Peter Thompson

Marx için katı yasalar yok; tarih, maddi güçler ile sosyal üretici güçler arasındaki ilişkiden biçimleniyor.

Önceki iki yazıya yapılan yorumlarda dile getirilen ortak itirazlardan biri, Marksizm’in kendisinin, dogmatik dini inancın sekülerleştirilmiş biçiminden başka bir şey olmadığıdır. Onun Hegelci diyalektiği kullanmasının yürürlükte olan temel bir determinizmi maskelediği ve tarihi anlama yöntemleri olarak koyduğu kategorilerin buyurgan olduğu, dolayısıyla tarihi, komünizme otomatik olarak basitçe erişilecek bir evreler dizisi olarak sunduğu ileri sürülüyor. Bu, Marx’a karşı, en tutarlı ifadesini Karl Popper’in totaliterlik ve bilimsel yanlışlanabilirlik konusunda yazdıklarında bulan, geleneksel liberal bireyci bir itiraz. Popper’a göre, Marksizm, tarihin basitçe önceden bilinen bir bitiş noktasına erişme aracı olarak görüldüğü, din benzeri bir giysi giydirilmiş Hegelci teleolojiden başka bir şey değil.

Bu görüş, daha sonra Marx’a ve Marksizm’e karşı en çok ileri sürülen ikinci ortak itirazla ilişkilendiriliyor; bu itiraz, teleolojik bitiş noktasına erişme sürecinin zorunlu olarak Gulag (toplama kampı), Büyük sıçrama, Berlin duvarı ve Pol Pot’un işkence odalarına vardığı inancıdır. Bu okuma biçiminde Marx, doğrudan milyonlarca insanın ölümünden sorumlu tutulmakta ve tarihteki en büyük kitle kıyıcısı olmasa da, en büyüklerinden biri olarak görülmekte. Bütün önceki ve çağdaş sosyal organizasyon biçimlerinin de, yoksulluk, yağma, iç savaş, sömürgeci emperyalizm, diğer ulusların zenginleşmesi, soykırım, etnik temizlik, engizisyon, faşizm v.s. üzerinden milyonların ölümüne neden olduğu ve neden olmaya devam ettiğini söylemek çok fazla işe yaramıyor. Marx, adının kötü rakamlarla anılması dezavantajına sahip, oysa bizi şimdi bulunduğumuz noktaya getiren tarihin akışı boyunca acı çekmiş ve yok olmuş milyonlar bir tür “yitip giden aracı”yı (vanishing mediator) temsil etmektedir.

Bununla birlikte, Popper’in teleolojik tarihçilik olarak Marksizm tanımlaması –Popper’in onu tanımladığı şekilde- yalnızca Marksizmi değil ama aynı zamanda onun felsefesini üzerine oturttuğu Hegelci diyalektiği de yanlış yorumluyor. Genellikle Marx’ın metinlerinin en deterministi kabul edilen 1859 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın ünlü önsözüne baktığımızda bile, Marx açısından, tarihsel gelişmenin, önceden belirlenmeksizin, maddi üretim güçleri (malın nasıl üretildiği) ile toplumsal üretim ilişkileri (toplumun bu malın üretimi etrafında nasıl örgütlendiği) arasındaki ilişkiden doğduğunu görebiliriz.

Toplumun tarihsel gelişiminin Marx’taki anlamı, aslında, otomatikliğe inanmaktan ziyade, toplumun içindeki kendini üreten muhtemel çelişkilerin analizine dayanıyor. Toplumların bütün biçimlerine uygulanabilecek “tarihin katı yasaları” yok ve değişmez tek bir işlemci var; kendisini tarihin değişik anlarında farklı biçimler ve yönler alarak sunan, sınıf mücadelesi.

Bulunduğu noktaya erişmiş olan toplum için, önceden olan her şey elbette gerekliydi, ancak herhangi bir metafiziksel biçimde olması gerekli değildi. İnsan toplumunun gelişmesindeki biçimleri araştırmak, bu biçimlerin, gelecek aşamanın hem öznel politik eylemin hem de nesnel maddi koşulların bir ürünü olduğu kendi kendini üreten bir sürecin ifadesinden öte bir şey olduğunu varsaymak değildi.

Antonio Gramsci’nin işaret ettiği gibi, eğer Marx, bütün bunların otomatik olarak gerçekleşeceğini düşünseydi, bu durumda, dünyayı değiştirmenin onu yorumlamaktan daha önemli olduğunu ilan ettiği onun Feuerbach üzerine 11. tezine ihtiyaç olmazdı.

Aynı biçimde Hegel için, “werden” ya da olmak, “mutlak öz”ün yalnızca kendini ifade etmediği, ama daha önemlisi, tarihsel süreç üzerinden kendini nasıl ürettiğini anlamanın anahtarıydı. Açığa çıkarma (unfolding) sözcüğünün Almanca karşılığı –entfaltung- aynı zamanda gelişme demek ve yeni yaratım süreci, ya da autopoiesis, Hegel’in mutlak öz’ünün dünyada yalnızca işlerliğini değil ama aynı zamanda kendi kendini yaratmasını sağlayan süreçti.

Marksistler arasında belki de en Hegelci olan Ernst Bloch, bunun Hegel ve Marx’ın her ikisinin de, üstün (transcendent) yokluğunda (tüm şeylerin oraya doğru yönelmesi gereken -dini veya sosyal- üstün alan anlamında) üstünlük (transcendence) üzerine (var olan üstünlük durumu anlamında) konuşmak demek olduğunu kabul etti.

Bundan dolayı, Marx ve Hegel’de diyalektik, otonomi ile bağımlılık, iradecilik ile determinizm ve mümkün olanla (Aristo’nun kata to dynaton) ile mümkün olabilecek olan (dynamei on) arasındaki ilişki olarak kategorize edilebilir. Marx’ın 1852 tarihli Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde özlü olarak ifade ettiği gibi: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, ancak bunu serbestçe, kendi belirledikleri koşullar altında değil, ama daha önce var olan, verili ve geçmişten aktarılan koşullar altında yaparlar”.

(18 Nisan 2011, The Guardian / Çev. Ferhat İyidoğan)