[...]Ulusal sınırları ve etnik ve dini ayrımları aşan bir öz-örgütlü belediyeler konfederasyonu, [ortak zenginliklere] el uzatmaya devam eden emperyalist iktidarlara ve kapitalist güçlere karşı en iyi siperdir. Bu hedefe ulaşmak üzere verilen mücadelede, Murray Bookchin tarafından ortaya atılan düşünceleri ve liberter belediyecilik pratiğini takip etmek, önümüzdeki hiç de yabana atılmayacak seçeneklerden biridir.

Joris Leverink / Çeviri: Sendika.Org

Geleceğin Devrimi: Halk Meclisleri ve Doğrudan Demokrasinin Vaadi’nin (Verso 2015, Dipnot 2015) önsözünde, -1921’de New York’ta Rus Yahudisi göçmen bir çevrede doğan- Murray Bookchin’in radikal siyasete, Komünist bir gençlik örgütü olan Genç Öncüler’e katılarak dokuz yaşında atıldığı söylenmektedir. Bookchin’in, kendini 1950’lerde bir anarşist ve sonradan toplumsal ekoloji düşüncesini geliştirmesinin ardından bir “komünalist” ya da bir “liberter belediyeci” olarak adlandırmadan önce, İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda Stalinizm’den Troçkizm’e geçtiği “solculuk hayatı” buradan başlatılabilir.

Bookchin her ne kadar -İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra radyo teknolojisi üzerine aldığı birkaç ders hariç- hiç üniversiteye gitmemiş olsa da, pek çok derginin ve 1974’te Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nün kurucusu olmakla birlikte düzinelerce kitap yazı ve yüzlerce akademik makale yayımladı. Bookchin’in radikal siyasete muhtemelen en önemli katkısı, ekoloji kavramını siyasal düşünce alanına (yeniden) dahil etmesiydi.

Bookchin, yeni ortaya çıkan çevreci hareketlerin düşüncelerine ve pratiklerine, onları sadece kapitalizmin “teknik olarak düzeltilmesini” savunmakla suçlayacak ve onların karşısına sistemik bir sorunun temel nedenlerine yanıt verme arayışında olan bir ekolojik yaklaşımla karşı çıkacaktı. Ona göre, kapitalizmin ölümcül kusuru, Marksistlerin inandığı biçimde işçi sınıfının sömürüsünde değil, karşı durulmadığı takdirde kaçınılmaz biçimde insanların insanlıktan çıkarılmasına ve doğanın imha edilmesine yol açabilecek olan doğal çevreyle olan çatışmasında yatıyordu.

Geleceğin Devrimi, 1992 tarihli “Ekolojik Kriz ve Toplumu Yeniden Yaratma Zorunluluğu” makalesini de içeriyor. Bu makalede Bookchin, “mevcut ekolojik ve toplumsal problemlerimizin kaynaklarına değinirken toplumsal ekolojinin ortaya koyduğu en temel mesaj, doğaya hükmetme fikrinin insanın insan tarafından tahakküm altına alınmasından köklenen bir fikir olduğudur” iddiasında bulunuyor. Bir ekolojik toplumun gelişmesi için, ilk olarak insanlar arasındaki tahakkümün yok edilmesi gerekiyor. Bookchin’e göre, “kapitalizm ve onun alter egosu olan ‘devlet sosyalizmi’, tahakkümle ilgili bütün tarihsel problemleri daha da içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur” ve piyasa ekonomisi, durdurulmadığı takdirde, “büyü ya da öl” ideolojisinin bir sonucu olarak doğal çevremizi imha etmekte başarılı olacaktır.

Yıllar boyunca Bookchin, ABD’deki anarşist gruplar, -kendi sözleriyle, “halk temsilinin bir aracı olarak, bir yandan, parlamentarizmin iç karartıcı döngüsünden ve onun ‘parti’ mekanizmalarını mistikleştirmesinden kurtulurken, diğer yandan, otantik yurttaşlığın icra edilmesi için kamusal alanı yeniden talep etmeyi amaçlayan”- liberter belediyecilik düşüncesinin anarşizmin siyasal ve toplumsal olarak yeniden belirginleşmesi için kilit önemde olduğuna ikna etmek için uğraştı.

Liberter belediyecilik, siyaset pratiğini profesyonel, meslekten politikacılardan “çalmak” ve onu yurttaşların eline teslim etmek adına doğrudan yüz yüze meclislerin hayata geçirilmesini teşvik eder. Bookchin, devleti “tamamen yabancı bir form” ve “insani gelişme açısından bir diken” şeklinde tanımlayarak, liberter belediyeciliği, “öz olarak demokratik ve yapı olarak hiyerarşik-olmayan” ve rasyonel ve ekolojik bir topluma ulaşma mücadelesinin temel kaynağı” olarak sunmaktadır.

Bookchin’in hayal kırıklığının büyük kısmı, anarşistlerin büyük kısmının onun düşüncelerini kabul etmeye yanaşmaması ve siyasal açıdan görünür kalmaya devam etmek ve gerçek bir devrim yapmak adına yerel yönetimlere katılmak zorunda olduklarını kabul etmekte isteksiz olmaları nedeniyleydi. Bookchin, siyasal olarak Marksistler, sendikalistler ve anarşistler arasında olgunlaşmasına karşın, sadece kendi toplumsal ekoloji düşüncesinin gelişime yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda soldan çokça eleştiri almasını da sağlayacak biçimde bütün bu akımlara karşı temel eleştiriler geliştirdi ve bu eleştirelliğini korudu.

KÜRT DİRENİŞİ

1970’lerin sonunda, Bookchin, ABD’de insanların toplumsal ekoloji teorisinin değerini ve önemini kabul etmesi için mücadele ederken, dünyanın başka bir yerinde ise tamamen farklı bir mücadele ortaya çıkıyordu. Ağırlıklı olarak Türkiye’nin güneydoğusundaki Kürt bölgelerindeki dağlarda, daha sonradan Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesini benimseyecek ve hayata geçirecek bir örgüt kurulmuştu.

Örgüt, kendisine Kürdistan İşçi Partisi (Kürtçe kısaltmasıyla PKK) diyordu ve 1984 yılında Türk devletine karşı ilk saldırılarını gerçekleştirdi. Bu ilk operasyonları kısa süre sonra başkaları da takip edecek ve bu saldırılar giderek bugün halen sürmekte olan otuz yıllık bir silahlı mücadeleye dönüşecekti.

PKK, Marksist-Leninist düşünceden ilham alıyor ve sosyalist ilkeler üzerine kurulacak bağımsız bir Kürt devleti için savaşıyordu. Kürtlerin geleneksel yurdu, modern Türkiye, İran, Irak ve Suriye topraklarının belirli parçalarına yayılıyordu; bu durum, Ortadoğu’daki eski Osmanlı-Türk topraklarının Fransa ile Birleşik Krallık arasında paylaşılmasına yol açan bir anlaşmayla 20. yüzyılda gerçekleşecekti. Türkiye, Suriye ve Irak arasındaki sınırlar, 1916 tarihli meşum Sykes-Picot anlaşmasına dayanıyordu.

PKK’nin mücadelesi, bir gün farklı Kürt topraklarının birleşmesini görmeye dönük ütopyacı bir arzu yerine, öncelikle -Türk devleti tarafından işgal edilmiş olarak görülen- Kuzey Kürdistan ya da Bakur‘un kurtuluşuna odaklanacaktı. Ancak 1990’lı yıllar boyunca PKK, bağımsız bir Kürt ulus-devleti kurmaya dönük niyetinden yavaş yavaş vazgeçme ve diğer olasılıkları keşfetmeye başladı. 1999 yılında -PKK’nin kurucusu ve lideri- Abdullah Öcalan, yirmi yıl önce Türkiye’den göçmek zorunda kalmasının ardından PKK’nin operasyonları yönetmekte olduğu Suriye ile Türkiye arasında diplomatik bir kavganın konusu haline gelecekti. Suriye, Öcalan’ı, bir başka sığınak aramak üzere ülkeyi terk etmenin dışında bir seçenek bırakmayacak şekilde daha fazla barındırmayı ve korumayı reddetti. Kısa süre sonra, Öcalan Kenya’da tutuklandı ve -daha sonra ömür boyu hapis cezasına çevrilmekle birlikte- idam cezasına çarptırılacağı Türkiye’ye iade edildi.

Öcalan’ın yakalanması, PKK’nin bağımsızlık mücadelesi açısından bir kırılma noktasıydı. Çok kısa bir süre sonra örgüt, bağımsız bir devlete dönük taleplerini yerel düzeyde daha fazla özerklik talebine çevirecekti. Öcalan ise, hapisteyken, toplumsal dönüşüm üzerine yazdıkları onu bağımsız bir ulus-devlet idealinden vazgeçmesi ve bunun yerine “Demokratik Konfederalizm” olarak adlandırdığı alternatif bir hattı izlemesi açısından etkileyecek olan Bookchin’in çalışmalarıyla tanışmaya başladı.

Yıllar önce, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, PKK zaten ulus devlet kavramına dönük eleştirel yaklaşımlara sahip olmaya başlamıştı. Kürtlerin geleneksel yurtlarından hiçbiri sadece Kürtlerden oluşmuyordu. Dolayısıyla, Kürtler tarafından kurulacak ve kontrol edilecek olan bir devlet de, aslında, Kürtlerin uzun yıllardır bastırılması gibi, etnik ve dini azınlıkların bastırılması potansiyeli yaratacak biçimde geniş azınlık gruplarına ev sahipliği yapacaktı. Aslında, bir Kürt devleti, bölgede süregiden sorunların bir çözümü olmaktan ziyade bir devamı olarak görülmeye başlanmıştı.

Nihayet, bir tarafta kapitalizm ile ulus devletin, diğer tarafta ataerkillik ile merkezi devlet iktidarının karşılıklı bağımlılığını analiz eden Öcalan, gerçek özgürlüğün ve bağımsızlığın, ancak, hareketin baskının ve sömürünün bu kurumsallaşmış formlarıyla bütün bağlarını koparmasıyla mümkün olabileceğini kabul edecekti.

DEMOKRATİK KONFEDERALİZM

2005 tarihli broşürü “Demokratik Konfederalizm Bildirgesi”nde Abdullah Öcalan, PKK’nin bağımsız bir Kürt ulus devleti kurmaya dönük önceki niyetiyle resmen ve kesin biçimde bağını kopardı. Öcalan, bahsi geçen broşürde, “Ulus devletler sistemi, 20. yüzyılın sonundan itibaren toplumun ve demokrasi ve özgürlüğün gelişmesinin önünde ciddi bir engel haline gelmiştir” iddiasında bulunuyordu.

Öcalan’ın görüşüne göre, Ortadoğu’daki krizden yegâne çıkış yolu, “gücünü ulus devletlere dayanan küreselleşmeden değil, doğrudan halktan alacak olan” bir demokratik konfederal sistemin kurulmasıydı. Hapiste bulunan isyancı lidere göre, “ne kapitalist sistem ne de emperyalist güçlerin baskısı demokrasiye yol açmayacaktı; bunlar sadece kendi çıkarlarına hizmet ediyorlardı. Görev, toplumdaki dini, etnik ve sınıfsal farklılıkları dikkate alan … bir taban demokrasisinin gelişmesine yardımcı olmaktı.”

Öcalan’ın bir demokratik konfederal modelin geliştirilmesi çağrısından kısa bir süre sonra, Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi (DTK) kuruldu. 2011’deki toplantıda, kurul, siyaset, adalet, özsavunma, kültür, toplum, ekonomi, ekoloji ve diplomasi alanlarında devletten özerklik talep eden Demokratik Özerklik İlan Belgesi’ni açıkladı. Türk devletinin tepkisi tahmin edildiği gibi olacaktı: Cepheden karşı çıkma ve suçlamalar yoluyla, DTK derhal yasaklandı.

Öcalan tarafından geliştirilen Demokratik Konfederalizm düşüncesinin, Bookchin’in toplumsal ekolojiye ilişkin düşünceleriyle pek çok paralellik taşıması tesadüf değildir. Öcalan, 2000’lerin başında, hapisteyken Özgürlüğün Ekolojisi‘ni ve Kentsiz Kentleşme‘yi okumaya başlayacak ve kısa süre sonra kendisini Bookchin’in öğrencilerinden biri olarak ilan edecekti. Öcalan, avukatları yoluyla, bu radikal düşünürün düşüncelerinin Ortadoğu bağlamına nasıl uygulanabileceğine dair yollar bulmak adına Bookchin ile bir görüşme ayarlamaya çalıştı.

Ne yazık ki o dönemde Bookchin’in sağlığının kötü olması nedeniyle bu görüşme gerçekleşmedi fakat Bookchin Öcalan’a Mayıs 2004’te bir mesaj gönderdi: “Umudum Kürt halkının bir gün dehalarının bir kez daha filizlenmesine izin verecek özgür, rasyonel bir toplum kurabilmesi yönündedir. Kürtler, onlara kılavuzluk eden yetenekleriyle Öcalan gibi bir lidere sahip oldukları için şanslılar.”

Karşılığında ve Bookchin’in Kürt hareketi üzerindeki kritik etkisinin bir tür onaylanması olarak, Temmuz 2006’da öldüğünde, PKK’nin bir toplantısında, Bookchin “20. yüzyılın en büyük sosyal bilimcilerinden biri” olarak anılarak onurlandırılacaktı. Burada, proje “yaratıcı ve gerçekleştirilebilir” olarak tarif edilerek Kürtlerin demokratik konfederalizmi kuran ilk toplum olabileceğine dair umut da ifade edilecekti.

İKİLİ İKTİDAR, KONFEDERALİZM VE TOPLUMSAL EKOLOJİ

Demokratik konfederalizm, son on yıl boyunca, yavaş fakat emin adımlarla Kürt toplumunun ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bookchin’in düşüncesinin üç unsuru, Kürdistan boyunca [hayata geçirilecek olan] bir “demokratik modernite”nin gelişimini özellikle etkileyecekti: “İkili iktidar” kavramı; Bookchin’in liberter belediyecilik başlığı altında önerdiği konfederal yapı; ve uygarlığın temellerine dek uzanan pek çok çağdaş mücadelenin köklerine dayanan ve doğal çevreyi bu sorunların çözümünün merkezine yerleştiren toplumsla ekoloji teorisi.

İkili iktidar

İkili iktidar kavramı, Bookchin’in çalışmalarının anarşist, komünist ve sendikalist gruplar tarafından reddedilmesinin temel nedenlerinden biridir. Devletin bir proleter ayaklanmayla ilga edilmesini savunmak yerine, Bookchin, devlet iktidarının, halk meclisleri ve mahalle komiteleri formunda alternatif kurumlar geliştirerek -ve özellikle, belediye seçimlerine katılarak-, nihayet onu gereksiz hale getirecek biçimde aşağıdan “altının oyulabileceğini” ileri sürmektedir.

Bookchin’in iktidar kurumlarını devralmaya ve inşa etmeye dönük eğilimi, onun devlet yönetimine karşı siyaset analizinden kaynaklanmaktadır. Bookchin’e göre, “Marksistler, devrimci sendikalistler ve otantik anarşistler, bunların hepsi, bir yurttaşlık arenası ve halkın demokratik olarak ve doğrudan kendi topluluk ilişkilerini yönetmesini sağlayan kurumlar olarak anlaşılması gereken bir siyasete dair hatalı bir kavrayışa sahiptirler.” Bookchin, “siyaset”e yapılan normal atıfları “devlet yönetimi” ya da profesyonel politikacıların meşgul olduğu bir tür iş olarak görmektedir.

Bookchin açısından ise “siyaset”, aksine, pek çok solcu devrimcinin ortadan kaldırılması gerektiğine inandığı bir tür özünde kötü pratikten ziyade, aslında, toplumu bir arada tutan bir tutkaldır. Siyaset, iktidarın herhangi bir biçimde istismar edilmesinden kaçınmak adına bir şekilde örgütlenmesi gereken bir şeydir. Bookchin, Komünalist Proje başlıklı makalesinde, “Otoriteryanizmden kurtulmak, ancak ve ancak, iktidar ve liderliğin birer ‘yönetme’ biçimi olduğu yönündeki kabullerle ya da iktidar ile liderliğin gerçekliğini gizleyen liberter metaforlarla değil, iktidarın açık, özlü ve ayrıntılı bir şekilde tahsis edilmesiyle sağlanabilir.” demektedir.

Kürtlerin Bookchin’in ikili iktidar düşüncesini sahiplenmesi, DTK’nın toplumun farklı düzeylerindeki örgütlenme tarzında çok açıktır. DTK genel meclisi, yılda iki kere, Kuzey Kürdistan’ın de facto başkenti olan Diyarbakır’da toplanmaktadır. 1.000 delegeden yüzde 40’ı, idari kurumlarda farklı konumlara sahip seçilmiş yetkililerden oluşurken, yüzde 60’ı ise sivil toplumdan gelmektedir ve bu kişiler, halk meclisleri üyesi, STK temsilcisi ya da bir yere bağlı olmayan bireyler olabilirler. Mecliste alınan kararlar, her iki örgütsel yapıda da yer alan üyeler eliyle kent konseyine taşınmaktadır.

Konfederalizm

Konfederal sistem de yine DTK’nın örgütsel yapısında açıkça ortaya konmuştur. Konfederalizmin Anlamı‘nda, Bookchin, konfederalizmi “üyeleri ya da delegeleri yüz yüze demokratik halk meclislerinden, çeşitli köylerden, ilçelerden ve hatta büyük şehirlerin mahallelerinden seçilmiş olan bir idari konseyler ağı” şeklinde tanımlamaktadır. Bu açıklama, Kürt bölgesindeki – yanı sıra Türkiye ve kuzey Suriye’deki- pek çok yerdeki duruma neredeyse tamamen uygun düşmektedir.

Bunun açık örneklerinden biri, konsey hareketinin özellikle yerleşikleşmiş olduğu Diyarbakır’daki durumdur. Bu durum, Amed Kent Konseyi üyeleri tarafından Kuzey Kürdistan’da Demokratik özerklik kitabında açıklanmıştır:

Amed’in on üç ilçesi bulunmaktadır ve her birinin kendi kuruluna sahip bir konseyi vardır. Bu ilçelerde, kendi mahalle konseylerine sahip mahalleler n-mevcuttur. Bazı ilçelerde mahalle konseyi sayısı sekize kadar çıkamaktadır. Ve bazı yerlerde ise neredeyse her sokakta bir konsey bulunmaktadır. Civar köylerde, kent konseyine bağlanmış olan komünler vardır. Böylece iktidar daha derim biçimde tabana yayılmaktadır.

Joost Jongerden ve Ahmet Akkaya’nın “Confederalism and Autonomy in Turkey” [Türkiye’de Konfederalizm ve Özerklik] makalesinde de belirttiği üzere: “DTK sadece mevcut örgütlerden biri değildir, halk iktidarının köy, ilçe ve kent konseyleri boyunca doğrudan ve sürekli icra edilmesiyle tanımlanan yeni bir siyasal paradigmaya şekil verme girişiminin bir parçasıdır.”

Bu yeni siyasal paradigmanın yalnızca kurumsallaşmış siyasal alanın dışında var olan bu girişimler tarafından değil, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ve Halkların demokratik partisi (HDP) gibi Kürt-yanlısı siyasi partiler tarafından da savunulduğunu da not düşmek önemlidir. Nihai hedef ise Demokratik Özerkliği sadece Kürtlerin yaşadığı bölgelerde değil, hem Türkiye’de hem de Suriye’de ulusal düzeyde de kurmaktır.

Toplumsal ekoloji

Bookchin’in toplumsal ekoloji teorisi, “insanlığın doğal dünya ile koruyucu bir denge içinde yaşabilmesi adına toplumsal ilişkileri yeniden düzenlemek zorundayız” inancıyla karakterize olmaktadır. Kapitalizm-sonrası bir toplum, ekolojik çevre ile uyumlu biçimde yaratılmaksızın başarılı olamaz.

Bookchin, “toplumsal ekolojinin ileri sürdüğü en temel mesajın, doğaya tahakkümün insanın insana tahakkümünden kaynaklandığı düşüncesi olduğunu” iddia eder. Toplumsal ekoloji, yaklaşan ekolojik felaketi engelleme ihtiyacını süregiden toplumsal mücadelelerin merkezine yerleştirmesiyle, hiyerarşik olmayan ve eşitlikçi bir toplumun nasıl örgütleneceğine ilişkin geleneksel Marksist ve anarşist görüşlerin ötesine geçmektedir.

Geleneksel olarak tarım ve hayvancılık ile geçinen kırsal bir halk olan Kürtler açısından, ekolojik çevreyi sürdürmek, en az eşitlikçi bir toplum yaratmak kadar kritik önemdedir. Dağlık yurtlarında ve bereketli Mezopotamya ovasında, neredeyse gündelik biçimde, devlet eliyle çevresel yıkım yaşanmaktadır.

Bunun en bariz örneği, düzinelerce devasa barajın inşa edildiği ya da yapım aşamasında olduğu Türkiye’deki GAP Projesi’dir. Proje, bölgeye, inşaat alanlarında yaratılacak istihdamla, ihracata dönük mahsuller üretecek daha iyi sulama imkanları olan büyük çiftliklerle ve mülkü kamulaştırılmış küçük çiftçilere gündelik işler ve pek çok hidroelektrik santralinin inşa edilmesiyle güçlendirilmiş bir enerji altyapısının sağlanmasıyla, bölgenin gelişmesini sağlayacak gibi sunulmuştur.

Burada devlet temsilcileri tarafından “gelişme” olarak algılanan şey, halkın evlerinin ve köylerinin sular altında kalmasına şahit olduğu, önceden serbestçe akan nehirlerin metalaştırıldığı, halkın topraklarına el konulduğu ve büyük şirketler tarafından alınarak uzaklarda villalarda oturan çiftlik sahiplerinin zenginleşmesinden başka hiçbir amaca hizmet etmeyecek biçimde endüstriyel düzeyde mal üretimi için kullanıldığı, tamamen farklı bir biçimde tecrübe edilecekti.

Doğal çevreyi sürekli ona el uzatan kapitalist güçlerin yıkıcı pençelerinden kurtarmak devletle doğrudan bir karşı karşıya gelişe neden olurken, kritik -ve potansiyel olarak daha devrimci- olan ilk adım, kişiler-arası düzeyde hiyerarşinin yok edilmesini içermektedir. Bookchin’in de söylediği üzere, insanların doğa üzerindeki tahakkümünün insanın insan üzerindeki tahakkümünden kaynaklanması nedeniyle, çözüm de benzer bir yörüngeyi takip etmek durumundadır.

Bu bakımdan, kadınların kurtuluşu, toplumsal ekolojinin en önemli yönlerinden biridir. Erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümüne dokunulmadığı sürece, doğal çevremize -kendi çıkarımız için sömürülecek bir metadan ziyade- insan yaşamının asli ve ayrılmaz bir parçası olarak muamele etmekten de halen uzağız demektir.

Dolayısıyla Kürt toplumunda süregiden kurtuluşçu projeler, umutlu bir işaret olarak okunmalı. Her ne kadar Kürt aileler arasındaki ve Kürt toplumundaki toplumsal ilişkiler pek çok durumda helen eski âdetler ve gelenekler tarafından yönlendiriliyorsa da, halihazırda radikal değişimler de gözlemleniyor. Amed kadın Akademisi’nden bir aktivistin Tatort Kurdistan‘a verdiği söyleşide dediği üzere:

Kürt aileler yeni sisteme, Demokratik Özerkliğe halen daha gerçekten açık değiller. Henüz onu içselleştirebilmiş değiller. Bizler, aktivistler olarak, bu sistemi fazlasıyla içselleştirdik ve her ne kadar küçük adımlarla da olsa, değişim yaratmak, Demokratik Özerklik düşüncelerini ailelere açıklamak da bizim sorumluluğumuz. Bu sistem üzerine dışarıda nasıl konuşuyorsak, evlerde de konuşmaya başlayabiliriz. Ailelerimiz bizim bunu ne kadar ciddiye aldığımızı gördüklerinde, bundan etkileneceklerdir. Kuşkusuz, tartışmalar genellikle çok zor oluyor. Kapılar yüzümüze çarpılıyor, insanlar bize bağırıyor. Fakat yine tahammül ve tartışma, aileler içinde de değişim yaratmaya başlamış durumda.

DİNLE, ÖĞREN VE TAKİP ET

Kürdistan’daki -özellikle Suriye’nin kuzeyindeki bir Kürt bölgesi olan Rojava’daki- gelişmeler, yerkürenin dört bir yanındaki aktivistleri radikal tahayyülünü kışkırttı. Rojava’daki devrim, 1936’da Barselona’da yaşananlar ve Meksika, Chiapas’taki Zapatistalar ile karşılaştırılmaktadır. Radikal solun da herkes kadar kendisine ait bir mitolojiye ihtiyacı vardır ve bu anlamda Rojava, Barselona ve Chiapas, bir alternatifin olduğuna ve toplumu farklı bir yoldan örgütlemenin mümkün olduğuna dair umut dolu birer hatırlatıcı işlevi görmektedirler.

Ancak, bu radikal örgütlenme örneklerini, sadece zor zamanlarda kutsanacak bir umut işareti olarak bir kaideye yerleştirip sabitlersek, bu mücadelelere dönük desteğimizin de, çoğunlukla, televizyonda tuttuğumuz futbol takımına tezahürat yaparken sergilediğimiz destekten pek bir olmayacaktır. Chiapas ormanlarındaki Zapatistalar ve Mezopotamya ovasındaki Kürtler, kendi güçlerinin ve kararlılıklarının dışında hiçbir şeye güvenmeden uzun bir yol kat ettiler. Görece tecrit halinde olmaları, radikal alternatiflerinin gelişmesine izin verdi fakat bu deneyimler, uzun vadede hayatta kalmak için destekçi ve sempatizanlardan fazlasına ihtiyaç duyuyor. Onların ortaklara ihtiyacı var.

Bookchin, “Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Bir Politika” başlıklı makalesinde, “Küresel sermayenin kökleri, öncelikle aşırı büyük olması nedeniyle, ancak ve özellikle toplumun tabanından doğru liberter belediyeci bir direnişle aşındırılabilir. Küresel sermaye, bir taban hareketi tarafından seferber edilen ve küresel sermayenin kendi hayatları üzerindeki egemenliğine meydan okuyarak onun endüstriyel operasyonlarına karşı yerel ve bölgesel alternatifler geliştirmeye çalışan milyonlarca insan eliyle yıpratılmak zorundadır.” diye yazmaktadır.

Bookchin, şayet idealimiz bir Komünlerin Komünü ise, işe başlamanın doğal yerinin de, “mahallelerde ve ilçelerde kurulacak halk meclislerinden ve belediyeleşmiş bir ekonominin gelişiminden taviz vermeyen” bir hareket ve programla birlikte yerel siyasal zemin olduğuna inanmaktadır.

Nihayet, Kürtlerin, Zapatistaların ve dünya üzerinde son yıllarda ortaya çıkan diğer pek çok devrimci hareket ve girişimlerin mücadelelerini desteklemenin en iyi yolu, onların hikayelerini dinlemek, deneyimlerinden öğrenmek ve onların adımlarını takip etmektir.

Ulusal sınırları ve etnik ve dini ayrımları aşan bir öz-örgütlü belediyeler konfederasyonu, [ortak zenginliklere] el uzatmaya devam eden emperyalist iktidarlara ve kapitalist güçlere karşı en iyi siperdir. Bu hedefe ulaşmak üzere verilen mücadelede, Murray Bookchin tarafından ortaya atılan düşünceleri ve liberter belediyecilik pratiğini takip etmek, önümüzdeki hiç de yabana atılmayacak seçeneklerden biridir.

Joris Leverink, İstanbul’da yaşayan bir serbest gazeteci, ROAR Magazine’in editörü ve TeleSUR English’te köşe yazarıdır.

[roarmag.org’taki İngilizce orijinalinden Sendika.org tarafından çevrilmiştir.]