Arap baharı, insan özgürlüğüne duyulan sonsuz isteği ifade ediyor; insan özgürlüğü ise sıklıkla yanlış ütopyalar üzerine kuruludur.

1918/19 Alman devriminin yenilgisi, Rus devriminin diktatörlüğe dönüşen yozlaşması ve Amerika’nın tüketim demokrasisi olarak yükselen gücü, 20. yüzyılda birçok Marksist düşünce adamını kurum, sınıf, ekonomi sorunlarının yanı sıra ikinci ve üçüncü (yani sosyal demokrat ve Stalinci) enternasyonallerin dogmatik tezleri konusunda ciddi bir yeniden düşünmeye yöneltti. Bu eğilimin ne zaman başladığını saptamak güç ise de birçok farklı kolu olduğu kesin. Ancak, bu eğilim, Ernst Bloch’un deyimiyle, insanın kurtuluşunun etik değerlerini temsil eden “sıcak akımı” (warm stream, Bloch’ta özgürlüğe kavuşturma niyetini ifade ediyor, ç.n.), çoğu insan için Batı ve Doğudaki pozitivist ve bilimsel sosyal kontrol sistemlerinin “negatif diyalektik”i olarak kabul edilen “soğuk akım”ın (cold stream) içine enjekte etmeyi denedi. Bu esas olarak bir çeşit hümanist, felsefi ve kültürel marksizme dönüş anlamına gelmektedir. 20. yüzyılda, ideoloji ve bilinçdışı arzunun araştırılması, faal bir devrimci komünizmi incelemenin yerini aldı; Batıdaki devrimci komünizme bağlılığın kendisi de birçok bakımdan kişisel özgürleşme için duyulan bilinçdışı ve romantik arzunun içsel ifadesinden daha fazla bir şey değildi.

Alain Badiou’nun tarihdışı (ahistorical) bir “komünist hipotez”den söz ettiği günümüzde, Bloch, nesnel koşulların izin verdiği ölçüde bazı tarihsel dönemlerde ortaya çıkan insan özgürlüğü için duyulan sonsuz istek ruhundan, “yönün değişmezliği”nden (“invariant of direction”) bahsetti. Sırasıyla, 40 yıl önce Prag baharı ve 20 yıl önce Berlin duvarının yıkılışı, günümüzde ise Arap baharı bunun bir örneğidir.

Bu bağlamda, Hegel ve Marx’ın erken dönemlerine geri dönmenin çekiciliği hemen kendini gösteriyor, çünkü tarihin harekete geçirici ana gücü olarak –bu kez tam anlamıyla, yalnızca sosyoekonomik koşullar elverişli olduğunda başarılabilecek bir şey olarak anlaşılan- insan özgürlüğünü açığa çıkarma, bir veri olarak alınıyor. Bu Marx’ın ekonomik fikirlerinin reddedilmesi değil ama ekonomik kategorileri tekrar insanların ihtiyaçlarına ve arzularına tabi kılmak ve partileri, devletleri, ekonomi ve bilimi insanlığın değişmez efendileri olmak yerine vazgeçilmez hizmetçileri olarak görmek çabası olarak yükseliyor.

Bu çerçevede, Marx’ın 1843’de Arnold Ruge’e yazdığı mektuptan bir bölüm sıkça alıntılanmakta:

“Bu yüzden ilkemiz bilincin reformu olmalıdır: Bu ise, kendini ister dini isterse politik bir biçimde göstersin, dogmalar üzerinden değil ama kendi kendine yabancı olan mistik bilincin analiziyle olmalıdır. O halde açıktır ki, dünya uzun zamandır, gerçekte ona sahip olmak için yalnızca bilinçli olmayı gerektiren bir şeyin hayalini kurdu. Bunun, geçmiş ve gelecek arasında büyük akılsal bir çizgi çizmek değil ama geçmişin düşüncelerinin farkına varılması sorunu olduğu açık. Son olarak, insanoğlunun yeni bir işe koyulmadığı, ama eski işini uygulamaya koyduğu da açık.”

Bu, daha iyi bir dünya hayalinin, bizim insan faaliyetlerimizin ötesinde sürekli, gerçekten üstün  (transcendental) bir yönetimini güçlü bir şekilde içeriyor, fakat hüküm süren koşulların aşılmasının, “kendine yabancı olan bilinçliliği” ortaya çıkarmanın aktif ve kendi-kendini üreten bir süreç olduğunu da aynı şekilde güçlü biçimde içeriyor.

Bu gelenekten ortaya çıkacak en anlamlı düşünce gövdesi belki de Walter Benjamin, psikanalistler Erich Fromm ve Wilhelm Reich’la birlikte Theodor Adorno, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse’nin sosyolojik ve kültürel-teorik çalışmaları etrafında inşa edilen Frankfurt okulunun eleştirel teorisiydi. Bu çalışmaların ana ekseni, ideolojinin nasıl işlediği, ideolojik bir hegemonyanın nasıl kurulduğu ve insanların kendileri ve dünya hakkında yaptıkları şeylere nasıl inandıklarını anlama çabasıydı. Faşizmin ve Nazizm’in yükselişiyle birlikte bu giderek önemli olmaya başladı, çünkü faşizmi sıkıntı içindeki burjuvazinin yalnızca aşırı bir cevabı olarak ele alan Ortodoks Marksist yaklaşım bu durumu açıklamıyor. Frankfurt Okulu düşünürlerinin sorduğu soru, niçin milyonlarca sıradan işçinin açıkça kendi “nesnel” çıkarlarına uygun olmayan bir ideolojiye yöneldikleriydi.

Daha sonra bu olgu, bu düşünürlerin Amerika’daki sürgün zamanlarında, insanın kendini tüketim ve zenginlik aracılığıyla gerçekleştirmesi olan “Amerikan Rüyası”nın işçilerin bilinci üzerinde güçlü bir çekim oluşturduğu dönemde daha da öne çıktı. John Steinbeck’in (Frankfurt Okulu’nun bir çeşit edebiyatçı onursal üyesi) dediği gibi Amerika’da yoksullar kendilerini “geçici olarak sıkıntıya düşmüş milyonerler” olarak görmeyi tercih ettiler.

Bu eğilim, Batıdaki politik karışıklıkların, yoksulluğa karşı proleter bir ayaklanma olarak değil fakat “yanlış bilinçlilik” ve ezici tüketim bayağılığına karşı entelektüel ve gençlik ayaklanması olarak ortaya çıktığı 1960’lı yıllarda tekrar moda oldu. Toplum, yalnızca sosyoekonomik altyapıyı eleştirerek değil ama daha da önemlisi onun üstyapısı ve ideolojik hegemonyasını eleştirerek değiştirilmeliydi.

Bu, Frankfurt Okulu düşünürlerini ve sonraki teorisyenleri, aşırı tüketime dayalı kapitalizmde sürekli bir yabancılaşma halinde yaşayan insanlardan söz etmeye ya da, Slavoj Žižek’in şimdilerde öne sürdüğü gibi, Freud’un ardından Lacan’ın hepimizin “kusurlarımızdan keyif almaya” teşvik edildiğimiz sosyal hadım olarak adlandırdığı şey hakkında düşünmeye itti. 19. yüzyılın karanlık şeytani değirmenleri (vahşi kapitalizm, ç.n.) yerini tüketim keyfinin aydınlık şeytani alışveriş merkezlerine bırakarak Çin’e taşındı; böylece gelecek için kollektif umudumuz kişiselleştirildi ve bize özgürlük olarak taksitle satılan küçük zevk parçacıklarının içine hapsedildi.

Şüphesiz refah ve tüketimi özendirmenin karşısındaki bütün bu çabalar belki, düşmanca olmayan bir dünyada mazlum olmayan insanın yalnızca bir soluklanması olabilirdi, fakat bütün bunların altında yatan anlam, aşırı tüketim ve ne pahasına olursa olsun büyüme saplantısının insani, ekolojik ve, mevcut krizin de gösterdiği gibi, bütünüyle iktisadi olarak da sürdürülebilir olmamasıdır. Yine erken dönem Marx’ta, insanın doğallaşması ve doğanın insanlaşması konusundaki arzuyu keşfediyoruz; ancak bu arzunun yerini, umut ve ütopyanın haksız şöhret ve piyangodan kazanma olarak düşlendiği kafelerde, başkasının yerine yapılan tüketimci bir tutuma dönüşen sürekli ütopya peşinde koşma isteği alıyor.

Ama belki de gerçekten istediğimiz, tarih boyunca yaptığımız uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yalnızca dinleneceğimiz bir yer bulmaktır. Walter Benjamin, doğru tarihsel materyalist biçiminde bile, bu maceranın her zaman kendi içinde, kendimizi gizlenmiş olarak bulabileceğimiz bir teoloji benzeri ve mesihvari umut mesajını içerdiğini iddia ediyor. Soru, gerçekten niçin bu kadar mütevazi olduğumuzdur. Niçin kendi yanlış ütopyalarımızla mutlu oluyoruz? Burada bitiriyoruz.

(23 Mayıs 2011, The Guardian)