Sheffield Üniversitesi, Ernst Bloch Araştırmaları Direktörü Peter Thompson’ın, ünlü İngiliz gazetesi The Guardian’da yayınlanan Marx üzerine bir dizi yazısını Demokrat Haber çevirisiyle sunuyoruz. Sekiz yazıdan oluşan bu seride, yazar Marx’ın günümüz dünyasında ifade ettiği anlamı felsefi, politik ve ekonomik yönleriyle değerlendiriyor...

Peter Thompson

Marx, dini doğru anlamanın bütün insanlık tarihini anlamaya izin vereceğini düşünüyordu.

Marx, ünlü tezinde bütün eleştirinin din eleştirisiyle başlaması gerektiğini söyledi. Bu, sıklıkla “dinin halkın afyonu” olduğu sloganıyla biten bir pozisyonun başlangıç noktası olarak alınmakta. Bununla birlikte, bu slogana indirgeme, çoğu düşünce adamının başına geldiği gibi, bunların gerisindeki düşüncelere haksızlık oluyor. Sosyal bir olgu olarak din eleştirisi, bunun gerisindeki sorunları yok saymak anlamına gelmez. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde, dinin “düşman bir dünyada ezilen varlığın soluklanması, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz bir dünyanın ruhu” olduğu ve dini anlamanın, bunu doğuran sosyal koşulları anlamakla el ele gitmesi gerektiğini yazan Marx, meşhur “din halkın afyonudur” çizgisinin ilerisindedir.

Dinin kalpsiz dünyanın kalbi olduğu tanımlaması, böylece, dinin kendi başına bir eleştirisi değil, fakat dünyanın var olan biçimiyle bir eleştirisi haline gelmektedir. Bunun ortaya koyduğu, Marx’ın bir bütün olarak din, politika, ekonomiyi yalnızca bir felsefi eleştiri olarak değil, ama aynı zamanda dünyayı değiştirmek ve ona yeni bir kalp bulmak için aktif bir girişim olarak düşündüğüdür. Marx, Highgate mezarlığında mezar taşına kazınan meşhur Feuerbach üzerine 11. tezinde, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler; aslolan onu değiştirmektir”, diye yazdı.

Marx’da anlamak ve eylem sıkı biçimde birbirinin içine geçiyor olsa da, onun bu konudaki kavrayışını geriye dönük olarak iki erken dönem Alman filozofu Hegel ve Feuerbach üzerinden keşfedebiliriz.

Marx, tarihsel dönüşümü anlamanın araçları olarak Hegel’de idealist diyalektik kavramını buluyor, ama bu değişimi doğru anlamanın aracı olarak Feuerbach’ın materyalizmini kullanıyor. Bu yüzden kendi sistemini diyalektik materyalizm olarak tanımlıyor.

Hegel’in diyalektiği hiç de materyalist değil. Bu diyalektik, insanların neredeyse bütünüyle birbirinden bağımsız olarak tasarladıkları fikirlerin varlığı ve önemi üzerine oturuyor. Biz sadece bu düşüncelerin kuklalarıyız. Bu esas olarak, tarihsel dönüşümü Fransız devriminin etrafında gelişen devrimci ayaklanmalar çerçevesinde açıklama girişimiydi. Devrimler niçin oluyor, sonra da bu devrimlere ne oluyor? diye sormakta Hegel. Şeyler niçin aynı kalmıyor, niçin dünyanın bazı ruh halleri (Weltgeist),  dünyanın olması gereken ve yeni bir “zamanın ruhunu” (Zeitgeist) üretecek biçimde kendini sürekli olarak yeniliyor? İpucunu Kant’tan alan, içine de bir miktar Spinoza ve Neo-Plâtonizm ekleyen Hegel’e göre, dünyada değişim meydana gelmekte, çünkü bu tamamlanmamış bir şeye doğru gelişen fakat merkezinde insanın özgürleşmesi fikrini açığa çıkaran, her yerde var olan sürekli bir gelişmeydi. Böylece, tarih,  bu değişimi açığa çıkaran, sürekli değişen ve kendini bir dizi dolaylı karşıtlıklarla tamamlayan bir toplamın basit bir taşıyıcısı oldu.

Diyalektik, varsayılan her durumun içinde, kendi karşıtının da yer aldığını varsayan bir hareket teorisidir. Durum ve karşıtı arasındaki gerilim ve etkileşim sürekli olarak yeni ve gelişen sosyal var oluş biçimleri üretir. Şüphesiz, herhangi bir durumun zıddının tam olarak ne olduğuna karar vermenin güçlükleri var. Bununla daha sonra ilgileneceğim. Marx, bu Hegelci ve idealist diyalektik yaklaşımı aldı ve buna zamanının birçok bakımdan bir çeşit politik Ditchkins’i (popüler ateistler olan Darwin ve Hitchens isimlerinin bileşimi, ç.n.) olarak kabul edilen Feuerbach’dan aldığı materyalist bir zemini ekledi.  Marx’ın din kavrayışında din, “insandaki en kutsal duyguyu, gerçeklik algısını, yıkmasa da zehirliyor”. Onun dini kavrayışına göre, dinsel ifadenin bütün biçimleri sadece, insan türünün, kutsal düşünce ve onların körü körüne izleyicilerine ya da diğer bir ifadeyle tanrı yanılgısına dönüşen, soyut belirsiz özlemlerinin ifadesiydi.

Hegel ve Feuerbach arasındaki tartışmanın Marx’daki gerçek sentezi, ikisiyle hemfikir olmak, ama onları ters yüz etmek (ya da söylediği gibi ayaklarının üzerine oturtmak) ve onların fikirlerini somut tarihsel koşullara uydurmaktan ibaret. Hegel’in idealizmi ile Feuerbach’ın materyalizminin ortak paydası, gerçek somut koşullardan soyutlanmalarıydı. Hegel’in diyalektiği aslında dünyadaki değişimi anlamanın bir yöntemiydi, ancak bu değişimin Weltgeist (dünyanın ruhu)’in işlemesinden ziyade hâkim maddi koşullardan kaynaklandığının farkına varamadı. Öte yandan, Feuerbach’ın materyalizmi insanların din algısının yalnızca soyut biçimiyle ilgilendi ve soyutlamanın insanların, tüm sınıfların üstünde, birbirleriyle tarihsel etkileşimiyle aldığı şekli tespit edemedi.

Böylece Marx daha 1848’de Komünist Manifesto’ya, “şimdiye kadar mevcut olan bütün toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir”, tezi ile başlayabildi. Marx için bu tarihin gerçek motoruydu; gerçek tarihsel sonuçlar yaratan gerçek sınıflar arasındaki gerçek mücadeleler, yadsımanın yadsıması süreci olarak yeni mücadeleler haline geldi –Marx bunu “yaşlı köstebek” olarak adlandırdı. Yer altında sürdürülen bu yeni mücadeleler, her zaman yeni düşünce biçimleri geliştirmeye, yadsımaya ve dünyayı değiştirmeye devam etti

Önümüzdeki günlerde bütün bunların günümüzde nasıl işlediğine, Marksistlerin bunu nasıl ele aldıklarına ve bütün bunların sonuçlarının ne olduğuna bakacağım. Ayrıca, içinde bulunduğumuz bu yeni devrimci çalkantılar çağında, Marksizm’in, hala herhangi bir açıklama gücü taşıyıp taşımadığını ya da Hegel ve Fukayama’nın kavramlarıyla, Tarihin sonu’na ulaşıp ulaşmadığımızı da soracağım.

(4 Nisan 2011, The Guardian / Çev. Ferhat İyidoğan)