Sevilay Çelenk* / YüzdeOn**

"Ben şu bardağı yıkayayım" diyor kalkarken, Boğaziçi Öğrenci Kolektifi’nin kantinini ziyaret eden Selahattin Demirtaş. Fotoğrafını çekmek isteyen küçük çocuğun “Lan bir dur” sözlerine, apaydınlık bir gülümsemeyle karşılık veriyor. Başını okşuyor çocuğun. Kendisini protesto eden kadının protesto hakkına sahip çıkıyor. “Hanımefendiye nazik davranalım arkadaşlar, protesto onun da hakkı” diyor. Bütün bunlar birer küçük jest tabii. Kimileri “siyaset” diyebilir,ki yanlış da olmaz. Kameraların yöneldiği yerde her küçük jest bir siyasettir aynı zamanda. Fakat ne ihtiyacımız varmış bu jeste, ne ihtiyacımız varmış bu siyasete… Ne kadar hasretmişiz meğer… Meğer... Candan Erçetin’in Meğer şarkısının sözlerini kafamıza göre değiştirip bir ritim bile tutturabiliriz. “Biz’ler ne çokmuşuz meğer”, “Biz’ler ne çok özlemişiz meğer”.

NEŞELİ SEVGİ

Selahattin Demirtaş müzikli bir siyasetçi; fakat bağlama çalmasından ya da seçim şarkısını kendisinin seslendirmesinden kaynaklanmıyor bu müzik. İletişim biçiminde bir müzik var sanki ve bu müziği temas ettiği, hitap ettiği herkese bir biçimde geçiriyor. Bir şarkıya eşlik eder gibi katılıyor herkes bu iletişime. Söylediği her şey dilden dile yayılan nakaratlara dönüşüyor. HDP sevgisi de neşeli bir sevgi. Başka hangi parti için gönüllüler ardı ardına seçim şarkısı yapıyor? Kampanyasını profesyonellerin değil de seçmenlerin şarkılarla türkülerle neşe içinde yürüttüğü parti kaç tane?

VAKAR SİYASETİ

HDP’nin Türkiye siyaset sahnesinde güçlü bir umut olarak belirmesinin ardında upuzun bir mücadele ve direniş geleneği var, ödenmiş çok ağır bedeller var. Kazanımlar var. Mağduriyetin en ağı

Yeni Türkiye idealinin altından mütemadiyen sızan vaat ve arzu bu: Eril ve paradoksal biçimde enfantil bir “büyüklük” arzusu… AKP muhalefet eden herkes bu “büyüklüğe” saldırmış sayılıyor

r biçimlerinden “mağdur siyaseti” değil de bir “vakar siyaseti” çıkarmış yüzlerce siyasi figür, on binlerce “sıradan” yurttaş var. Fakat ben bu yazıda daha ziyade bu siyasetin öne çıkardığı temsilciyi, Selahattin Demirtaş’ı yazmak istiyorum.

ŞEYTAN TÜYÜ VAR BU ADAMDA

Sosyal medyada Selahattin Demirtaş paylaşımlarının altında nefret kusanların bile sık tekrar ettiği bir hakaret biçimi var: “Melek yüzlü şeytan” diyorlar ona. Pekala “şeytan tüyü var bu adamda” diye de okuyabiliriz bu hakareti. İnkar edilemeyen bir cana yakınlık yani. Bir Selocan’lık işte… Allah vergisi bir şey. Ne parayla alınır ne de sırayla. Bu yüzden de “Allah esirgesin onu” diyerek geçelim bu kısmını.

BİZİM BÜYÜK BIKKINLIĞIMIZ

Cumhurbaşkanlığı adaylığından bu yana mütemadiyen yükselen ilgi ve sevginin bir tarafında Demirtaş’ın bir siyaset adamı olarak mücadeleden gelen birikimi ve başta samimiyeti olmak üzere doğal hasletleri var. Fakat bu ilginin diğer tarafında da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan başlayarak, AKP’nin siyasi kadrolarına ve oradan da bütün bir yandaş medyaya sirayet eden siyaset dili ve tarzına duyulan öfke var. Bu kutuplaştırıcı siyaset dili ve tarzı toplumun en az yarısında büyük bir bıkkınlığa yol açmış durumda. Uzun zamandır bu böyle.

Öfke ve bıkkınlık toplumun bir kesiminde de başka türlü bir siyasete yönelik müthiş bir arayış ve heyecan yaratıyor. Bu özlem başta Demirtaş olmak üzere HDP’nin siyaset yapma tarzında karşılık buluyor. Hasılı, eğrisi doğrusuna denk geliyor.

EĞRİ DOĞRU DEMİŞKEN

İnsan eğriye de doğruya da yapışma eğilimi gösteren bir varlık. Diğer bir deyişle, yanlış yapanın yanlışından, doğru yapanın doğrusundan dönmesi zor. Doğru yapan kişi bu doğru üzerinden itibar kazandıkça, iltifat gördükçe doğrulardan kolayına vazgeçemez. Bu doğruya destek verenlerin sayısı arttıkça doğrusunu sahiplenir. Doğruya demir atmaya meyilli olur. Kişilerarası ilişkilerdeki bu süreçlerin, siyasetin kurumsal alanında da benzer türden bir sonucu olabileceğini öngörmek zor değil.

BARİZ YALANLAR

Yanlış ve doğrunun göreceli olduğu aşikarken, bu kadar net bir ayrımla bu tabirleri nasıl kullanabildiğimi de belirtmem gerekir. Bunun için de öncelikle siyaset dili ve tarzı bakımından yanlış olduğunu düşündüğüm şeyi açıklamalıyım. Bana göre, hamaset üzerine bina edilmiş, din istismarından yararlanan ve mütemadiyen yalana gönül indiren bir siyaset yanlış bir siyasettir. “Seçmeni konsolide etmek” (Türkçesi seçmenin zekasını küçümsemek) gibi dahiyane bir amaç üzerinden, bu yalanları meşrulaştırmaya çalışan bir siyaset, daha da büyük bir yanlış yapıyor demektir. Böyle bir siyasetin tabanda bir karşılık bulması, onu “doğru” yapmaya yetmez. Sosyolog Erving Goffman, bariz veya arsız yalanı, kuşkuya yer bırakmaksızın bilerek ve isteyerek söylendiğine dair kanıtları olan yalan biçiminde tanımlar ve ekler: “Bariz bir yalan söylerken yakalananlar sadece söz konusu etkileşim sırasında itibar kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda tüm itibarlarını yitirebilirler, çünkü çoğu seyirci bu tür bir yalan söylemeye kalkan kimseye bir daha asla güvenilmemesi gerektiğini düşünür.” Goffman’ın bu açıklamasının doğruluğunu kişilerarası iletişim düzlemindeki ilişkilerimizden biliriz. Siyaset alanında işlerin sonsuza kadar başka türlü olacağına, arsızca yalan söylemenin itibar kazandıracağına dair bir kanıt yoktur. Pragmatik siyasetin ardı ardına dolaşıma soktuğu, “camide içki” gibi tehlikeli yalanların ortak yaşam arzusunu ve siyaset ahlakını ağır biçimde hırpaladığı ise çok açık... Demirtaş nezdinde HDP’ye yönelik ilginin yükselmesinde, bu hırpalanmaya karşı ciddi bir itirazın da önemli payı var.

BÜYÜKLÜK ARZUSU

AKP siyaseti, “millet”e dönük en temel vaadini, yakışıksız bir “dik durma, iri olma, diri olma” mottosu etrafında kurgulamış bir siyaset aynı zamanda. Yeni Türkiye idealinin altından mütemadiyen sızan vaat ve arzu bu: Eril ve paradoksal biçimde enfantil bir “büyüklük” arzusu… AKP politikalarına ve bu politikanın biçim verdiği Türkiye vaatlerine muhalefet eden herkes bu “büyüklüğe” saldırmış sayılıyor. Hain ilan ediliyor. AKP’lilerin dilinden düşürmediği “dava”nın ne olduğu tanımlanmadığına göre, açık seçik dillendirilen bu vaat ve yüceltmelerden hareket etmek zorundayız.

MUCİZEVİ DENK GELME

Bu büyüklenmeci dilin ve yalan siyasetinin karşısında, aydınlık yüzü, ufak tefek jestleri, dosdoğruluğu ve etkileyici retoriğiyle Selahattin Demirtaş var. Son derece keskin bir zekaya sahip olduğu için başkalarını da kendisi gibi sanan ve bu yüzden de seçmenin zaaflarına değil, aklına, düşünme yeteneğine ve vicdanına hitap etmeye çalışan bir lider var. Erdoğan’ın kutuplaştırıcı siyaset dilinin rüzgarıyla sürüklenme halimizi kıran bir tarz bu. Bu kırılmayı retoriğinde ve seçmenle temasında hem dikkate değer biçimde genişleten, hem de görünür kılan ismin, HDP’de herhangi başka bir isim değil de bizatihi eş genel başkan olması, büyük şans; şu konjonktürde neredeyse mucizevi bir denk gelme durumu.

ÖNCE KENDİNE GÜVEN

O halde en başa dönersek, mesele yine de Selahattin Demirtaş’a ya da HDP’ye güvenme meselesi değil. Aslında Demirtaş’ın söylediği gibi “ilkelere” güvenme meselesi de değil sadece. Esas soru şu: Kendimize güveniyor muyuz? Yıkıcı, kutuplaştırıcı, banal bir siyasetin karşısında ve “doğru”nun arkasında duracağımıza güveniyor muyuz? Çünkü barajları aşarken de aştıktan sonra da HDP “biz”leriz; “biz”lerin en güzel hali... Öyleyse önce kendimize güveneceğiz.

* Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, İLEF

** Bu yazı YüzdeOn Mecmuası'ndan alınmıştır. Gitmek için tıklayınız.