Halkların Demokratik Partisi Muş Milletvekili ve Grup Başkanvekili Ahmet Yıldırım, HDP’nin referandum sürecindeki yol haritasını, tutuklu eş başkanların ve vekillerin durumunu ve referandum sürecinin AKP üzerindeki etkilerini değerlendirdi.

AKP’nin referandumdan ‘hayır’ çıkması durumunda dağılacağını iddia eden Yıldırım, “Referandum, Sayın Erdoğan’ın da, AKP’nin de siyaset sahnesindeki sonunun başlangıcı olacak. Yeni bir toplumsal muhalefet de hızla örgütlenmeye başlayacak. AKP-MHP bloku zaten paramparça olacak. AKP de kendi içinde üçe, dörde bölünecek. Bunu kısmen kulis bilgileriyle, kısmen de yorum olarak söylüyorum” dedi.

Ahmet Türk’ün tutuklu yargılanmasını değerlendiren Yıldırım, Ahmet Türk’ün kelepçeli fotoğrafına ilişkin, “Kürt’ün bütün kutsallarıyla oynama, sinir uçlarına dokunma çabası içine girdiklerini düşünüyorum. Bu fotoğrafın uygulayıcılarına söylemek isterim: Kürt’ün sadece mücadelesinden değil, Kürt’ün öfkesinden de ciddi korksunlar. Bunlar bir gün özellikle yargı önünde çok kötü hesap verecekler” ifadelerini kullandı.

Halkların Demokratik Partisi Muş Milletvekili ve Grup Başkanvekili Ahmet Yıldırım, just Paste.it sitesinden Osman Oğuz’un sorularını yanıtladı.

Anayasa değişikliği paketi, neden önümüzde? Bu referanduma neden gidiyoruz?

Öncelikle belirtelim: Bu, sadece ülkenin belli bir bölümünü etkileyen bir yasa değişikliği falan değil. Ülkede zaten çarpık temeller üzerine kurgulanmış olan 95 yıllık cumhuriyetin rejim değişikliğine denk düşen bir paket. Bir anayasa değişikliği değil aslında; çünkü anayasa ihtiyacı toplumsal konsensüs üzerinden çıkar; toplumun parlamentodaki siyasi partilerle de sınırlı olmayacak kadar geniş tabanlı bir beklentisiyle açığa çıkar.

Toplumun böyle bir rejim değişikliği falan talep ettiği yok. Kimsenin bunu iddia etmesi mümkün değil. Sadece iki partinin rızasıyla ama iki partinin bile tabanını, parti kadrolarını, meclis gruplarını, genel merkez yönetimlerini ikna edemediği bir paket olarak karşımıza çıktı bu.

Bakın, zaten AKP ile MHP’nin meclis grubundaki bütün baskıcı yöntemlere rağmen 20’ye yakın firesi var. AKP’yi kurmuş olan; bakanlık, meclis başkanlığı, genel başkan yardımcılığı yapmış olan birçok kişi çıkıp demeçler veriyor ve bu değişikliğin toplumun ihtiyaçlarını karşılamadığını, yanlış olduğunu söylüyor.

O zaman, iki partinin bile daha kendi tabanını ikna edemediği bir süreçle karşı karşıyayız, bunu baştan koyalım. Kaldı ki, iki partinin tamamı istese, hatta parlamentodaki dört parti istese bile, ben bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. Çünkü anayasalar, bir toplumsal sözleşme olarak kabul edilir.

Meclis içi ve dışındaki partiler, platformlar, sivil toplum örgütleri, sendikalar, aydınlar, akademisyenler… Toplum sözleşmesi, geniş tabanlı bir uzlaşıyla hazırlanmalıdır. Yangından mal kaçırır gibi hazırlanmış, iki partinin derin dehlizlerine hapsedilmiş bu değişikliğe anayasa, toplumsal sözleşme demekte çok zorlanırız biz.

Ama öte yandan AKP de diyor ki, mevcut sistem tıkandı, bu sistemle daha fazla ilerlenmesi mümkün değil, dolayısıyla öyle ya da böyle bu düzen değişmeli…

Yani sistemin tıkanmış olması argümanını iktidarlarının 15. yılından sonra söylemiş olmaları, büyük bir talihsizlik. 2001’de kendi partilerini kurduklarında, 2002’de iktidar olduklarında, evet, rahatsızlıkları biraz anlaşılırdı. Ama ülkede Emniyet’i, İstihbarat’ı, Yargı’yı, Ordu’yu, üniversiteleri, bütün bürokrasiyi ele geçirdikten ve onların kamu otoritesi olarak sopasını kullanmaya başladıktan sonra böyle bir değişikliğe gidiyor olmaları… Tümüyle baskıcı süreçlerin gölgesinde hazırlanmış bir pakettir bu.

Buradan hareketle, niyeti şudur: Alabildiğine mutlu bir azınlığın mutsuz çoğunluk üzerindeki tahakkümünü kurumsallaştırmak. Bireye endeksli ve o bireyin çevresindeki mutlu azınlığa endeksli bir sistemi, mutsuz çoğunluk üzerinde kurumsal hale getirebilecek bir değişiklik bu.  Ben bunun tümüyle bir faşizme tekabül ettiğini düşünüyorum. Despotik, totaliter ülkelerin tamamında gelişimin böyle olduğunu okumuş olduğum bütün ülke tarihlerinden biliyorum. Hitler Almanyası’ndan Mussolini İtalyası’na, Humeyni İranı’na kadar…

AKP’nin müttefiklerinin, MHP’nin ve ulusalcıların bu süreçten beklentisi, muradı ne?

Ben bu sözünü ettiğiniz odakların 95 yıllık tekçiliğin, ret ve asimilasyon politikalarının aynı noktaya tekabül eden damarlarını oluşturduğunu düşünüyorum. Zaten sıkıntı da bu. Cumhuriyet tarihi boyunca bu toplumun etnik, dinsel, mezhepsel yapısıyla birlikte mutlu bir ülke olamayışının müsebbibleri tarafından bu anayasa değişikliği hazırlanıyor. Bu mutsuzluk katmerleştirilmeye, daha kronik hale getirilmeye ve daha da kurumsallaştırılmaya çalışılıyor. Bu sebeple de yanlış işte.

Peki, bir yandan referandum gündemi var ama memlekette OHAL var, eş başkanlarınız ve vekilleriniz dahil binlerce kişi tutuklandı, yoğun bir baskı atmosferi var. Bu koşullarda çalışma yapabilecek misiniz? Nasıl bir referandum ortamı oluşacak?

Bir defa şunu söyleyelim: Bir yerde sandığın kuruluyor olması, tek başına demokrasi karinesi olamaz. Bir sandığın demokrasiye tekabül edebilmesi için o sandığa giden yolun temiz olması gerekir. Bütün demokratik gruplara ve siyasi partilere kendilerini eşit oranda anlatabilme koşulları oluşturulmuş mudur? Medya özgürlüğü var mıdır? Propaganda, gösteri, siyasi çalışma yapabilme kanalları herkes için eşit oranda açık mıdır? Ancak bunların sağlanması durumunda kurulacak sandığın halk iradesini yansıtabilmesi, halkın iradesinin tecelli etmesi mümkündür.

Şimdi düşünün… OHAL ilan etmişsiniz. Siyasi rakiplerinizden özellikle başkanlık sistemine giden yolu son 3 yıldır tıkamış ve muradınıza ermenizi engellemiş bir partinin eş başkanlarını, milletvekillerini, belediye başkanlarını, yöneticilerini ve üyelerini tutuklamışsınız…

O partinin bir ferdinin bile anaakım medyada yer almasının bütün imkanlarını kapatmışsınız… Devletin maddi olanaklarını 95 yıllık mutsuzluğun sebebi olan partilerin ve elit çevrelerin olanaklarına dönüştürmüşsünüz… Bu koşullarda sandığın kurulmuş olması, bir demokrasinin değil anti demokrasinin kılıfının hazırlanması anlamına gelebilir.

Peki nasıl çalışma yapacaksınız bu koşullarda?

Bütün bunlara rağmen çalışıyoruz biz. Hiçbir dönemde zaten düzen partileriyle eşit koşullarda siyaset yapmadık. Hep dezavantajlı siyaset yapmış bir gelenek içinde var olduk. Bu, bizim daha fazla çalışmamız, motive olmamız, örgütlenmemiz, enerji harcamamızın gerekçesidir; daha büyük mücadelenin gerekçesidir. Bu durum bizim için bir yılgınlık sebebi, süreçten çekilme sebebi olarak kabul edilmemelidir. Bütün parti kurullarımızda, bu eşitsiz koşullara rağmen bir mücadeleci ruhu ortaya koyarak, bunu partimiz dışındaki bütün toplumsal muhalif kesimlerle ve halkımızla ortaklaştırarak yürütmenin çabasını harcayacağız ve kampanyamızı yürüteceğiz.

Sokakta muhalif tek söz etmek bile imkansızlaştırılırken çok zor olmayacak mı bu söyledikleriniz?

Biz mücadele ederken karşımıza siyasi rakiplerimizin çıkmasını beklerdik. Ama siyasi rakiplerimiz değil, orantısız güç kullanan güvenlik güçlerini ve siyasallaşmış yargı kıskacını görüyoruz. Yaptığımız açıklamalarda TOMA’ları, tankları, copları görüyoruz. Sadece açıklamalarımızdan ötürü mahkeme salonlarına gidip geliyoruz. Bu zaten başlı başına bu ülkenin nasıl bir despotizme evrildiğini gösteriyor. Bu paketin neyi kurumsallaştırmak istediğini de gösteriyor.

Arkadaşlarımızın tutuklu olmasına sebep olan dosyaların hiçbirinde de hukuka aykırılığı gösteren bir delil yok. Tamamı siyasetçi olmaktan kaynaklı söylem ve etkinlikler… Bunlarla yargılanıyorlar.

Tüm bunların farkındayız. Ama biz eşitsiz koşullardayız diye daha da kurumsallaştırılmak istenen bir faşizme boyun eğemeyiz. Durumun farkındayız, önümüze engellerin çıkarılabileceğinin farkındayız ama biz sadece haklı değiliz, halka dayanıyor olmaktan kaynaklı güçlüyüz de. Halk gücünü arkamıza alarak bütün Türkiye halklarına kalıcı ve onurlu bir barışı armağan etmenin çabası içindeyiz.

‘Hayır’ diyen cephede çok farklı kesimler var. Bu süreçte kampanyanızın ittifak politikası nasıl olacak?

Bu genel ya da yerel seçim olsaydı ve partiler yarışsaydı, kendi parti özelliklerimiz üzerinden hareket etmeyi önceleyebilirdik. Ama şu anda faşizmin kurumsallaştırılması paketinin kabulü ya da reddi seçimiyle karşı karşıyayız.

Sadece bir partinin, bir platformun ekseninde yürütülebilecek bir kampanya değil, bu kampanya. Bunun tamamen farkındayız. Bu nedenle de toplumsal muhalefetin bütün dinamikleriyle ortaklaşma ve uzlaşabilme niyetindeyiz. Asgari müşterekleri büyüten, farklılıkları ise göz ardı etmeye çalışan bir süreci esas almaya çalışıyoruz.

Şüphesiz bir ilkesiz birliktelikten söz etmiyoruz. Herkesin insan olmaktan, bu ülkenin yurttaşı olmaktan, barışsever olmaktan kaynaklı asgari müşterekleri vardır. Bizim için bu asgari müşterekler şudur: Dininiz, etnik kimliğiniz, mezhebiniz, inancınız, kültürünüz ne olursa olsun, kendiniz için istediğiniz her şeyi kendi dışınızdaki yurttaşlar için de istiyorsanız, bu bizim için ilk etapta bir araya gelme ve ortak mücadele etme zeminidir.

Bu kapsamda bugüne kadar attığınız adımlar var mı peki?

Evet. Örneğin Diyarbakır’da toplumun farklı kesimleriyle bir araya geldik. Bugünden itibaren de İstanbul’da, Marmara’da, Ege’de, Çukurova’da ve Anadolu’nun farklı yerlerinde, HDP/HDK bileşenleri ve onlar dışındakilerle, meslek örgütleriyle, sendikalarla bir araya gelmenin programını, planını çıkardık. Partimizin bu sürece bakışının nasıl olduğunu ifade edeceğiz.

Bizim dışımızda ‘Hayır’ kampanyası yürütenlerle ortaklaşabilmenin koşullarını zorlayacağız. Geniş tabanla hareket etmenin zaruretinden bahsedeceğiz. Önümüzdeki iki hafta farklı muhalif kesimlerle ortak bir payda yakalama ve onun üzerinden mücadeleyi örgütleme çabaları içindeyiz. ‘Hayır’ kampanyamıza dahil olmak için ille de HDP’li olmak şartını aramayacağız.

Referandum sonucu AKP/Erdoğan iktidarının bekası ya da yenilgisi açısından ne denli kritik? Bazıları, “Hayır bile çıksa yoluna devam eder” diyor mesela…

Bizim açımızdan bu sistem, 95 yıldır yanlış temeller üzerine kurgulanmış bir sistem. Şimdi kendileri, bu düzenin bittiğini söylüyor. Ama önerdikleri bu despotik anayasa değişikliğinin reddedilmesi durumunda aslında siyaseten o eski sistem tümden yenilmiş olacak. Mevcutta tıkanmışlık, çürümüşlük var. Getirmek istedikleri o despotik yapıyı da halk reddederse, ben iddia ediyorum: Sayın Erdoğan’ın da, AKP’nin de siyaset sahnesindeki sonunun başlangıcı olacaktır. Yeni bir toplumsal muhalefet, vicdanlı, soldan yana bir toplumsal muhalefet hızla örgütlenmeye başlayacak. AKP-MHP bloku zaten paramparça olacak. AKP de kendi içinde üçe, dörde bölünecek. Bunu kısmen kulis bilgileriyle, kısmen de yorum olarak söylüyorum.

Nasıl yani? Bunun olacağına dair size ulaşan bilgiler mi var?

Tabii ki. O anlamda halkımız moralli olsun, umutla mücadeleye sarılsın. Onlar despotizmin finalini oynuyorsa, biz de yeni yaşamın final sayfasını açmak üzere yola çıkıyoruz. Bu moralle yürümeliyiz. Hiç sanki bu sistem bitmeyecek gibi düşünmesin kimse. Referandum günü bazıları için bitişin başlangıcı olacak, bu konuda ben çok eminim.

 Ama bazıları da diyor ki, “7 Haziran’da da o inançla sandığa gittik, kazandık ama sonuç ortada…” O günden bugüne ne değişti?

Şu değişti: AKP aslında yenildi o gün. AKP, ondan sonraki savaşı yenilmiş kendi yapısıyla da yürütmedi. Teslim oldu. Kime teslim oldu? Ergenekon’a, ulusalcılara teslim olarak yeni bir güç tahvil etti. Şimdi de o eklemlenmiş, milli mutabakat olarak adlandırılan ulusalcı, ırkçı, militarist, Ergenekoncu gücün de dağılmasının finali yaşanıyor. Yoksa AKP bizim için bitmiştir. Bu paket de AKP’nin falan değil. AKP, faşizmi tek başına kendi yenilmiş gücüyle yönetmiyor; yeni koalisyon ortaklarıyla birlikte yürütüyor. O koalisyonun da yenileceği bir sürece gidiyoruz biz.

 Taybet Ana’nın, Mehmet Tunçların hesabı için…

Kürt’ün bu dönemdeki sessizliğini bir öfke birikmesiyle yorumlayabilirsiniz. Bu ne bir yılgınlık, ne bir teslim olma halidir; böyle görenler büyük yanılıyorlar. Ahmet Türk’ün fotoğrafının uygulayıcılarına söylemek isterim: Kürt’ün sadece mücadelesinden değil, Kürt’ün öfkesinden de ciddi korksunlar.

Uzun süredir bir vahşet teşhiriyle karşı karşıyayız. Çeşitli formlarda açığa çıkıyor; ölü bedenler, duvar yazıları, çatışma görüntüleri, Ahmet Türk’ün kelepçeli fotoğrafı… Kürt halkının bu süreç ardından bugünkü halet-i ruhiyesi nasıl? Ne hissediyor Kürtler?

Halkla çok farklı aşamalardan temas eden bir yurttaş olarak, siyasetçi olarak söyleyeyim: Birikmiş muazzam bir öfke ve mücadele azmi var. Bu gibi sessiz dönemler, toplumsal patlamanın ne zaman gerçekleşeceğinin belli olmadığı dönemlerdir. Kürt’ün bu dönemdeki sessizliğini bir öfke birikmesiyle yorumlayabilirsiniz. Bu ne bir yılgınlık, ne bir teslim olma halidir; böyle görenler büyük yanılıyorlar.

Biz halen bütün bunlara rağmen sürecin müsebbiblerinin bağımsız bir yargı önünde hesap vereceği koşulların açığa çıkarılması için mücadele ediyoruz. Bunu kimseden beklemiyoruz; bunu açığa çıkarabilmenin çabası içindeyiz. Kuldan lütuf bekleyen bir noktada değiliz. Bunun ilk adımının da referandumda açığa çıkacağını düşünüyorum.

Halkımız bilmeli: Taybet Ana, Miray bebek, Sêvêler, Mehmet Tunçlar ve Ahmet Türk’ün o görüntüsü… Bunları kabul etme ya da hesabını sorma süreci olarak biz referanduma gidiyoruz. Yalnız başına bir kişinin saltanatını inşa etmeye çalıştığı bir süreçle sınırlı görmüyoruz; onun üzerine bunu ekleyerek hareket ediyoruz. Devletin halkımıza yönelttiği kirli savaşın da referandumu olarak bu sürece gideceğiz.

Cizre’nin, Sur’un; halk iradesinin gaspı anlamına gelen kayyumların; eş başkanlarımızın, milletvekillerimizin, belediye başkanlarımızın hukuktan yoksun mesnetsiz iddialarla tutuklanmasının; güç siyasetinin güç zehirlenmesine dönüştüğü bu koşulların cevabı olarak görüyoruz bu süreci. Bizim için anlamı budur.

Bazen bir kadın, bazen bir çocuk istismarı ile; bazen de 15 Temmuz sonrası varoluşsal olarak karşı siyasi kulvarlarda olduğumuz Gülen Cemaati’ne mensup kişilerin işkenceye uğradığı vakalarla karşılaşıyoruz. Size ifade etmekte utanacağım kadar insanlık dışı uygulamaların olduğu bir cezaevi gerçekliği var Türkiye’de.

Başka bir konu… Cezaevlerinde ağır hak ihlalleri yaşanıyor; hatta her gün işkence haberleri yansıyor ama artık sıradanlaştı da… Takip ediyor musunuz olan bitenleri?

Genel Merkez’de ağırlığı hukukçulardan oluşan bir Cezaevi Komisyonu var. Oraya iletilen her şikayeti alıyoruz, değerlendiriyoruz. Bu şikayetleri parlamentoda sıklıkla ifade etmeye çalıştık. Özellikle de Adalet Bakanı’na, ilgili yetkililere, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’ne ilettik. Cezaevlerinde insanlık dışı uygulamalara maruz kalanların siyaseten bize yakın olması şartını aramaksızın bu konuyu gündeme getiriyoruz. Herkesin hak arayıcılığını ve sözcülüğünü yapmaya çalışıyoruz.

Bazen bir kadın, bazen bir çocuk istismarı ile; bazen de 15 Temmuz sonrası varoluşsal olarak karşı siyasi kulvarlarda olduğumuz Gülen Cemaati’ne mensup kişilerin işkenceye uğradığı vakalarla karşılaşıyoruz. İşkence ve insanlık dışı muameleye maruz kalmış bir insanın haklarını savunmak için siyaseten aynı kulvarda olup olmamanın hiçbir önemi yok. Karşıt olsak bile bu meselede onun sesi olmaya çalışıyoruz.

Her ne kadar inkar etseler de, reddetseler de… Biz belgeleri dosyalayarak Adalet Bakanlığı’na ulaştırıyoruz. Size ifade etmekte utanacağım kadar insanlık dışı uygulamaların olduğu bir cezaevi gerçekliği var Türkiye’de.

Nasıl bir durum var yani? Biraz daha açabilir misiniz?

Fiziki işkenceden psikolojik işkenceye, cinsel istismar vakalarından özellikle tek kişilik hücrelerde tecrite… Türkiye’nin mevcut geri anayasasına bile aykırı olan, uluslararası sözleşmelerin işkence olarak tabir ettiği koşullardan söz ediyorum. Özellikle sistematik işkence vakalarıyla ve cinsel istismarla ilgili bildirimler var.

‘CHP’LİLER GÖRÜŞÜYOR HDP’LİLER GÖRÜŞÜYOR’

Tutuklu HDP eş başkanları ve vekilleriyle görüşebiliyor musunuz?

Anayasal hakkımız olmasına, özel bir yasayla bu hakkımız güvence altına alınmış olmasına rağmen şimdiye kadar sadece bir defa vekillerimizden bir heyet oluşturup içerideki eş başkanlarımız ve vekillerimizi ziyaret edebildik. Oysa Türkiye’deki hem Ceza Kanunu hem de Ceza ve Tevkif Evleri Ziyaret Yönetmeliği, milletvekillerinin sadece bildirimde bulunarak bütün tutuklu ve hükümlüleri ziyaret hakkı olduğunu söylüyor. Ama biz bunu gerçekleştiremiyoruz. Mesela CHP’den istendiği anda arkadaşlarımızı ziyaret edenler var; ama biz yapamıyoruz. Mütemadiyen avukatlarımız, hukukçularımız ve aileler aracılığıyla takip ediyoruz.

Onların koşulları nasıl peki?

Bugüne kadar halen, üç aya yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, tek kişilik hücrelerde tutuluyorlar. İletişim olanaklarından istifade edemiyorlar. Günlük gazete ve televizyondan bile tam anlamıyla faydalanamıyorlar. Tecrit durumu yaşanıyor ki, uluslararası sözleşmeler bunu işkence olarak tanımlıyor.

 ‘AHMET TÜRK’E VURULAN KELEPÇE’

Tutuklu Kürt siyasetçilerden Ahmet Türk’ün bir fotoğrafı paylaşıldı: Kollarına girilmiş, kelepçe takılmış. Bu fotoğraf karşısında, bir HDP milletvekili ve bir Kürt olarak ne hissettiniz?

O fotoğraftan bir kişinin utanç duyması, o fotoğrafa karşı öfke duyması, infial hali yaşaması için HDP’li olmasına gerek yok; onurlu bir insan olması yeterlidir. Bunu ifade etmek isterim en başta. Kaldı ki burada sözü edilen kişi sıradan bir siyasetçi de değil, ömrünü barışa adamış olan ve Kürtlerin ‘rû spî’ olarak adlandırdığı, ak saçlı ak sakallı bir bilgedir.

Sistem bilerek yapıyor bunu. Kürt’ün bütün kutsallarıyla oynama, sinir uçlarına dokunma çabası içine girdiklerini düşünüyorum.

Bu fotoğrafın uygulayıcılarına söylemek isterim: Kürt’ün sadece mücadelesinden değil, Kürt’ün öfkesinden de ciddi korksunlar. Bunlar bir gün özellikle yargı önünde çok kötü hesap verecekler.

Bu fotoğrafa karşı olmak, insan olma karinesidir bizim için. Alçakça bir uygulamadır. Fotoğrafın sahipleri, Ahmet Türk’ün koluna girmiş askerler de değildir; bir zihniyetten, faşist bir yapıdan söz ediyorum. Bu ancak faşizmde olabilir. Bu görüntüyü ancak Guantanamo ile karşılaştırabilirsiniz. Aşağılık, alçakça bir uygulama olarak adlandırdığımı söylemek istiyorum. Her platformda hesabını soracağız, takipçisi olacağız.