar. Bu seçeneği bu toprakların tamamında büyütmek amacını taşıyorlar. Şimdilerde çokça sorulan “HDP de nereden kuruldu, ne istiyor ki?” sorusunun cevabı bu amaçta saklı.

Almanya’da yükselen faşizmin ayak seslerini duymayan ve hala var olan sistem içinde Almanya’nın sağcılaşmasına karşı bir cevap arayanlara istinaden Walter Benjamin ilerlemeci değil, mesihçi bir tarih anlayışını öne çıkarır. Tarih iyiye doğru akmamaktadır. Kolayca da iyiye akmaz. Kötümser olmak gerekir. Çok kötümser. Bu kötümserlikle ancak pırıl pırıl bir umutla başa çıkılabilir. Herkesin tanınacağı, herkesin eşit ve şahane olacağı bir gün gelecektir. O gün için şimdiden hayatı örgütlemek gerekir. Geçmişi paranteze kapatarak değil, çok çok iyi hatırlayıp, akılda tutarak. HDP’yi anlamayanlar, belki buradan da bakabilirler. HDP sadece iki kötüden birini seçmeyelim, ikisi de bizi ilgilendirmez, üstelik ikisi de bize bir şey vaat etmiyor demekle kalmıyor. Parti çatısı altındaki tüm halklar, BDP ile beraber Ortadoğu’da hep birlikte olağanüstü bir geleceği şimdiden inşa edelim diyor. HDP geçmişi unutarak, bugüne kitlenerek, yarının iyiye gidebileceği ihtimalini reddediyor. Herkesi rahatsız etme pahasına yakın tarihin bütün felaketlerini ve bunların müsebbiplerini sayıp döküyor. Bambaşka bir yarını kurmaya talip oluyor. İşte bu sebeple HDP umudun partisiyiz diyor, bu sebeple bu kadar militanca savunuyor durduğu yeri.

Tüm bunlar AKP yönetimi altında geldiğimiz noktanın felaketini küçümsemek anlamına gelmesin. Ancak bu felaketi göreceleştirsin. Özellikle bu güne kadar öyle ya da böyle belli bir kurumsal sürekliliği var saymış olanlar olarak, AKP’nin var saydığımız bu kurumsal sürekliliği ortadan hızla kaldırması ve gündelik hayat akışımızı değiştirmesi karşısında tökezlemeler yaşıyoruz.

Bu tür kurumsal iflas durumlarında birçoğumuz devletin yeniden restorasyonunu istemekten bilinmedik riskli mecralardan kaçınmaya, acil bir çözüm bulmaya kadar bir çok yere savrulabiliyor. Kimilerimiz ise seçimlere kitleniyor, kaybedilecek bir oyun peşine düşüyor, bağnazlaşabiliyor. Üstelik bu tür kurumsal çöküşler gene görece korunaklı yaşayanların hayatına bilmediği tanımadığı çeşit çeşit şiddeti de getirebiliyor, toplumsal alanda var olan tüm çatışmaları açığa çıkartıyor. Baş etmekte zorlanıyoruz. Şiddet üzerine yazan Rene Girard kurumsal çöküş dönemlerinde “farkın” başa çıkılamaz bir hal aldığını söyler. Kurumlara, kurumların kurduğu hiyerarşilere, kontrollü “çoğulluğa” güvenilemeyince bütün öçler, hınçlar, kinler, korkular ortalığa dökülüverir. Laflar hızla değiş tokuş edilir, canlar yakılır. Herkes hemen şimdi müdahil olmaya, kendini zorla ifade etmeye kalkar.

Üstelik böyle dönemlerde herkes kurbanlar arar. Birbirini kurban eder. Düzensizliğin sebebini ötekinde arar. Bir düşman seçilir, o ortadan kalksa sanki yeniden düzen kurulabilecek, herkes bir durabilecek, nefes alabilecek, hayata yeniden başlayabilecektir. Kurbanlar genelde konuya ilgimizi taze tutacak kadar bize benzeyen, ancak arkasından çok da üzülmeyecek kadar bizden uzak olmalıdır. Ayrıştırmalar, kültürel, ideolojik uzaklaştırmalar, şüphe etmeler başlar.

HDP’ye karşı türlü linç saldırılarının yoğunluğunu işte bu kaos döneminin bir ürünü olarak görmek gerekir. AKP tabanına dönük ötekileştiren söylemler de, İstanbul’un çeşitli mahallelerinde özellikle Alevileri hedef alan saldırılar da tamamıyla farklı tarihselliklerine rağmen, bir ölçüde, aynı bağlamda ele alınabilir.

Yine bir süredir sosyal medyada gerçekleşen çatışmalar da böyle bir ruh halinin uzantısı olarak değerlendirilebilir. Böyle bir ruh halinin uzantısı olarak ben de sosyal medyada meslektaşım Zeynep Gambetti’ye, HDP, CHP lehine seçimden çekilmeli mi sorgulaması sırasında yönelttiğim saldırganlığımdan dolayı ve olay kamusal alanda cereyan ettiği için, kamusal alanda özür dilerim.

Örgütlülük, kendi geleceğini kurmak konusunda kendine güven, kötümserlik içinde umut yaratmak, devlet restorasyonuna ya da başka bir aktöre değil, bedel ödemiş halka, halkına güvenmek, anlık korkulara, kinlere ya da hesaplara kapılmamak... Bunları Kürt hareketinden ve siyasetinden, sosyalizmden, feminizmden öğrendik. Daha da çıkartacak çok ders var. Geçen hafta tanık olduğumuz Kürt hareketinin yolculuğunun yeni mecrası, olağanüstü newroz kutlamaları, mektup, açıklamalar hepsi büyük ilhamlar vermeye devam ediyor. İşte bu yüzden tüm ezilenlerin bir hesaba, mantığa mahkum edilmediği, baskılanmadığı, geleceklerini kendilerinin kuracağı bir dünyanın çok yakında tüm halklar için bizi beklediğine güvenim tam. Dilerim seçim sonuçları ne olursa olsun, umudu ve güveni kendi içimizde, çevremizde, tüm halklarla beraberce yaratma mücadelesinde güçlenmeye devam edelim.