Atatürk Havalimanı saldırısının hemen ardından insanların bedenlerinin paramparça olduğu, her bir yerine kan bulaşmış terminaller hızlı bir şekilde “temizlendi”. Saldırıdan birkaç saat sonra T.C. başbakanı aynı havalimanına iniş yaptı. Sabahında insanlar aynı terminallerden geçerken hala tavanlarda kanlar silinmemiş halde duruyordu. Belçika’da benzer bir saldırı olduğunda havalimanı 1 haftadan fazla kapatılmıştı. Bu teknik bir mecburiyet değil aynı zamanda felaketin sağaltılabilmesi içindi. Çoğu AKP’li Belçika örneğini göstererek hızlı bir şekilde hiçbir şey olmamış gibi davranabilmeyi gurur duyulması gereken bir şey olarak halka satmaya çalıştı. Diğer yandan, saldırıdan sonra Efyel Kulesi’nden tutalım da Avrupa’nın önde gelen hükümet binalarında saldırıda yaşamını yitirenler için görsel anmalar yapıldı. Dünya Türkiye’den daha çok yas tuttu. Avrupa Kupası’nda ise Polonya-Portekiz maçında ise İstanbul’da ölenler için saygı duruşu yapıldı. 101 kişinin yaşamını yitirdiği Ankara’daki Barış Mitingi sonrası Konya’da yapılan Türkiye-İzlanda maçındaki saygı duruşu ise tüm stadın tekbir çekmesiyle sona ermişti. Ya Allah Bismillah Allah-u Ekber… On binlerce Konyalı, katledilen 101 HDP’li için akıtılan gözyaşları daha kurumamışken hayasızca bu şekilde bağırmıştı. Velhasıl, Türkiye ve Avrupa’ya mukayeseli bakıldığında ortada bir -medeniyetler değil- apaçık medeniyet ve insanlık çatışması olduğu görülüyor.

Ard arda dizilen bu gelişmeler hakkında yapılan genel yorumlar ise hep aynı noktaya gelip duruyor. Şikayet diliyle insaniyete dair “yas tutma”, “ölüye saygı” talepleri “cılız istifa çağrıları” ve “güvenlik talebi” ile birlikte homurdanıyor. Ne olursa olsun Türk toplumu hesap sormuyor. Hesap sormalara medyada yer verilmemesiyle açıklanabilecek bir durum yok ortada. Mesele artık insani değerleri çürümüş ya da çürütülmüş bir toplum tartışmasını aşmış durumda. Bir sonraki aşamaya geçildi. Aleni bir şekilde katliam ve soykırım toplumu inşa edilmiş durumda; kendisine doğrudan zarar vermeyen her şeyi bencilce sineye çekebilen bir toplum. Cizre’de 180 Kürt bodrumlarda yakıldığında “Oh Olsun” diyen ya da katliamlara sessiz kalarak onaylayan bir Türk toplumu olması Kürtleri çok şaşırtmayabilir. Ama Kilis’te Türkler ve Araplar IŞİD tarafından öldürüldüğünde veya Atatürk Havalimanında katliam yapıldığında dahi kısık sesli homurdanmalar dışında tek kelime etmeyen bir Türk toplumu söz konusu.

Çoğunluk destekli otoriter rejimlerde kitlesel çoğunluğun karakteristik davranışı basit bir devlet-toplum diyalektiğine yaslanır: Devlet elitleri içinde çatallanma ve iktidar rekabeti arttığında, kurumsal siyaset kanalları bastırıldığı için bu çatalanma rutin siyasi mekanizmalarla kendini ifade edemez toplumsal alan iki yönlü kullanışlı bir siyaset sahasına dönüşür. Bir yönüyle, örgütlenmiş faşist, Çihatçı veya ırkçı toplumsallık, görünen devletin bırakacağı boşlukları kendiliğinden doldurmaya girişebilir. Diğer yandan, Türkiye siyasi tarihinde defalarca tekerrür ettiği üzere, rekabetin tarafları için siyaset alanı açılması adına zımni devlet destekli katliamlar yeni bir ivmeye kavuşabilir. Bu denklemin önce toplum ayağına sonra da devlet ayağına bakalım. 

Toplumsal ayağına bakıldığında, mevcut çürüme AKP’li olmayanlar içinde bencil bir tepkisizlikle dışavurulurken, AKP tabanı ve Cihatçılar içinse her an bir kıvılcımla ateş alabilmeye hazır olma halidir. Türk-İslam sentezi sınırları içinde yer almayan hangi grup varsa, bu ateşin hedefindedir. Başta Kürtler olmak üzere Aleviler, gayri-Müslimler ve seküler olan her kim varsa toplumsal muhalefetin bu kadar silikleştirildiği bir iklimde objektif bir tehlike ile karşı karşıyadır. Emniyetin kendi raporlarına göre T.C. vatandaşı olan 20 bin kadrolu Cihatçının varlığından bahsedilirken bu uyarıların evhamcılık olarak görülmesi tehlikeli bir naifliğin işaretidir.

Aynı denklemin devlet ayağına bakıldığında, hakiki bir rekabetin olup olmadığını tartmak gerekir önce. Devlet içindeki sessiz rekabetin ne kadar ciddi olduğunu Erdoğan’ın İsrail, Rusya ve Suriye ekseninde yıllardır savunduğu politikalardan net şekilde geri adım atmaya başlamasıyla gördük. Bu durum sadece uluslararası sıkışmışlıkla ilişkili değil. Devlet aklının geri gelmesiyle de ilintili. Bu rekabetin Erdoğan karşısında duran tarafından ne ölçüde vekaleten bir mücadele yürüttüğünü ya da ne ölçüde kendi siyasi özgücüne yaslandığını önümüzdeki aylarda görmemiz mümkün olacak. O yüzden şimdilik herkesin görebildiklerine bakmaya devam edelim.  

Tüm dünya güçleri, Türklerin sadece devlet değil toplum olarak sürüklendiği yerin farkındalar. AKP parti-devletinin Suriye özelinde yaptıklarının bedelini AKP ödemeyecekse Türkiye’deki toplumların ödeyeceğinin de farkındalar. Sorunu hala sadece Erdoğan meselesi olarak kodlamak bölgesel ve uluslararası hemen her siyasi aktör için mecburiyet olabilir ama hakikat değil. Kendi haline bırakılması durumunda sürekli savaş, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, laisizm düşmanlığı üreten ve medeni olmaya dair tüm olgulardan hızla uzaklaşan bu toplumu açık gözlerle herkes gibi görüyorlar. Bu gidişatı frenlemek için yapılan baskıları kabul etmemesi durumunda Erdoğan’ın kendi kendini tasfiyesi kaçınılmaz bir sondu. İsrail-Rusya-Mısır-Suriye eksenlerinde atılan geri adımların çıtası son frenin ne kadar hakiki olduğunu gösterecek. Lakin yakın siyasi tarihin tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına öğrettiği şey, Erdoğan’ın sadece kendi siyasi ikbali için keskin viraj dönerken frenleyebildiği, hemen ardından ise yeni hamleler yaptığıdır. Dışarıda kaybeden bir parti-devletin siyasi ikbalini içerideki “zaferler” ve saldırılar ile ikame etmeye çalışması beklenmedik bir durum değil. Durup Erdoğan’ı izlemenin ise tehlike altında olan hiçbir toplumsal grup için faydası olmayacak. Peki bu duruma karşı ne yapılabilir? 

7 Haziran seçimlerinde ezilenler kurucu siyaset için HDP etrafında bir araya gelmişti. Gerçekçi olmak gerekirse bu artık mümkün değil. Artık kurucu siyaset ittifaklarına değil nefs-i müdafaa eşiğine geçildi. Bu noktada bedel ödemek kaçınılmaz bir değişken ve sonuç. Ödenecek bedelin raddesini nefs-i müdafaa hattının örgütlülüğü belirler. Bedeller ödemeden hiçbir otoriter rejiminin geriletilmesi söz konusu olamaz. Sosyal medyada düzenli aralıklarla merkezi bir şekilde örgütlendiği açık olan “Kürtler Tehcir Edilsin” kampanyaları düzenlenmekte. Eğer yarın Kürtlerin yaşam alanlarından birinde Türk devleti toplu katliam yapsa bile bu katliama karşı toplumsal bir refleks gelişip gelişmeyeceği de büyük bir muamma. O yüzden nefs-i müdafaa cephesi elini hızlı tutmak zorunda. Aynı süreçte hem bir cenazeye hem de mezar kazıcıya dönüşmüş AKP tabanının olduğu yerde durma imkanı daraldıkça günah keçilerinin yine ezilenler olmaması için bir neden yok.