Marx için, kurallar yalnızca baskıyla değil, aynı zamanda değerlerin kademeli olarak aşılanmasıyla dayatılıyor.

Bu son iki yazıda, ideoloji ve yabancılaşmayı tartışarak sizi daha spekülatif, felsefi ve hatta teolojik alana geri getirmek isterim. Marx ve onun izleyicilerinin kavramlarını ele alacağım ve daha sonra 19.yüzyılın çok fazla müjdelenen proletarya devrimlerinin başarısızlığı sonucunda gelişen, iki savaş arası dönemde faşizmin yükselmesi ve Sovyet sosyalizminin barbarizme indirgenmesiyle ılımlı “sosyal demokrasi”ye dönüşen “Batı” Marksizminin yöntemi konusunda konuşmaya devam edeceğim. Bu gelişmelerin tümü Marksistlerin umut ettiği ve birinci dünya savaşına kadar mücadele ettiği şeye büyük ölçüde aykırı düşüyor. Marx’dan itibaren Marksist düşünürlerin boğuştuğu şey, niçin hiçbir şeyin olması gerektiği gibi ortaya çıkmadığı sorunudur.

Marx, hâkim ideolojinin her zaman hâkim sınıfın ideolojisi olduğu ve herhangi bir dönemde var olan bir dizi fikir ve düşüncenin –“son tahlilde”- maddi ve sosyal üretim ilişkilerini yakından izleyeceğini öne sürüyor. Tartışmakta olduğumuz artı ürün ortaya çıkar çıkmaz ve bu artı ürün üzerinde kontrol sağlayan sınıf gelişir gelişmez, bu sınıf, üretenlerin üretim ve dağıtım “kuralları”nı kabul etmeyi öğrenmelerini isteyecek.

Böylece, örneğin Feodal toplumda hiyerarşiye, tanrı tarafından bahşedilen pozisyonlara, istikrara, kralların mutlak yönetme hakkına ve bu talepleri destekleyen dini bir biçime –Avrupa feodalizminde bu Katolik ve Ortodoksluk tarafından temsil ediliyor- vurgu yapan ideolojilere sahip olacağız.

Hâkim olan düzen, zamanın uzayan dönemleri için, her zaman şeylerin olması gereken gibi olduğu “doğal yasa” olarak görülecek. Denge ve hiyerarşi, dinamizm ve yenilik, sınırlayıcı pratiklerin parçalanması adına yıkılmakta ve böylece siz kendi kaderinizin peşinden koşan bir “kendi yapımınız olan insan”a dönüşüyorsunuz. Dinsel kavramlarla ifade edersek, ortodoks Katolikçilik yerini, tanrıyla kişisel ilişkinizi bulmanızı sağlayan ya da Engels’in ifadesiyle işlevsel olarak seküler olan bir dine bırakmakta.

Kralların mutlak hakkının bir zamanlar doğal yasa olarak görüldüğü yerde, şimdi bu ihtiyaç duyulmayan, doğal olmayan bir durum oluyor, ve gerekirse kralı ortadan kaldırmak suretiyle, yerini insan haklarına bırakıyor. Dolayısıyla kurallar değişebilmekte, ama yine de öğrenilmek zorunda. Bununla birlikte, kuralların öğrenilmesi yalnızca baskıyla değil (karışıklık zamanlarında bu kaçınılmaz olsa da), ama değerlerin kademeli olarak aşılanmasıyla gerçekleşiyor.

Örneğin, Althusser, bu iki fonksiyonu baskıcı ve ideolojik devlet aygıtları olarak tanımlıyor. İlk fonksiyon açık, ancak ikincisi çok daha fazla sinsice. Bu, oyunun hâkim kurallarının ikincil olduğu, yükümlülüklerinizin isteklerinize dönüşmesi yöntemidir. Antonio Gramsci, benzer biçimde bu ikiye yarılmayı baskın ve egemen olma kavramlarıyla tanımladı. Bu özünde, toplum hakkındaki fikirlerimizin gerçekte kendi fikirlerimiz değil ama bir dizi kurum tarafından ortaya konan, dünyayı olması gerektiği gibi düşünmenin başka bir yolu olmadığına bizi inandıran fikirler olduğu anlamına gelmektedir.

Bunu anlamanın farklı bir yöntemi, bir gecede böceğe dönüşen bir insan hakkında yazılan Kafka’nın Başkalaşım hikâyesidir. Ancak hikâyenin gerçek tuhaflığı fiziksel dönüşüm olgusunda değil (sonuçta, hikâye kahramanı bütün çalışma hayatı boyunca bir böcekti ve gerçeklik psikolojiyi yakalıyor), hikâyenin temsil ettiği şeyde. Bir yerde Gregor Samsa’nın ailesinden ve iş hayatından şöyle söz ediliyor:

“Emeğinin karşılığı paraydı… Ve ailesinin bütün masraflarını karşılamak için yeterince para kazandı; bu gerçekti. Hem aile hem de Gregor bu duruma alışmışlardı, para teşekkürle alınıyor keyifle veriliyordu, ancak samimi bir sıcaklık eksikti.”

Eğer bu, Kafka’nın, Marx’ın Komünist Manifesto’da ifade ettiği “Burjuvazi, aileyi duygusal içeriğinden kopardı ve aile ilişkisini basit bir para ilişkisine indirgedi”ye dönüşü değilse, o halde nedir bilmiyorum. Gregor’un bir böceğe dönüşmesi, para kazanma ihtiyacının kendi kendisinin resmine içsel ve dışsal dönüşümüdür. Bu bir böcekte ifade bulan yabancılaşma teorisidir. Bu, onun yoksul olması, dolayısıyla acı çekmesi ve bir polis devleti tarafından bakıma ihtiyaç duymasından değil, ama ona ait olmayan, onu kendisine ve emek gücüne yabancılaştıran sıradan bir gelir için nefret ettiği bir işte, başkaları için çalışmak zorunda olmasındandır. Kafka’nın bir yazar olarak gücü, bize kendi kendilerine yabancılaşmanın sonucu olarak, karakterlerinin onlara yapılanın ne olduğu konusunda bir bilinçlerinin olmadığını göstermesi olgusunda yatıyor. Gregor’un burjuva değerlerini özümsemesinin anlamı, uyandığında bütün düşünebildiğinin, bir böceğe dönüştüğü değil, işine geç kalacağı olduğudur.

20. yüzyıl Batı Marksizminde olan, insanların çalışma şekillerinin psikolojik boyutlarının anlaşılması çabasıyla, sosyoekonomik gelişmenin Marksist bir yorumunun giderek tamamlanmasıdır. Marx, Freud ve Kafka’yı en iyi insan olarak buluşturuyor ve sonuç, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Korsch, Lukacs, Benjamin, Bloch ve sonra Žižek ve diğer post-Marksistlerin küçük adımlarının çıkardığı sesler. Bu seslere gelecek hafta kulak vereceğiz.

(16 Mayıs 2011, The Guardian /  Çev. Ferhat İyidoğan).