Halkların Demokratik Partisi (HDP) Sözcüsü Günay Kubilay, parti genel merkezinde basın toplantısı düzenleyerek, Erdoğan’ın BM’deki konuşması, deprem, Yüksekdağ ve Demirtaş’a hakkındaki tutuklama kararı olmak üzere gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Kubilay, “Barıştan söz etmişken Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın barış da dahil bazı başlıklarına da değinmek istiyoruz. BM Genel Kurulu’nda Erdoğan’ın yaptığı konuşma, eğer Türkiye’de kendisine karşı yapılsaydı muhtemelen birçok davanın konusu olacaktı. Özellikle son yıllarda çok uluslu toplantılarda yaptığı konuşmalarda ayrı bir siyasi kişiliğe, ayrı bir siyasi karaktere tanık oluyoruz. Örneğin BM’deki konuşmasını “Herkes için özgürlük, herkes için barış, herkes için refah, herkes için adalet, herkes için huzurlu ve güvenli bir gelecek” diye bitirdi” dedi.

Kubilay şunları söyledi:

Dün öğleden sonra Silivri merkezli 5.8 büyüklüğünde İstanbul’da bir deprem meydana geldi. Öncelikle depremi yaşayan tüm yurttaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Can kaybının yaşanmamış olması elbette en büyük sevinç kaynağımız.

Ancak bu deprem, "Deprem gerçekliği" üzerine tekrar düşünmemizi gerektiriyor. Zira uzmanlar, özellikle 17 Ağustos’taki (1999) Büyük Marmara Depremi sonrası İstanbul'da büyük bir deprem beklentisi olduğunu neredeyse 20 yıldır durmaksızın dile getiriyor, önlemler alınması gerektiğini ısrarla söylüyorlar.

‘74 MİLYAR TL’LİK ÖZEL İLETİŞİM VERGİSİ NEREYE HARCANDI’

Ancak, 25 yıldır İstanbul'da, 17 yıldır Türkiye'de iktidar olan AKP, bırakın yaklaşan depreme karşı önlem almayı, İstanbul'u rant alanına çevirip halkın yaşamını tehdit eden inşaatlar yapmaktan, toplanma alanlarını talan edip yandaş şirketlere peşkeş çekmekten geri durmadı.

Deprem gerçeğini yıllar boyunca görmezden geldi.

İnşaat üzerine inşaat, rezidans üzerine rezidans, AVM üzerine AVM yaptı. Öyle ki, altını ticarethane, üstünü ibadethane yaparak cennetin tapusunu da bu dünyada garanti altına aldılar. 1999’da 17 Ağustos depreminden sonra geçici olarak çıkarılan ancak kalıcı olan ‘Özel İletişim Vergisi’ adı altında bu zamana kadar 74 milyar lira toplanmış.

Şimdi iktidara soruyoruz: Bu 74 milyarın ne kadarı depremin zararları ne kadarı depremden korunmak için harcandı? Kalan para nerede? En kısa zamanda iktidardan bu soruların yanıtını bekliyoruz. Dün beton, demir hırsızlığı yaparak hayatlarımızı çalanlar, bugün de kurdukları soygun düzeniyle doğal varlıkları, kamu kaynaklarını çalmaya, soframızdaki aşımızı ekmeğimizi küçültmeye devam ediyorlar. Ne yazık ki, kurdukları savaş düzeniyle çocuklarımızın hayatlarını çalmaya yine devam ediyorlar.

‘FİGEN YÜKSEDAĞ’I DÜŞMAN HUKUKUNA GÖRE YARGILIYORLAR’

Bu açıklamayı yaptığımız bugün bu saatlerde önceki dönem Eş Genel Başkanımız Figen Yüksekdağ hakkında hazırlanan 7 ayrı fezlekenin birleştirilmesiyle oluşturulan davanın 15'inci duruşması Sincan Cezaevi’nde görülüyor.

Suçlamaların tamamı Yüksekdağ’ın partimiz tarafından düzenlenen mitinglerde, basın açıklamalarında, toplantılarında yaptığı konuşmalar.

Röportaj yanıtları ve 6-8 Ekim’de Merkez Yürütme Kurulumuzca yapılan demokratik eylem çağrısından oluşmaktadır. Çok açık ki Figen Yüksekdağ’ı evrensel hukuk normlarına göre değil düşman hukukuna göre yargılıyorlar.

Çünkü, onun suçu çok büyük! Hem kadın, hem sosyalist, hem demokratik bir cumhuriyetin, hem yeni bir yaşam idealinin politik sözcülüğünü yapmıştı vaktiyle.

‘BU DAVA SADECE YÜKSEKDAĞ’IN DAVASI DEĞİL 6,5MİLYON YURTTAŞIN DAVASIDIR’

Bu davayla Yüksekdağ şahsında yıkılmak istenen halklar arasında kurulan kardeşlik köprüsüdür aslında.

Bu davayla Yüksekdağ şahsında cezalandırılmak istenen kadınların siyasette aktif yer alması, öncü rol oynaması, erkek egemenliğine meydan okumasıdır.

Mahkeme heyetine hatırlatmak istiyoruz: Bu dava sadece Yüksekdağ’ın davası değil 6,5 milyondan fazla yurttaşın davasıdır. Mahkeme heyeti yargılamayı Saray’ın talimatlarıyla değil Anayasa’ya bakarak yapmalıdır.

Bu hukuksuzluklar halkın vicdanında mahkûm edilmiştir, yargı önünde de bir gün mutlaka mahkûm edilecektir. O gün adil bir yargılama düzenine geçilecek, sanık sandalyesinde esas suçlular oturacaktır. Talimatlı yargı kararlarının tamamı bu kadar değil.

6-8 Ekim olaylarına ilişkin düzenlenen fezleke sebebiyle Yüksekdağ ve Demirtaş tutuklu yargılanıyorken aynı olay nedeniyle ikinci defa tutuklanmışlardır.

‘HDP’DEN SEÇİM YENİLGİLERİNİN İNTİKAMINI ALIYORLAR’

Sayın Demirtaş’ın Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen ana davasında tahliye kararı verilmişti bildiğiniz gibi. Dosya içinden dosya çıkararak tahliye olması beklenen Selahattin Demirtaş için de Figen Yüksekdağ için de tutuklama kararı verdiler tekrar.

Çünkü, bütün bu olup bitenlerin hukukla ilgisi yoktur. Hepsi de siyasi karardır. Bir bakıma bu konularda hukuk, yasa, anayasa konuşmak aslında gereksizdir. Bu tutuklamalarla birlikte Türkiye’de hukuk açıktan ve taammüden katledilmiştir.

Bütün bu uygulamaların tek bir nedeni var: 7 Haziran, 31 Mart ve 23 Haziran dahil HDP karşısında aldıkları seçim yenilgilerinin siyasi intikamını almak istiyorlar. Ancak, bu hukuk dışı gayri meşru uygulamalara yasal kılıf hazırlamak ve kitabına uydurmak için yargıyı kullanıyorlar.

‘YARGITAY’IN KCK DAVASI KARARI CAN ÇEKİŞEN ADİL YARGILANMA İLKESİNE BİR KEZ DAHA DARBE VURMUŞTUR’

Yargı reformunu Türkiye'nin gündemine getirip HDP'li seçilmişleri akla hayale gelmeyecek hilelerle rehin tutmaya devam etmek en naif tabiriyle sahtekarlıktır.

Hukukta kara komedinin yaşandığı evredeyiz. Yargı reformu teklifinin tartışıldığı gün böyle bir kararın verilmesi, söz konusu Kürtler, sosyalistler, devrimciler, kadınlar olunca yargı reformu denen şeyin içinin ne kadar boş ne kadar göstermelik olduğunu görüyoruz ne yazık ki.

Yargıdaki aynı zihniyeti Yargıtay’ın KCK kararında da görüyoruz. AKP ile Gülen arasında kutsal ittifakın sürdüğü dönemde Fetullahçı polisler, savcılar ve hakimler tarafından başlatılan soruşturmalar, iddianameler ve yargılamalar ile yüzlerce Kürt siyasetçi, gazeteci, avukat ve aktivist 2009 yılından itibaren KCK adı altında sistematik olarak gözaltına alındılar ve tutuklandılar.

Bu yüz karası yargılamada imzası bulunan yetkililerin birçoğu, darbe suçlamasıyla hala tutuklu olarak yargılanıyorlar. Bu kişilerin yargıyı siyasi amaçları için istismar ettiği açıkça ortadayken Yargıtay’dan gelen son karar, can çekişen adil yargılanma ilkesine bir kez daha darbe vurmuştur.

‘İKTİDARLAR DEĞİŞSE DAHİ KÜRT DÜŞMANLIĞI VE DÜŞMAN HUKUKU DEĞİŞMİYOR’

Son durum şudur: Aralarında partimiz milletvekilleri Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nın da olduğu 93 kişinin cezasını onayan Yargıtay, 41 kişi hakkında yerel mahkemenin verdiği cezaları aleyhte bozmuştur. 

Kopyala-yapıştır usulü ile hazırlanan ve temel hukuki ilkelerden yoksun iddianamelere dayandırılan bu siyasi kumpas davasıyla, demokratik Kürt siyasetini legal zeminden silmeyi ve Türkiye siyasetini kendilerinden ibaret tek sesli bir koroya dönüştürmek istedikleri açıktır.

2009 yılından bugüne değin sürdürülen ve hala devam eden operasyonlar gösteriyor ki iktidarlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları ve hatta yönetim sistemleri değişse dahi ne yazık ki, Kürt düşmanlığı ve düşman hukuku değişmiyor.

‘EŞBAŞKANLARIMIZ GÖREVLERİNE İADE EDİLİNCEYE KADAR DİRENİŞLERİMİZ DEVAM EDECEK’

19 Ağustos’ta 3 büyükşehir belediyemizde gerçekleşen kayyım darbesi devam ediyor. 19 Ağustos darbesine karşı direniş Türkiye’nin dört bir yanında büyük bir kararlılıkla sürüyor. Kulp’ta yaşanan patlamayı bahane eden AKP iktidarı Kulp ve Karayazı belediyelerimize de kayyım atamış, esbaşkanlarımızı tutuklamıştır.

Halkın iradesini yok sayan, seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldıran bu despotik iktidara karşı Kürt kentlerinde başlatılan protestolar, demokratik meşru direnişler İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere birçok kentte genişleyerek sürüyor.

HDP ve onunla aktif dayanışma içinde olan demokrasi güçleri HDP belediyeleri geri alınıncaya, eş belediye başkanlarımız görevlerine iade edilinceye kadar meşru ve demokratik direnişlerimiz devam edecektir.

‘EVLADINI ARAYAN TÜM AİLELERİ BİR KEZ DAHA MECLİSE DAVET EDİYORUZ’

AKP-MHP bloku bütün yalan ve iftiralara rağmen kayyım demagojisi inandırıcı bulunmayınca, bu sefer evlatlarının peşinde koşan annelerin acılarını istismar ederek il binamıza yönlendirmeye başlamıştı. Biz bir kez daha iktidara ve ailelere çağrıda bulunuyoruz:

AKP-MHP iktidarı istediği takdirde Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle demokratik bir çözüme kavuşturmak mümkündür. Kürt sorununun çözüm yeri meclis, muhatabı iktidardır. Biz bütün aileleri Meclis’e davet ediyoruz. Meclis’te bütün partilerin içinde yer alacağı bir ‘çözüm komisyonu’ kurulması için gerekli katkıyı vermelerini bekliyoruz. Yaşanan bunca acılara, dökülen bunca gözyaşlarına yenilerinin eklenmemesinin biricik yolu onurlu barıştır, demokratik çözümdür.

‘ERDOĞAN’IN BM’DE YAPTIĞI KONUŞMA BURADA KENDİSİNE KARŞI YAPILSA DAVA KONUSU OLURDU’

Barıştan söz etmişken Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın barış da dahil bazı başlıklarına da değinmek istiyoruz. BM Genel Kurulu’nda Erdoğan’ın yaptığı konuşma, eğer Türkiye’de kendisine karşı yapılsaydı muhtemelen birçok davanın konusu olacaktı.

Özellikle son yıllarda çok uluslu toplantılarda yaptığı konuşmalarda ayrı bir siyasi kişiliğe, ayrı bir siyasi karaktere tanık oluyoruz.

Örneğin BM’deki konuşmasını “Herkes için özgürlük, herkes için barış, herkes için refah, herkes için adalet, herkes için huzurlu ve güvenli bir gelecek” diye bitirdi.

Oysaki aynı Erdoğan, barış talebiyle bildiri kaleme alan Barış Akademisyenleri’ne ne diyordu: “Hain, alçak, ahlaksız, mandacı artıkları, cahil, terör sevici, karanlık, müstemlekeci, aydın müsveddesi, yarım porsiyon aydın” diyerek hedef göstermişti. Bunun sonucunda birçok akademisyen üniversitelerden atılmış, hapse girmiş ve ceza almıştı. Hatta bunlar içinde pek çoğu mesleklerinden edilerek sosyal ve medeni ölüme terk edilmişti.

Erdoğan “çocuklar ölmesin” diyen Ayşe öğretmeni terör propagandası yapmakla suçlamış ve Ayşe öğretmen yeni doğan bebeğiyle hapishaneye konmuştu. Erdoğan aynı konuşmada “Günümüzde küresel barış ve huzura en büyük tehditlerden biri de ırkçı, yabancı düşmanı, ayrımcı eğilimlerdeki yükseliştir” demiştir. Bu cümleler kime kuruluyor?

Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, ayrımcılığın zirve yaptığı ülkelerden biri Türkiye. Bu utanç verici siyasi tablonun iktidarın eseri olmadığını kim söyleyebilir? Bu ülkede Kürtlere ve Suriyelilere yapılan ırkçı saldırıları, linç girişimlerini gerçekleştiren ırkçı faşist güruhu kim himaye ediyor? Irkçı saldırılarda, linç girişiminde bulunanlar gözaltına bile alınmıyor.

‘BM’DE IRKÇILIK VE NEFRET SÖYLEMİ KARŞITI KONUŞAN ERDOĞAN AYNAYA BAKMALIDIR’

Türkiye’de zirve yapan ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, ayrımcılığın neden bu kadar zirve yaptığını anlamak için uzaklara gitmeye gerek var mı? Bu konuda iktidarın aynaya bakması yetmez mi? Bakınız Erdoğan ne demiş:

''Popülist siyasetçiler ve medya tarafından normalleştirilmeye çalışılan nefret söylemini lanetliyorum. Mevzuattaki boşluklar düzeltilmeli, nefret söylemi fikir özgürlüğü parantezine asla alınmamalıdır'' demiş. Güzel demiş… Ama şaka gibi. Sayın Erdoğan siz Cumhurbaşkanısınız. Tek adam yönetimini kuran kişisiniz. Sözde nefret söylemini lanetliyorsunuz ama sizin yasalardan haberiniz yok galiba? HDP olarak çokça yasa teklifi vermemize, pek çok kez söylememize, hatta Yargıtay’ın bu yasanın çıkması gerektiğini belirtmesine rağmen hala Türkiye’de bir nefret suçları yasası yok.

Türkiye’de bir nefret suçları yasası olmadığı halde siz nefret suçlarından bahsediyorsunuz. Uluslararası bir mevzuatın oluşturulmasını istiyorsunuz. Kendi ülkesinde nefret suçları için bir mevzuat oluşturmayan Cumhurbaşkanı BM’de uluslararası mevzuat istiyor. Soruyoruz, Türkiye’de neden bir nefret suçları yasası yok? Acaba nefret suçlarını en çok sizler işlediğiniz için olabilir mi?

‘MÜLTECİLERİ KÜRT BÖLGELERİNE YERLEŞTİREREK BÖLGENİN DEMOGRAFİSİNİ DEĞİŞTİRMEK İSTİYOR’

Erdoğan, İsrail devletinin Siyonist, yayılmacı ve işgalci politikalarını eleştirirken, Netanyahu’nun “siz de Kürtleri katlediyorsunuz” sözlerine hakikate uygun yanıt veremedi. Neden acaba? Bunun üzerinde iyice düşünmek gerekiyor. BM Genel Kurulu’nda yine Erdoğan konuşması sırasında elindeki bir haritayı göstererek Kuzey Suriye’ye özellikle Kürt nüfusun bulunduğu Rojava’ya Türkiye’deki milyonlarca mültecinin yerleştirilmesinden söz etmiştir.

Bilindiği gibi Kuzey Suriye’de Kürt nüfusun yoğun yaşadığı yerleşim birimlerinden Türkiye’ye göç olmadı. Ne var ki, Suriye’nin diğer bölgelerinden Türkiye’ye göç eden mülteciler zorla Kürt nüfusun yaşadığı bölgeye yerleştirilmek isteniyor. Neden? Çünkü, mülteciler kullanılarak Afrin’dekine benzer bir etnik temizlik yapılarak Kürtler yerinden edilecek, böylece demografik yapı kökten değiştirilmiş olacak.

Böyle bir dahiyane planla hem Suriyeli Kürtlerden hem Suriyeli mültecilerden aynı anda kurtulmuş olacaklar. Ne diyordu Erdoğan konuşmasının sonunda: Herkes için özgürlük, herkes için barış, herkes için refah, herkes için adalet, herkes için huzurlu ve herkes için güvenli bir gelecek.” Sanki hakikatler değil, kurgular dünyasında gibiyiz…

‘HALK İRADESİNE DARBE YAPAN ERDOĞAN BM’DE NEDEN HALK İRADESİNDEN BAHSETMEDİ?’

Son olarak Erdoğan esip gürlediği, toplumsal hak ve özgürlüklerden sıkça söz ettiği BM konuşmasında nedense halk iradesine vurgu yapmadı. Halk iradesi konuşmasında bir ara başlık bile değildi. Oysa Erdoğan, aynı kürsüde 2011 yılında da şöyle konuşmuştu:

“Halkın demokrasi yönündeki çağrılarına ve sesine kulak verin, zira her türlü iktidarın meşruiyetinin kaynağı, her şeyden önce halktır, halkın iradesidir. Yapılması gereken, halkın iradesinin özgür ve serbest şekilde tecelli etmesinin sağlanmasıdır.”

Yine dedi ki, 'Egemenliğin kaynağı millettir, milletin iradesidir. Milletin iradesine dayanmayan egemenlik meşru değildir.”

Bu konuşma yapıldıktan 4 yıl sonra 20 milyonu aşkın yurttaşın iradesine kayyım atandı. Türkiye adeta bir kayyım cumhuriyetine dönüştürüldü, seçilmişler tutuklandı. Halk iradesinin kendisinin deyimiyle serbest şekilde tecellisi bizzat kendi talimatıyla gasp edilerek yok sayıldı. OHAL ilanıyla birlikte halka karşı bir darbe yapıldı. OHAL kaldırıldı ama kayyım darbeleri yapılmaya devam ediyor.

Erdoğan’ın bu seferki konuşmasında neden halk iradesinden bahsetmediği anlaşıldı. Bahsedemezdi. Öyle ya BM Genel Kurulu A Haber Stüdyosu değil.