Charlie Hebdo katliamından sonra özellikle sosyal medyada “Gerçek İslam Bu Değil!” söylemi üzerinden, tartışma düzeyinin kısa zamanda yerlerde sürünmeye başladığı bir kapışma başladı. Avrupa’da faşizm karşıtı sol, Müslümanlara karşı yapılabilecek olası saldırılar ve gündeme gelebilecek baskıcı güvenlik düzenlemelerini düşünerek saldırıyı gerçekleştirenlerle Avrupa’da yaşayan Müslüman topluluklar arasında ayrım yapılması gerektiğinin altını çizdi. Bunun dışında Müslüman ülkeler ve özellikle politik İslam’ın temsilcileri de bu tür saldırıların asıl olarak İslam’a zarar verdiğini ve hatta aslında bu saldırıların İslam ile terörü yan yana getirmek isteyenler tarafından yani İslam düşmanları tarafından yapıldığından dem vurdular. Onların kaygısı, kendilerinin temsilcisi olduğunu düşündükleri politik hatta halel gelmesiydi.

Burada önemli olan husus “Gerçek İslam budur,” ya da “Hayır! gerçek İslam bu değil” diyenlerin aynı öncülden yola çıkıyor olmalarıdır. Somut bir gerçeklik üzerine mi konuştukları, teolojik bir tartışmaya mı girdikleri belli değil. Bu karışıklık tabii ki sosyal medya ortamının standart düzeysizliği ile de alakalı bir durum. Sosyal medya kısa zamanda “gerçek İslam”ın vahşet mi, vahdet mi olduğuna dair tartışmalarla doldu taştı. İki tarafından da veri aldıkları öncül gerçek bir İslam’ın var olduğuydu.

Gerçek bir İslam’ın olup olmadığı hem teolojinin ve felsefenin alanına girdiği hem de bir iman sorunu olup kişileri ilgilendirdiği için okuduğunuz yazının konusu değil. Bizim için asıl olan Müslümanlar veya daha doğru bir ifadeyle İslam adına hareket edenlerin kim olduğu ve neye inandıklarıdır. Zira pratik gerçeklikte İslam’ın ne olduğu buna bağlıdır. Yani İslam’ın ne olduğunu belirleyen Müslümanlardır. Ve onlar da aralarında çok önemli farklılıklar barındırır. Boko Haram, Taliban, Hizbullah, Erdoğan, Diyanet, Mustafa Kemal, Ali Şeriati, Yaşar Nuri Öztürk örneklerinde gördüğümüz İslam hep farklıdır. Yani toplumsal ve siyasal olarak İslam, daha doğrusu tek bir İslam yoktur. Bu noktada onlar, yani yukarıda saydıklarım ne ise İslam odur.

Bundan dolayı “gerçek” İslam ve Müslümanlık tartışması yapmak anlamsızdır. Tartışılması gereken onlardır. Çünkü söz ve idealar insanların davranışlarını ortaya çıkarmaz, o insanlar sözü ve ideaları oluştururlar. Tartışılması gereken faillerdir. Bundan dolayı tartışma İslam tartışması değil, siyaset ve iktidar tartışmasıdır. Burada yapılması gereken herkesin farklı şekillerde ve saiklerle inandıkları bir idea’ya saldırmak ve onu tartışmak yerine, onu yorumlayanın ve temsil etme iddiasında olanın kendisini hedef almaktır. Aksi halde İslam’ı temsil etme iddiasında olanların bu iddiasını teyit etmiş olur ve farklı biçimlerde yüzünü İslam’a dönmüş, çok farklı biçim ve tarzlarda iman etmiş insan, kesim ve toplumları da birleştirmiş ve yeniden üretmiş oluruz. Zira ezenlerle ezilenlerin İslamları sınıflı toplumun temel özelliklerinden dolayı farklıdır. Ezenler siyaset ile bu farkı ortadan kaldırarak kendi yorumlarını egemen kılmaya çalışırlar. Aşağıda değineceğim gibi savaşılması gereken bu son noktadır.

İslamcılar gibi liberaller de bizlere toplumun kadim dini duyarlılıklarından ve inançlarından bahsedip durdular. Modernleşmeci siyasal seçkinlerin ya da cumhuriyetin “çevreyi”, yani İslami duyarlılıkları olan toplumu yabancılaştırdıklarını anlattılar. Sanki böyle herkesin, bütün toplumun inandığı zamandan ve mekandan bağımsız tek bir İslam varmış gibi. Sanki halkın veri alabileceğimiz “öz” değerleri varmış gibi. İslamcılar, kemalistler, liberaller bu konuda politik tutumları farklı da olsa hep aynı şeyi vaaz ettiler.

Oysa ki mevcut İslam yorumları ve gündelik hayatta yaşayan Müslümanlık siyaseten örgütlenmişti. Her döneme, sosyal ilişkilere, siyasal rejimlere has İslamlar olduğunu bugün çıplak gözle bile görebiliyoruz. Bugün çok ortalıklarda gözükmeyen Yaşar Nuri Öztürk’ün 28 Şubat’ın İslam yorumu olarak ortalıklarda gezinmesi ve belli bir alıcı kitlesi edinebilmiş olması gibi.

İdeolojileri toplumsal ve siyasal bir güç haline getiren politik öznelerdir. İktidardır. Evet bugün AKP toplumu kendi inandığı şekilde İslamcılaştırıyor. Kendi anlayışını topluma giydirmeye çalışıyor. Tek ve biricik olan İslam’ın kendi vaaz ettiği şekil olduğunu iddia ediyor. Ve bunu örgütlüyor. Bunu yapmasını mümkün kılan örgütlemiş olduğu ve elinde bulundurduğu güçtür. Başka bir yazının konusu olduğu için giremeyeceğim ama Kemalistlerin de, onlardan sonra gelenlerin de belli bir İslamlaştırma politikaları vardı cumhuriyet tarihi boyunca. Onlar da “püriten” bir İslam’ın gerçek ve doğru İslam olduğunu örgütlemeye çalışmışlardı cumhuriyet çerçevesinde. Şimdi sadece siyasal olarak değil, toplumsal ve iktisadi olarak da iktidar olan AKP kendi çizdiği çerçeve içinde toplumu İslamlaştırıyor.

Soru bunun nasıl engelleneceğidir. Basit cevap bunun felsefi, ideal İslam’ın ne olduğuna ilişkin tartışmalarla olmayacağıdır elbette. Cevap, AKP’nin toplumu İslamlaştırma politikaları gütmeseydi de nasıl yenilecekse öyle yenilmesi gerektiğidir. Yani asıl olan bunu durdurabilecek derecede güç olabilmektir. Güç olmak için de toplumun çok farklı kesimlerini yatay kesen ama tek bir toplumsal sınıfa dayanan bir siyaset yürütmek gerekmektedir. Solun hem ideolojik anlamda hem de seslendiği toplumsal taban anlamında bir tür “sol CHP’cilik” yapmasını eleştirme sebebimiz budur. Çünkü laikliği politikalarının merkezine koyanlar, AKP’nin yükselişini esas olarak veri kabul ettikleri halkın “bağnaz” dini inançlarına seslenerek bunu gerçekleştirdiğine inanıyorlar. Yani bir nevi klasik “dini istismar tezi”. Oysa ki AKP mevcut, ezelden beri var olan bir dini istismar ediyor veya kullanıyor değil. Kendi dini anlayışını yaratıyor ve örgütlüyor.

Bundan dolayı da solun yukarıda altını çizdiğim İslamcıların, liberallerin ve Kemalistlerin ortak İslam analizinden kopması gerekiyor. Çünkü maddi ilişkilerden kopuk bu tarz hegemonya tahlilleri ve rejim tanımlamaları son kertede CHP’ye yedeklenmeyi ve hatta Mansur Yavaş’a oy atmayı getiriyor. İş İslam veya Müslümanlığın ne olduğuyla uğraşmak değildir. İş Müslümanları her çeşidiyle örgütlemek, değiştirmek ve dönüştürmektir. Bizim gördüğümüz kendimiz de dahil olmak üzere yüksek siyaset sathında söylem savaşı vermek dışında bir adım atamıyor olmamızdır.

Laikliğin, cumhuriyetin sınıf mücadelesinin bir parçası olarak anlam kazanması bizim elimizde. İslam gibi laikliğin de cumhuriyetin de özünde demokratik bir yanı yok. Bu nedenle onların sınıf mücadelesine kaynaklık etme ve onu doğurma potansiyeli de yok. Ancak Sınıf mücadelesi demokratik bir laiklik ve cumhuriyet yaratabilir. Bugün ilginç bir biçimde solun laiklik ve cumhuriyet değerlerini ihmal ettiği, Kemalist olmaktan korktuğuna dair serzenişler yapılıyor. Bugüne kadar sanki başka yapılan bir şey varmış gibi. Sol olarak hepimizin bugüne kadar yeterince yüksek siyaset yaptığı söylenebilir, peki o nebze sınıfı örgütlemeye çalıştığımızı iddia edebilir miyiz? Cevaplanması gereken asıl soru budur.

Bu yazı, baslangicdergi.org sitesinden alınmıştır. Gitmek için tıklayınız.