HDP Sözcüsü ve Kars Milletvekili Ayhan Bilgen, partisinin grup toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

“Barış” diyen TTB yöneticilerinin gözaltına alınmasını değerlendiren Bilgen, Kore Savaşı’na karşı çıkan Behice Boran ve arkadaşlarının tutuklandığını anımsattı.

Bilgen, “Tabi doktorlar insanları yaşatmak için varlar. Görevleri o, ettikleri yemin o. Ama bazıları doktorluk ile gassallığı, cenaze yıkayıcılığını karıştırıyorlar ki doktorlardan ölü seviciliği bekliyorlar, ölüme methiyeler düzmelerini bekliyorlar. Barış dedikleri için evleri basılıyor, muayenehaneleri bile suç örgütü merkeziymiş gibi muameleye maruz kalıyor. Yine akademisyenler hedefe konuyorlar, medya önünde siyaseten linç ediliyorlar” dedi.

ÖSO ile ilgili tartışmalara da değinen Bilgen, “Bu sürecin suç ortağı ÖSO’yla ilgili çok şey söylemeyeceğim. Cumhurbaşkanının “hataları olabilir ama yanlış yapmadılar” dediği, bir milletvekilinin “milli kuvvet” olarak tarif ettiği ÖSO bir birleşik yapıdır. İçinde öldürdüklerinin kalbini yiyenler de var, 12 yaşındaki çocukların kafasını kesenler de var. İçinde çok fazla grup var. Bu grupların, geçmişte İngiltere’den maaş alarak savaştıklarını biliyoruz” diye konuştu.

Siyasetçilerin görevinin diyalog uzlaşı olduğunu savunan Bilgen, “30 yıldır Irak’ta Suriye’de Türkiye’de kaç tepe ele geçirildi, kaç dağ ele geçirildi? Sorun çözüldü mü, huzur ve güven gerçekleşti mi? Demek ki dağ tepe ele geçirilerek bu sorun çözülmüyor. Başka bir şey yapmak lazım. Aksi takdirde toplar komşu halkların tepesine düşmüyor, yoksulların sofrasına da düşüyor. Ekmeğine de göz dikiyor. Nitekim bir patronun tarihe geçecek bir sözü var, “İşçilerimin hepsini savaşa götürebilirsiniz; alın götürün” diyor “ değerlendirmesinde bulundu.

Bilgen’in açıklamaları şu şekilde:

28 Ocak 1921’de, Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı Karadeniz’de katledildi. Onları anmak bizler için büyük bir sorumluluk. 2000’li yılların başında da hala faili bulunamamış bir katliama maruz kalan İzzettin Yıldırım’ı anmak istiyorum. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaşanan sadece bu iki vaka galiba her şeyi özetliyor.

Meclis 1 haftalık kar tatiline gitmişti. 3 partinin ortak açıklamasıyla karne tatili ilan edilmişti, bu hafta çalışmaya başlayacak. Tabi bu Meclis’in gazi sıfatını almasının sebebi daha Cumhuriyet ilk kurulmadan önce yürütülen savaş ortamında birinci Mecliste neredeyse her şeyin özgürce konuşulabiliyor, olması, hesap sorulması ve hesap verilmesiydi. Bugünkü tablo ne ifade ediyor, ortada.

Şu anda devam eden iktidar partisi grup toplantısında, Avrupa’daki, Uzak Asya’daki krallıklar örnek veriliyor ve demokrasi ile ülke yönetimleri arasında bağlantı kurulamayacağı belirtiliyor.

İşte Parlamentoya verilen önem de Parlamentonun siyasal sistem içindeki yeri de bu yaklaşımla ifade edilmiş oluyor.

Sadece iktidarın konuştuğu yerde, söylenenlerin büyük çoğunluğu gerçek dışıdır. Özellikle de savaş ortamlarında, kamuoyunun yanlış bilgilendirilmesi gibi.

‘KORE SAVAŞINA KARŞI ÇIKAN BEHİCE BORAN VER ARKADAŞLARI TUTUKLANDI’

Yine güzel bir söz; savaşta önce hakikat ölür. Bundan 68 yıl önce Kore savaşına Mehmetler, Mehmetçikler gönderilmişti, tabi Türkiye’nin NATO’ya girişi o zaman hayatını kaybeden askerlerin hatırına gerçekleşmişti. 7221 asker hayatını kaybetti, 2147 asker yaralandı, 174 asker kayboldu, 234 asker esir düştü. O zaman Kore savaşına karşı çıkan bildiriler dağıttıkları için Behice Boran ver arkadaşları tutuklandı, yargılandı. Bu kadar yılda bir arpa boyu yol almadık.

‘KARŞIMIZDAKİ 1991’DEKİ ERDOĞAN DEĞİL’

İktidar bir haftadır şunu söylüyor: Biz ne söylersek ona inanın, din adına ne söylersek ona inanın, dış politika, güvenlik adına ne söylersek ona inanın. Elbette ki karşımızdaki muhatabın 1991 yılında Irak’ta savaşa hayır toplantılarına katılan Recep Tayyip Erdoğan olmadığının farkındayız.

‘DOKTORLARDAN ÖLÜ SEVİCİLİĞİ BEKLİYORLAR’

O günden bugüne köprünün altından çok suların geçtiğinin idrakindeyiz. Gelinen noktanın vahametine dikkat çekmek için birkaç şey paylaşayım;

Tabi doktorlar insanları yaşatmak için varlar. Görevleri o, ettikleri yemin o. Ama bazıları doktorluk ile gassallığı, cenaze yıkayıcılığını karıştırıyorlar ki doktorlardan ölü seviciliği bekliyorlar, ölüme methiyeler düzmelerini bekliyorlar. Barış dedikleri için evleri basılıyor, muayenehaneleri bile suç örgütü merkeziymiş gibi muameleye maruz kalıyor. Yine akademisyenler hedefe konuyorlar, medya önünde siyaseten linç ediliyorlar.

FURKAN VAKFI KURUCUSU KUYTUL’UN GÖZALTINA ALINMASI

Baskı şüphesiz bütün toplumsal kesimlere. Camide hutbe dinlerken gerçek İslam bu olmasa gerek diyerek tavrını ortaya koyanlar cami çıkışında gözaltına alınıyor. Bugün sabah Adana’da Furkan Vakfı basılıyor, zaten çok az sayıda kalmış olan muhalif İslami çizgideki isimlerden Alpaslan Kuytul gözaltına alınıyor.

‘LEYLA GÜVEN GÖZALTINDA, İLÇE BİNAMIZI YAKANLAR SERBEST’

En son, Niğde İl Eş Başkanımız tutuklandı, Antep’te PM üyelerimiz için gözaltı ve tutuklama kararları çıkarıldı. Leyla Güven, DTK Eş Başkanı, 1 haftadır gözaltında tutuluyor. Ama Pendik’te galeyana gelip ilçe binamızı yakanlar, yakalanıp ifadeleri alınıp serbest bırakılıyorlar. Yeterli delil olmadığı için. Galiba binayı yakmak, yakmış bir bina bırakmak yeterinde delil oluşturmuyor, tutuklanmak için.

Yine Nadir Yıldırım, eş genel başkan yardımcımız, önce Afrin’e ilgili paylaşımlarından dolayı hedef gösteriliyor. Afrin’le ilgili yargılamak için dokunulmazlık dosyasının Meclis’e gelmesi gerekiyor. Buna vakit olmadığından, aceleleri olduğu için duruşması Şubat ayında olduğu halde eski bir dosya dolayısıyla mahkeme heyeti, bir kaç saatte toplanıyor ve tutuklama kararı çıkarılıyor.

‘TÜRKİYE’DE YAŞAMIN, BARIŞI SAVUNMANIN BEDELİNİ KONUŞACAĞIZ’

İşte bu atmosferde, bu tabloda Türkiye’de yaşamın, barışı savunmanın bedelini konuşacağız. Mehmet Ali Birand Türkiye’de savaş gazeteciliğinin de dünkü isimlerindendi. Kendi itirafı, ifadesi aynen şöyle: Yıllardır güneydoğuda süren savaşla ilgili batı kamuoyunu kandırdık, yanılttık. Bugün aynı alışkanlığı devam ettiren onlarca gazeteci var.

‘AFRİN OLMASAYDI HAMİLE ÇOCUKLARI KONUŞACAKTIK’

Bugün Afrin olmasaydı hamile çocukları konuşacaktık. Alınan yeni makam arabalarını konuşacaktık. Benzinin 6 liraya çıkmış olmasını konuşuyor olacaktık, cezaevlerinde gazetecilere, siyasetçilere layık görülen tek tip elbiseyi konuşacaktık. Ama bugün bütün kamuoyu savaşı izlemeye mahkum oluyor.

‘CİNNET HALİNDEN CAMİLER DE PAYINA DÜŞENİ ALIYOR’

Elbette ki bu cinnet halinden herkes payına düşeni arıyor. Camiler de payına düşeni alıyor. Güvenlik terminolojisini Kuran’la, vaazlarla karıştıranlar, camilerde böyle argümanlar kullanmayı tercih edenleri de tarih hak ettiği yere yazacaktır.

‘ZEYTİN DALI ÖLÜMÜN MESAJI OLARAK KAVRAMSALLAŞTIRILIYOR’

Evet Kuran’da zeytine gönderme vardır, incir ile birlikte anılır. Ama Kuran’dan barış mesajı almak istemeyenler için elbette bunlar rahatsız edici. Tıpkı Romalılar zeytin ağaçlarını taç yapıp Anadolu’yu, Akdeniz’i hangi psikoloji içinde ele geçirmeye çalıştılarsa bugün de zeytin dalı barışın değil, savaşın ölümün mesajı olarak kavramsallaştırılmak isteniyor.

‘HER ŞEYE RAĞMEN BARIŞI SAVUNMAYA DEVAM EDECEĞİZ’

Bu atmosfer belli ki birilerini çok motive ediyor. Özellikle silah pazarlamacısı ülkeleri kendilerine örnek alanlar için, bir hafta 10 gündür devam eden şov, tabutlar, bir anlam ifade etmeyebilir. Onlar ne kadar silah tanıtımı yaptık ve önümüzdeki dönem ne kadar silah pazarlayacağının derdinde olabilir. Ama ortada çok açık fotoğraflar var, sivillerin zarar gördüğüne dair. Bu resimler aslında bütün savaşlar gibi savaşların yaşlılar, çocuklar için ne ifade ettiğini gösteriyor. Selahaddin Camisi. Harabeye dönmüş.

Bu ortamı sonuna kadar savunmaya devam edenler olacaktır ama biz de her şeye rağmen barışı savunmaya devam edeceğiz.

‘ÖSO’NUN İÇİNDE ÖLDÜRDÜKLERİNİN KALBİNİ YİYENLER VAR’

Bu sürecin suç ortağı ÖSO’yla ilgili çok şey söylemeyeceğim. Cumhurbaşkanının “hataları olabilir ama yanlış yapmadılar” dediği, bir milletvekilinin “milli kuvvet” olarak tarif ettiği ÖSO bir birleşik yapıdır. İçinde öldürdüklerinin kalbini yiyenler de var, 12 yaşındaki çocukların kafasını kesenler de var. İçinde çok fazla grup var. Bu grupların, geçmişte İngiltere’den maaş alarak savaştıklarını biliyoruz. ABD ile eğit donat kapsamında çalıştıklarını biliyoruz ama bunların hiçbirini bilmek istemiyoruz çünkü onların milli bir kuvvet olduklarına ve Türkiye için uygun bir partner olduğuna inanmak ve bütün kamuoyunu da inandırmak istiyoruz.

‘UYGURLAR ACABA SURİYE’Yİ NE ZAMANDAN BERİ VATAN EDİNDİLER?’

Eğer bu gruplar iktidar partisinin ifade ettiği gibi özgürlük savaşı veriyorsa bu savaşı hangi devlete karşı veriyorlar. Eğer kendi vatanlarını koruyorlarsa niye kendi vatanlarını kendileri yönetemiyorlar diye sormak lazım. Cerablus’ta, Bab’ta, Azez’de Türkiye kaymakamları yönetiyor diye İçişleri Bakanı açıklama yapıyor. Demek ki orası ya onların vatanı değil ya da başka yerlerden gelmişler. Uygurlar acaba Suriye’yi ne zamandan beri vatan edindiler? Ya da Orta Asya’dan 100 dolar karşılığında savaşmak üzere gelenler ne zamandan beri Suriye topraklarını vatan olarak görüyorlar.

‘TÜRKİYE OHAL İLE DEĞİL SAVAŞ HALİYLE YÖNETİLMEK İSTENİYOR’

Elbette ki savaş savunucuları savaştan siyasi rant umanlar olacağı gibi, bütün engellemelere rağmen barışı savunanlar da olacak. Charlie Chaplin’e soruyorlar, neden sinema yapıyorsun diye, diyor ki; “barışı kışkırtmak için”. Gene mizahi bir ifade var, savaşı tarif ediliyor ve deniliyor ki; “aslında ABD birlikleri Bağdat’ı çok daha hızlı alabilirlerdi ancak CNN bazı sahneleri tekrar çekmek istiyordu, onun için savaş uzadı”.

Savaş sadece TV’lerden izlenecek bir şov, gece yarısı gökyüzünün aydınlatılması gibi görülürse silah üreticileri için iyi görülür. İsrailli bir barış aktivisti de diyor ki, “Geleceğimiz bir grup tetiksever sorumsuza emanet. “

Türkiye bir süredir sadece OHAL ile değil aslında savaş haliyle yönetilmek isteniyor. Başka türlü yönetme olasılığının tükendiği de böylece itiraf ediliyor. Ama mesele sadece devleti yönetme meselesi değil aynı zamanda bütün bir toplumunu otoriterliğe sevk edilmesi meselesi.

Afrin mi Türkiye’yi tehdit ediyor yoksa Türkiye’nin 7 yıldır ısrarla devam ettirdiği Suriye politikası mı? Afrin’dekilerin talepleri mi Türkiye için tehdit oluşturuyor yoksa Afrin mi, Kobani mi, hatta Şam’ı kendi hayallerinde farklı yerlere koyanların rüyaları mı?

‘DAĞ, TEPE ELE GEÇİRİLEREK SORUN ÇÖZÜLMÜYOR’

30 yıldır Irak’ta Suriye’de Türkiye’de kaç tepe ele geçirildi, kaç dağ ele geçirildi? Sorun çözüldü mü, huzur ve güven gerçekleşti mi? Demek ki dağ tepe ele geçirilerek bu sorun çözülmüyor. Başka bir şey yapmak lazım. Aksi takdirde toplar komşu halkların tepesine düşmüyor, yoksulların sofrasına da düşüyor. Ekmeğine de göz dikiyor. Nitekim bir patronun tarihe geçecek bir sözü var, “İşçilerimin hepsini savaşa götürebilirsiniz; alın götürün” diyor.

‘ORDULARIN GÖREVİ SAVAŞMAKTIR, SİYASETÇİ ÇÖZÜM ARAR’

Orduların görevi savaşmaktır ama siyasetçinin, gazetecinin, insan hakları savunucusunun, meslek örgütlerinin, doktorların görevi ise barışın yolunu bulmak, savaşı bitirmek için çaba sarf etmektir.

Siyasetçiler konuşur, çözüm arar. Askerlerin görevi başkadır. Eğer bu ikisini görevi birbirine karışırsa, akademisyenlerle askerin görevi birbirine karışırsa o ülkede artık siyaseten söylenecek söz kalmaz. Onun için biz ısrarla diyoruz ki; siyasetçi savaş çığırtkanlığı yaptığında asli görevinden kaçmış, kendi sorumluluğunu terk etmiş demektir. Türkiye’de ne yazık ki bir süredir askerden daha çok savaş isteyen siyasetçi profiliyle yaşamak zorunda kalıyoruz.

‘BİZ HALKLARI SAVAŞ FELAKETİNDEN KORUMAYA ÇALIŞMAKLA SORUMLUYUZ’

Biz halkları savaş felaketinden korumaya çalışmakla sorumluyuz, bunun çabasını ortaya koymak ve bunun bedelini göze almak zorundayız. Türkiye’nin savaş koşuları dışında da yönetilebileceğine ve hakların, özgürlüklerin, alın terinin, ekmeğin ancak barış ikliminde yaşatabileceğine dikkat çekiyoruz. Türkiye’nin yeterince fay hattı olduğunu, bu toplumsal fay hatlarını derinleştirecek, siyasetin başka müdahalelere zemin oluşturduğunu her şeye rağmen söyleyeceğiz. Bu ülkede ön yargıya dayalı etnik ayrımcılık, ekmeğin paylaşımında haksızlık olduğu sürece barışın olamayacağını ifade edeceğiz

Barışın olmadığı yerde güvenlik ve güven ortamı da olmaz. Çünkü hayatı dizayn eden sadece korkudur. Ve korku ortamında aslında insanlar içlerindeki başka sevgileri saklarlar.

XIV. Louise’e ait bir söz: "Devlet benim." Birileri kendini devlet olarak görmeye başladığında artık orada gerçekten ulusal çıkar neyi gerektirir, vatanseverlik neyi icap ettirir, bunu konuşmak son derece zorlaşır. O meşhur ifadede altı çizildiği gibi tebaalar krala hizmet edeler, çıkarlar da krala.

Tabi insanlık tarihinde kendi hesaplarını ülke çıkarları gibi sunan, kendini devlet sanan anlayışlar olduğu gibi buna karşı direnenler de vardır. Mesela Vietnam savaşını durduramayan rahipler kendilerini yakmaya karar veriyorlar. O dönemin Güney Vietnam Devlet Başkanının eşi de yaksınlar kendilerini, bundan hiçbir rahatsızlık duymayacağız. Rahipler kendilerini yaktılar ama o ülkeyi yönetenler de Vietnam’ı yaktılar.

Sivil itaatsizlik konusunda örnek isimlerin kendi bulundukları pozisyonları ihanetle tarif edildiğinde ortaya koydukları çok net bir ifadeleri vardır. Derler ki biz bu ülkeyi, ülkelerimizi o kadar çok seviyoruz ki, ülkemizin kötü yönetilmesinden rahatsızlık duyuyoruz. Bizim vicdanımız, bizim ahlakımız haksızlık karşısında boyun eğmemeyi söylüyor.

İşte bizler de hangi engelleme, hangi baskı, hangi tutuklama, hangi gözdağı olursa olsun haksızlık karşısında direnmeyi, ses vermeyi tercih edeceğiz.

Siyasette iki temel psikoloji vardır. Korku ve güven. Korku, statükoyu korumak için anlam ifade eder. Güven ise, bir şeyleri değiştirmenin motivasyonunu ifade eder. Korku ile yönetenler tehditle şantajla korkutarak boyun eğdirenler mevcudu korumaya çalışanlardır. Ama özgüveni olanlar ve başkasına güvenmeyi bilenler de değişmeyi, değiştirmeyi göze alanlardır. Saltanatla ilgili en güzel sözü söyleyenlerden biri Aşık Mahsuni’dir. Aşık Mahsuni: “Süleyman bir sultan olmuş, saltanatı boşu boşuna”. İşte bu boşu boşuna saltanat uğruna tabutları çocukların önüne gönderenler vicdanlarıyla muhasebe yapsalar galiba kendilerine de ülkelerine büyük bir iyilik yapmış olurlar.

Özellikle Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan nasıl çıkabileceğine dair bir tarihi referans olması açısından Hz Ali’nin de güzel bir sözü var. Diyor ki “yol cümleden uludur”. Aslında yürüyüşünün insan, değerleri korumak üzerineyse, barış adalet, özgürlük üzerineyse yol cümleden uludur. Tabi bu bir geleneği ifade ediyor. Her ne kadar Türkiye’de Diyanet ısrarla Ebu Halifeyi, İmam Şafi’yi sanki Emevi zihniyetinin takipçileri gibi gösterseler de o insanları hayatlarını okuyanlar bilirler ki hayatları zindanlarda geçirmişler, işkencelere maruz kalmışlardır. Ama doğrudan doğruya destek vermeseler de Hz. Ali’den itibaren devam eden ve haksızlığa boyun eğmeyen imamların geleneğiniz desteklemişlerdir.

‘BİZ BİR YÜRÜYÜŞ SERGİLEMEYE ÇALIŞIYORUZ; GHANDİ GİBİ, MAO GİBİ’

Bu gelenek Türkiye siyasetine de Orta Doğu siyasetine de farklı bir tutum olarak yansımıştır. Bir tarafta Ebu Süfyan, oğlu Muaviye onun oğlu Yezid’in geleneği vardır. Bir tarafta da gönülleri tercih eden Ali’nin geleneği vardır. Orta Doğu bu iki geleneğin kavgasını vermektedir. Biz böyle bir ortamda bir yürüyüş sergilemeye çalışıyoruz. Tıpkı Martin Luther King gibi, Gandhi’nin tuz yürüyüşü gibi. Bir başka uzun yürüyüş de Mao’nun yürüyüşü. Mao der ki “Geri dönmeyin. Yol, yolculuk başta planladığınızdan uzun sürebilir.”

Biz, bu yolculuğun insan kalma, özgür olma yolculuğunun uzun süreceğinin bilincindeyiz, farkındayız. HDP 11 Şubat’ta, bu uzun yürüyüşün önemli bir aşamasını kat edecek. Elbette ki HDP’nin kurulduğu dönemde ortaya koyduğu iddiaya ne kadar bağlı kaldığı, ne kadar çaba ortaya koyduğu, ne kadar engellenmesine rağmen gereğini yerine getirdiğine dair yüzleşmeyi tartışmayı aylardır yapıyoruz. Ama 11 Şubat, emin olun ki hiçbir isim tartışmasına boğulmadan, yıpratma kampanyalarına takılmadan  bu uzun yürüyüşe yakışacak bir coşku içinde geçecek. Onun için şimdiden herkesi bu büyük buluşmaya bu uzun yürüyüşe katılmaya davet ediyoruz. 11 Şubat’ın bütün ülke için, hala demokrasiden umudu olanlar için bir dönüm  noktası olmasını diliyoruz.

Bir ifade tutanağını da paylaşmak istiyorum. Bir partilimiz sorgu için çağrılıyor. Tutanak aynen şöyle: Soruldu: “Sosyal paylaşım hesabınızda 21. 1 2018 tarihinde yapılan bir paylaşımda Türkiye halkların zenginliği olan, tüm farklı inanç, mezhep, etnisite farklı kimlikleri bir çatı altında, özgürce, eşitçe, barış ve kardeşçe yaşayacakları sistem için mücadele eden, eşitlik, kardeşlik ilkesinden hiçbir zaman vazgeçmeyen HDP’nin kuruluşunun 5. yıl dönümünü kutlar ve mutlaka kazanacağız şiarıyla haklı mücadelemiz zaferle taçlanacaktır” şeklinde bir paylaşımda bulunarak yoruma sunduğunuz tespit edilmiştir.

Tutanak böyle. Bu arkadaşımız tutuklandı. Türkiye’de neyin tutuklama sebebi olduğunun açık bir göstergesi. (HABER MERKEZİ)