AK Parti’nin kurucuları arasında yer alan, 2008 yılına kadar partinin MYK üyeliği, parti sözcülüğü ve genel başkan vekilliği görevlerinde bulunan Dengir Mir Mehmet Fırat, Erdoğan'ın zihin dünyasını Bugün Gazetesi'ne anlattı.

İşte Bugün gazetesinde yayınlanan röportajdan bir bölüm:

*2011’de Neşe Düzel’e verdiğiniz röportajda, “Her şeyi en doğru ben biliyorum, her şey benim söylediğim yönde halledilir gibi bir düşünceye saplanabilir. Dolayısıyla ustalık dönemi, Sayın Başbakan için aynı zamanda kritik bir dönemdir” dediniz. Bunu nasıl öngördünüz?

Bulunduğunuz mevki, bir insanın iki dudağı arasındaysa, o makamı bırakmak çok kolay değildir. İnsanlar, koltuklarından aldığı gücü, kişiliklerinden almadığı için karşısındakine bin defa, “Siz haklısınız” dediğinde, o da “Benim yanılma payım yok” der. Bir çatlak ses çıkarsa, “Ha, bak bunun niyeti kötü” der, onu tasfiye eder.

*Size de böyle mi yapıldı?

Ben kendim ayrıldım. Bir MYK toplantısında tek bir gündemi konuşmamız gerektiğini söyledim. Önümüzde 2009 Yerel Seçimleri vardı. 2007 Seçimlerindeki başarımızın, bazı tedbirler almazsak, 2009 Seçimlerinde gerçekleşmeyeceğini söyledim. Bunlardan birisi de Kürt problemiydi. Özel talepleri karşılamadığımız ya da gıdım gıdım verdiğimiz takdirde, buna PKK’nın sahip çıkacağını söyledim.

*Ne tür taleplerdi onlar?

Kürtçe üstündeki yasağın kaldırılması, Kürtçenin geliştirilmesi için üniversitelerde enstitüler kurması, devletin bir radyo-TV yayını yapması, azınlık dillerindeki yayınlara devletin reklam desteği yapması, seçmeli ders olarak Kürtçe’nin okutulması, halk eğitim merkezlerinde azınlık dilleri eğitimi verilmesi…

*Başbakan nasıl bir karşılık verdi?

Birincisi, “Kürtler’in bir devleti mi var ki, dili olsun?” dedi. İkincisi, “Ben bütün Anadolu’yu gezdim. Kimsenin benden, Kürtçeyle ilgili bir talebi olmadı. Bunu nereden çıkarıyorsunuz?” dedi. Cevap vermek zorunda kaldım. “Dünyada şu anda 150’ye yakın devlet var. Ama 3 bine yakın dil var. Demek ki ikisi ayrı. İkincisi, Kürtler’in devleti de var” dedim. “O, nerede?” diye sordu. “Türkiye Cumhuriyeti. Siz de onların başbakanısınız. Kürtler’in de oylarını alıyorsunuz” dedim. En sonunda da “Demokrasilerde, özgürlükler, birey sayısına göre verilemez. Bir kişinin dahi özgürlük hakkı varsa, verilir. Kimse talep etmediyse, ben talep ediyorum. Bana ve çocuklarıma Kürtçe öğrenme imkânı sağlayınız” dedim.

*Tepkisi ne oldu?

Odasına geçti, arkasından ben de odasına geçtim. “Müsaade ederseniz, ben Meclis’e gideceğim” dedim. O, benim ziyaret için izin istediğimi zannetti. “Yanlış anladınız, benim asıl görevim milletvekilliği. Buraya ise siz seçtiniz ve bu görevi yürütemeyeceğim” dedim. “Kal” ısrarına rağmen, istifamı yazıp, aynı gün ayrıldım oradan.

*Size verdiği cevaplardan hareketle, Erdoğan’ın, Kürt sorununu çözemeyeceğini mi düşündünüz?

Onu da düşündüm tabii; ama yalnızca o değil! Kürt sorunu aslında bir demokrasi, eşitlik sorunu. Şırnak’taki Haso, Edirne’deki Memiş Ağa’nın haklarını kullanmak istiyor. Bir yanda vatandaş statüsü, diğer yanda tebaa statüsü varsa, oraya demokratik ülke demek mümkün değil. Türkiye, pistte hızını almış, kalmaya hazırlanan bir uçağa benziyor; ama ağır yüklerinden kurtulmadığı sürece havalanamaz. Yoksa ne Ortadoğu’da, ne Avrupa’da, ne de ABD’de bir itibarı olur.