DEMOKRAT HABER ÖZEL / Güney Çeğin* - Vefa Saygın Öğütle**

“Marx’a dönüş” olgusu, bugün en safkan anti-Marksistlerce bile kabul edilebilir bir gerçek. Muhtemelen Marx’ın “sermayeleşmiş şiddet”i, modernliğin fetişizmlerini ya da sınıf mücadelesini siyasetin belirleyici sorunları olarak görmesinin bunda büyük payı var. Ne de olsa yirminci yüzyılın başında, dünya nüfusunun yirmide biri ücretli emekçi iken, günümüzde insanlığın üçte biri proleter. Sadece bu olgunun [“dünyanın proleterleşmesi”] kendisi bile Marx’ın güncelliğini koruyacak olması için yeterli neden sayılabilir.

Ancak bu dönüş olgusuna eşlik eden, Marx’ın teorik bir hokuspokus ile genelde salt bir iktisatçıya, estetikçiye ya da feylesofa tahvil edilmesi meselesi, genellikle sol-içi teorik tartışmalarda ihmal edilen bir konu. Marksizm’in akademikleştirilmesi [dolayısıyla evcilleştirilmesi] işleminin, bu tek-yönlü Marx tahayyülünün çeşitlenmesinde ciddi ve doğrudan takviyeler yaptığı kesin. Her ne kadar Marx’ın neşriyatından sayısız disipline işaret eden patikalar çıkarmak veya Marx’ın uğraş alanlarından da ona dair farklı imgeler devşirmek tabiî ki mümkün ve meşru olsa da, “Marx’a dönüş”ü vecd ile karşılayanların, Marx’ın gerçek anlamda bir “siyaset düşüncesi”ne sahip olduğunu hasıraltı etmek gibi bir niyetleri olduğundan da kuşkulanmamız gerekir.

Oysa tefekkür etmeye dönük sınırsız çaba ile militan olma riskini ustaca örtüştürebilen Marx, toplumsal olana ilişkin hiçbir zaman “tek-yanlı” bir tutku ya da tikel bir kavrayış geliştirmemiştir. 1842’de, Rheinische Zeitung’da orman kaçakçılığı ve Mosel köylülerinin durumu ile ilgili yasaları incelerken, iktisadi ilişkilere gereken önemi verme ihtiyacını duyup “sınıf mücadelesi”ni keşfederken de, Fransız üçlemesinde tarihsel-sosyolojik bir analize girişirken de, kapitalist üretim tarzına odaklandığı Das Kapital’i yazarken de, Marx’ın asıl derdi, bugün karşılaştığımız yol ayrımlarını işaretleyen bir mihenk taşı olarak, bütüne dair topyekûn bir siyasal perspektif tesis etmekti.

Bir toplumun (a) bütün olarak yapısını, (b) o toplumun tarihini yürüten çarkları ve (c) en ince psikolojik detaylarıyla toplumsal öznelerin oynadıkları rolü kendisine inceleme nesnesi kılan Marx önümüze –müteveffa Daniel Bensaid’in deyişiyle- inkâr edemeyeceğimiz bir “olay siyaseti, bir savaşlar ve devrimler siyaseti” koydu. İngiltere’deki parlamenter siyasete, İspanyol devrimine, uluslararası işçi hareketinin inşasına, İrlanda ulusal sorununa veya Hindistan meselesine dair yazılarına bakarsanız, Marx’ın politik müdahilliğinin çapını net olarak görebilirsiniz.

Dolayısıyla bugün için “Marx’a Dönüş” ameliyesinin Marksizm’in yenilenmesi teşebbüslerine tercüme edilmesi kadar, Marx’ın ne yönde bir “özgürleşme siyaseti” inşa ettiğinin anlaşılması bakımından da önemli olduğunu düşünüyoruz. Peki, Marx’ın politik anlamda temel derdi neydi? Bir bütün olarak eseri, hangi noktalarda siyasal projesinden kesinkes ayrı düşünülemez? Neden iktisat dehası, sosyolog ya da bir başka Marx’tan ziyade, militan-entelektüel bir Marx figürüne bugün diğerlerinden daha fazla ihtiyacımız var?

Bu soruları burada uzunca cevaplamak zor olsa da, birkaç nokta üzerinden tartışma hatları açmak mümkün:

1. Marx’ın teorisi pozitif değil eleştirel bir teoridir.

2. Her özgürleşme teorisinin temel hedefi, öncelikle kendi varlık nedenini ortadan kaldırmaktır.

3. Marx’ın yapıtı, bütün egemenlik sistemlerini “okunaklı kılacak” ve hiçbir surette dogmatikleştirilmeyecek devrimci bir tasarıma içkindir.

4. Dolayısıyla “siyasal Marx imgesi”nin yeniden-keşfine dönük okumalar bugün açısından daha elzemdir.

 

I.

Mevcut toplumsal düzeni rasyonel bir bütünlük olarak kavramaya çalıştığımız anda, ona içsel bileşenlerinden biri olmaktan çıkmaksızın onun semptomu olarak işlev gören –bu bütünlüğün evrensel rasyonel ilkesini bozan– paradoksal bir unsuru dahil etmemiz gerekir. Marx’a göre, mevcut toplumun bu “irrasyonel” unsuru tabii ki proletaryaydı; “aklın kendisinin akıldışılığı” (Marx), mevcut toplumsal düzende cisimleşen Aklın kendi akıldışılığıyla karşılaştığı nokta olan proletarya… simgesel bütünleşmeye direnen temel bir çıkmaz (“antagonizma”), bir çekirdek…

S. Zizek

En iyi bildiğimiz örnekten, sosyoloji disiplininden meseleye girelim. Sosyal teorinin geneline de sirayet eden bir durum olarak, sosyoloji, bir yetim hâlet-i ruhiyyesiyle babasını arayıp durmaktadır. Sosyoloji tarihi kitaplarının üç temel figürü (Durkheim, Weber ve Marx’ı) “kurucu baba” olarak kutsamasından bu yana, alan, bunların muhtelif sentez kombinasyonlarıyla dolup taşmış vaziyette… Bunda tek başına bir sorun olmadığı söylenebilir; ama “toplumsal düzen”, sosyologların birçoğunun temel paradigması olarak varlığını sürdürüyorsa, bu durumda hiç değilse Marx açısından bir sorun var demektir.

Sosyolojinin inceleme nesnesi olarak, en genel anlamıyla “toplumsal olan”, önemli bir tehlikeyi içinde barındırır: Rasyonalitenin şeyleştirilmesi. Zira “toplumsal olan”, sosyolojik bakış açısından bakıldığında, öngörülebilir, kurumsallaşmış davranışlar alanıdır. Kurumların işlevleri ve aktörlerin rol icrâları üzerinden şekillenen bu analiz biçimi, bilimsel amaçlarından dolayı, toplumsal kurumlara ve giderek bir bütün olarak topluma belirli bir rasyonalite atfında bulunmak durumundadır; zira bizzat bilimsel etkinliğin kendisi, bu kurumsal ethosun içindedir. Ve Weber’in ısrarla tözellik atfetmekten kaçındığı bu rasyonalite, sosyologun ellerinde, hızla tözelleşip şeyleşir. Varlığı aşikâr sosyal çatışmalarda dahi işlevsellik arayan bu meslek hastalığının baş müsebbibi ise, şu kadim “toplumsal düzen” saplantısıdır. Sosyolojisinden iktisadına genel olarak burjuva sosyal bilimlerinin dönüp dolaşıp vardığı yeri, Hegel çok önce söylemişti: “Rasyonel olan her şey gerçektir ve gerçek olan her şey rasyoneldir”.

Kapitalizmi bütünlüklü bir düzen olarak görme hastalığı da, araçsal rasyonaliteyi kötümser bir yabancılaşma kavrayışıyla toplumsal hayatın tüm alanlarına yayan sinik eleştiri de Marx’a göre değildir. Marx, burjuva toplumunu sistematik bir bütünlük olarak kavramsallaştırmakla uğraşmadı; bırakalım bununla, bu hayalden medet umanlar uğraşsın! Yapılması gereken; krizlerin, antagonizmaların,   yarık ve çatlakların istisna değil kural olduğunu sergilemek ve durmaksızın bunları teşhir etmektir. Marx, kapitalist toplumun tepeden tırnağa irrasyonel karakterini fark etti; bizzat işçi sınıfının varlığı bunun kanıtıydı.

 

II.

Henüz adına layık bir demokrasi yoktur. Demokrasi hala gelecektir: Doğurulması ya da diriltilmesi gerekmektedir.

J. Derrida

 

Her özgürleşme teorisinin temel hedefi, öncelikle kendi varlık nedenini ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla Marx’ın siyasal tutkusu/ihtişamı, aslında Marksizm’e gereksinim duyulmayacak maddi koşulları hazırlamak olarak kavranmalıdır; bu, Marksizm’in tarihselliğinin en derin anlamıdır. Herhangi bir teorinin “derininden” siyasal olarak kavranabilmesi, ancak ve ancak bu şartla mümkündür. Bu bağlamda temel tezimize bağlı olarak birinci tespitimiz şudur: Marx’a geri dönüşlerin bir kısmı, özgürleşimci bir teorinin hakikatinin daima “ötede” bulunduğunu iddia etmekte olup, herhangi bir tarihsel momente tekabül eden devrimci bir repertuarın yerine “vahyi”, olgular üzerine tefekkürün yerine de bir metin tefsirini [Castoriadis] ikame etmektedir.

İnsani güçlerin dinamik öz-gerçekleştirimini siyasalın özünü kuran gerçeklikle özdeş gören Marx’ın gelecek tahayyülü, tam da bu nedenden ötürü, ne bir estetikçininki kadar naif, ne de bir etikçininki kadar normatif içerimlere sahiptir. İnsanın öz-üretiminin bu inşacı antropolojisi, siyasal özgürleşimin sürekli mücadeleye davet eden bir ufka sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

 

III.

Marksist ‘teori’, bağımsız teorik bir ilgiye sahip bir şeymiş gibi, gerçekliğin nesnel bilgisine ulaşmaya çabalamaz. O, bu bilgiye, mücadelenin pratik zorunluluklarından hareketle ulaşmaya yöneliktir.

K. Korsch

 

Marx’ın yapıtı, bütün egemenlik sistemlerini “okunaklı kılacak” ve hiçbir surette dogmatikleştirilmeyecek devrimci bir tasarıma içkindir. Öyle ki, mezkûr tasarım tamamlanmış bir teori üzerine inşa edilmeyi baştan reddetmiştir. Siyasal özgürleşimi “teknik”e indirgemediği gibi, teorinin fiiliyattaki tezahürlerini kapsayıcı bir bilmenin mümkün nesnesi olarak kavramaktan da her daim kaçınmıştır.

İnceleme nesnesinin aktif dönüşümünü (praktische Umwaelzung) hedefleyen Marx’ın yapıtı, siyasalı hiçbir surette toplumsal olana indirgemeyip, siyasal olanı da iktisat alanından istihraç ettiğinden, Marx’a dönüş operasyonlarının öncelikli amacı, tarih felsefesi, bilimselleştirme girişimleri ve postmodern atıptutmalarca [ranting] yiten politikayı yeniden keşfetmek olmalıdır.

 

IV.

Marx’ın çabası, ayrı bir gövde olarak devletin sönümlenişini hazırlayan devletsel olmayan gövdelerin oluşumundan yola çıkarak ezilenler siyasetinin ortaya çıkışına yönelikti.

D. Bensaid

 

Marx’ın politik bir figür olarak bugün muhayyilemizde yer edinememesinin yüzlerce nedeni olabilir. Marx’tan farklı Marx portrelerini çıkarma konusunda mahir bir entelektüel üretim alanına da sahip olabiliriz. Fakat Marx’ın salt teorisyenliğine odaklanıp militanlığını unutturmaya çabalamak ve “siyasetsiz bir Marx”ı yüceltmek, -Ulus hocanın sözleriyle- “hakikati söyleme” ile “hakikatin keşfi” arasındaki mesafeyi dolayımlamaktan vazgeçmek anlamına gelir.

Devrim kavramını ifade ederken Fransız geleneğine kökten bağlı olan Marx, ideal şehirler inşa etmemişse de insani özgürleşmenin ufkunu çizme hedefini her şeyin önüne koymuştur. Ancak paranın hükmünü ortadan kaldıracak bir siyaset pratiğine bağlanacak bu ufuk, Derrida’nın önerdiği gibi asla varılmamış özgürleştirici bir ufuktur. Dönüşümün nihai çerçevesine asla varamayacağı bir ufuk…

Dolayısıyla siyasal Marx’a tekrardan sahne aldıracak temel nokta,  aslolanın “daimi hareket” olduğunu kavramaktan geçecektir. Marx’ın kendisi de buna tâbidir; teorisinin hakikati budur. Bu hakikate acilen ihtiyaç vardır, ‘Hakiki Marx’ arayanlara duyurulur!


* ([email protected])

** ([email protected])