Legal alanda siyaset yapan Kürtler, kamusal alanda kendilerini ifade etme özgürlüğünden mahrum bırakıldıkları için, egemene karşı eşit düşünme, eşit dil kurma becerisini –bazı istisnalar hariç- uzun bir müddet pek gösteremediler. Demirtaş’ın egemenle kurduğu “eşit dil”, Öcalan’ın 1980’lerdeki çıkışına çok benzediği için Kürtlerde ve eşitlenme arzusundaki Türklerde karşılığını buluyor.

İrfan Aktan / Zete

Otuz yıllık çetin bir savaş yaşamış Türkiye Selahattin Demirtaş gibi bir cumhurbaşkanını hak ediyor. Öğrenmeye hevesli, ezberciliğe asla tenezzül etmeyen, genç yaşına rağmen özgüvenine hoyratlığı bulaştırmayan, hem terleyen hem de o terden arınmayı bilen bir cumhurbaşkanı, neden olmasın? Büyük bir yarılma içindeki Türkiye’yi ancak, döktüğü teri “işte bunlar benim gözyaşlarım” riyakârlığıyla toplumun üstüne saçmayan genç bir cumhurbaşkanı düze çıkarabilir.

Demirtaş’ın portresini yazmak için legal alanda siyaset yapan Kürtlerin otuz yıllık dönüşümünü anımsamak gerekiyor. Aksi halde, Demirtaş’ın gücünü ve özgüvenini nereden aldığını anlamak güçleşebilir. Ayrıca, Kürt isyanının içine doğmuş ve mücadeleye legal alanda dâhil olmuş kuşağın mensubu (ve giderek temsilcisi) olarak Demirtaş, öncülleriyle kıyaslanmayı zaten hak ediyor. Çünkü belagati, özgüveni, kendine özgü yetenekleri ve birikimiyle büyük ihtimalle önümüzdeki on yıllarda Türkiye ve Kürdistan siyasetinde çok daha belirleyici bir karakter olarak gündemde hak ettiği yeri tutacağa benziyor. Öcalan’ın otuz yıl önce Kürtleri etrafında hızla toplayabilmesini sağlayan devlete/sömürgeciye karşı eşitlikçi dili, belki de otuz yıl sonra ilk defa legal alanda siyaset yapan birinin dilinde bu kadar güçlü bir yankı buldu. Hem eğilip bükülmeyen hem de kırıp dökmeyen, son derece yapıcı ama direngen ve hareketi genişletici bir hatta ilerleyen Demirtaş elbette yalnız değil. PKK isyanının içine doğan kuşağın pek çok mensubu gün geçtikçe Türkiye siyasetinde yeni ufuklar açacak gibi görünüyor. Demirtaş’ın “portresini” de bu çerçevede çizmeye çalışmak daha isabetli olabilir. Şahsına dair anekdotlar, kişisel özgeçmişi belki başka bir yazının konusu; dolayısıyla Demirtaş’ın vardığı konumun kişisel bir başarı öyküsü olmadığını düşünerek bu yazıya devam etmek gerekiyor.

İSYANIN SINIFSAL KÖKENİ

1950’li, ‘60’lı yıllarda yoksul, topraksız, ırgat Kürtlerin çok azı çocuklarını okutabiliyordu. O yılların Kürt özgürlük hareketleri daha ziyade üniversitede okuyabilecek ekonomik olanakları olan ağa soylu gençlerin omuzlarında yükseliyordu. Sayıları iki elin parmaklarını geçmediği için değil sadece, sınıfsal pozisyonları da devlete karşı çıkma cüretkârlıklarını hep belli bir noktada sınırlıyordu. TİP içinde örgütlenerek Kürt özgürlük mücadelesine koyulan bu zümrenin silahlı mücadeleye girişmekten imtina etmesinin belki de en büyük sebeplerinden biri, sınıfsal aidiyetti. Bu bahsi uzatmayıp hemen konuya girelim; 1980’lerde, yoksul bir köylü aileden gelen Öcalan ve PKK’yi oluşturan onun gibi yine alt sınıf mensubu gençler, sınıfsal pozisyonlarından dolayı da daha keskin bir hatta ilerlediler.

Kürt oldukları için devletin, yoksul oldukları için de bölgedeki devlet destekli ağaların ezme politikalarını deneyimlemiş olan bu zümrenin silahlı mücadele gibi “irkiltici” bir yola koyulması, sonraki otuz yıl boyunca Kürdistan’da kültürel açıdan yabana atılmayacak bir dönüşüm yarattığı gibi, devletin de geleneksel Kürt karşıtı siyaset ezberini bozdu. Zira köle, eskisi gibi efendinin karşısına eğilmiyor, dahası, efendinin sopasından da çekinmiyordu. Çünkü zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmadığını (“sınıf bilinci”) biliyorlardı. PKK’nin sıklıkla Spartaküs’e atıfta bulunması bu bakımdan tesadüf değildi.

1990’lardan itibaren Kürt hareketi dağda olduğu gibi ovada da yeni bir mücadele sahası açtı. Ancak bu mücadeleyi yürütenler açısından iş pek de kolay değildi. Silahsız, sığınaksız, üstelik de devletin merkezinde, Ankara’da bu mücadeleyi yürütürken her türlü baskı, aşağılanma ve elbette ölüm tehlikesini göze almak durumundaydılar. Sürgün, göç ve ölüm kıskacında, dağlarda değil, devletin tam da bağrında eşitliği talep etmek, bu mücadelenin sabrına nail olmak başlı başına destansı bir serüven olarak tarihin kayıtlarına geçebilir. Ancak bu “destanın” içindeki hezeyanlar da kayıtlara geçirilmelidir ki, Demirtaş’ı ve onun kuşağını daha iyi anlayabilelim.

TELEVİZYONDAKİ KÜRT SİYASETÇİLER

1990’lardan itibaren, takriben 2010’lara kadar, Kürt siyasetçiler açısından anaakım medyanın canlı yayın stüdyoları birer sorgu merkeziydi. Devletin yılmaz bekçiliği üzerinden kariyer devşiren gazeteciler “konuk” aldıkları Kürtlere parmak/bayrak sallıyor, “Türkler adına” hesap soruyor, PKK’ye terörist demeye zorluyor, arada bir de ekranda nasıl göründüklerini izleyip bıyık altından gülüyordu. Televizyon programlarında Kürt siyasetçilerin yakalarına zorla Türk bayraklı rozetler takılıyor, onlardan Türk’ün egemenliğine boyun eğip af dilemeleri bekleniyordu. Başarılı, makbul gazeteciliğin ölçütü Kürt siyasetçilerini köşeye sıkıştırabilme maharetiydi. Egemenin temsilcisi olan gazeteciler “konuklarına” her türlü nezaketsizliği yaparken, onlardan nezaket bekliyor, bunu sergilemeyenleri de kaba-saba, terörist, hoyrat, küstah, hadbilmez, “uşak” addedip arenanın ortasına sürüyordu. “Dış güçlerin uşağı” olarak yaftalanmamak devlete biat etmekle mümkündü.

DEMİRTAŞ’IN SORUSU

Asker dağda, onlar TV ekranlarında Kürtlere karşı mücadele yürütüyordu. Maksat Kürt hareketine dair bilgiye vakıf olmak değil, Kürt siyasetçilerini yargılayıp mahkûm etmek, küçük düşürmekti. Onlar bunu yaparken milliyetçilerin içlerinin yağı eriyor, Kürtler ise acıdan ve öfkeden parmaklarını ısırıyor, dizlerine vuruyordu. İşte o Kürtlerden biri de 1990’lı yıllarda Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olan Selahattin Demirtaş’tı. Bir sohbetimiz sırasında Demirtaş, öğrenci yurdunun kantininde bu tür programların siyasete atılmasında ne kadar etkili olduğunu söylemiş ve devam etmişti: “Televizyonlardaki o sahneleri gördükçe, arkadaşlarımızın o hallerini izledikçe dizlerime vuruyordum. Biz son derece meşru bir mücadele verdiğimiz halde, neden kendimizi gayrimeşru görüyorduk?”

Demirtaş’ın bu sorusunun yanıtını Kant’ın şu sözlerinde bulabiliriz belki: “İnsanı düşüncelerini kamusal olarak ifade etme özgürlüğünden yoksun bırakan dışsal güç, onu aynı zamanda düşünme özgürlüğünden de yoksun bırakır.”

Özgürlük, sanıldığı gibi bir mücadelenin sonunda elde edilmez. Mücadelenin kendisi özgürlüğün önemli bir parçasıdır. Kürtler mücadele ederken özgürlüğün tadını aldıkları için devletin her türlü baskısına rağmen geri adım atmadılar. Fakat legal alanda siyaset yapan Kürtler, tam da Kant’ın işaret ettiği gibi, kamusal alanda kendilerini ifade etme özgürlüğünden mahrum bırakıldıkları için, egemene karşı eşit düşünme, eşit dil kurma becerisini –bazı istisnalar hariç- uzun bir müddet pek gösteremediler. Aynı durumun dağdaki militanlar için geçerli olmadığı açıktı. Öyle ki, daha 1970’lerin sonunda küçük bir grupla yola çıkan Abdullah Öcalan’ın devlete, egemenlere kafa tutarken kurduğu o “eşit dil” Türkiye’nin batısında şaşkınlıkla karşılanıyor, “küstahlık” belleniyordu. Oysa egemen, ezdiğinden her zaman “hürmet” bekler. Kendisiyle eşit dil kurulmasını kabalık, adap bilmezlik ve hatta delilik addeder. Nitekim Turgut Özal’ın devlete kafa tutan Öcalan için “bu adam deli” demesinin altında da bu egemenlik ruhu yatıyordu. Yakın-uzak tarih boyunca devletin çeşitli makamlarına gelmek için Kürt kimliğinizi inkâr etmeniz ön şartlardan biriydi. Özal örneğin, cumhurbaşkanlığı makamına “Kürt kökenli Türk” olmadan nasıl çıkabilecekti? “Akıllıca” davranıp devletin inkâr politikasını içselleştirmiş ve Kürt kimliğini geçmişin ayıplı hatırası gibi gizleyerek basamakları tırmanmış olan Özal’ın Öcalan gibi bir isyankâra “deli” muamelesi yapmaması nasıl beklenebilirdi?

YALÇIN AKDOĞAN’IN KÜRT TAHAYYÜLÜ

Diğer yandan, PKK’liler otuz yıl boyunca “delilikten” geri durmazken, legal alanda her türlü baskı, hile ve aşağılanmaya rağmen bazı Kürt siyasetçiler maalesef “hürmeti” elden bırakmadı. Fakat onların “hürmeti” bile egemene yetmiyordu. “Madem hürmetli ve naziksiniz, o zaman devlete biat edin” deniyordu. Elbette Kürt siyasetçiler bunu hiçbir zaman yapmadı. Fakat, pek çok Kürt gencin sırf TV programlarındaki bu sahnelerden duyduğu utanç yüzünden dağa çıktıklarını ve oradan “eşit dili” yakalamaya koyulduklarını çeşitli gerilla notlarından, anlatımlarından biliyoruz. Kürt hareketi güçlenirken legal alandaki siyasetçinin “hürmetinin” daimî olması beklenemezdi. İşte Demirtaş ve onun gibi pek çok Kürt genci, tam da bu hissiyatla kavrulmuş olarak siyaset sahnesine çıktı. Demirtaş’ın egemenle kurduğu “eşit dil”, Öcalan’ın 1980’lerdeki çıkışına çok benzediği için Kürtlerde ve eşitlenme arzusundaki Türklerde karşılığını buluyor. Kaderin cilvesine bakın ki, Özal’ın bir zamanlar Öcalan için söylediğini şimdinin AKP kurmayları da Demirtaş’a söylüyor. Demirtaş’ın Erdoğan için “Bu adam başbakan ve cumhurbaşkanı olmaya lâyık değildir” sözü üzerine başbakanın başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın tepkisine bakalım: “Selahattin Demirtaş’ın Başbakanımıza yönelik hakaretamiz ifadeleri sabrın sınırlarını zorluyor. Bir genel başkana yakışmayacak ifadeler sadece Demirtaş’ı değil, başında olduğu partiyi de küçük düşürmektedir… Demirtaş’ın son derece çiğ, yakışıksız ve tahrik edici bir dil kullanmasını kınıyorum.” Kürtleri, Kürt hareketini tahrik eden Erdoğan’a mukabele edilmesini yakışıksızlık, çiğlik olarak gören Akdoğan, elbette karşısında “küstahlaşmayan” o eski “köleyi”, devlet kapısında ceketini iliklemiş, ellerini önünde kavuşturup boynunu bükmüş olan Kürdü görmek istiyor. Ama artık çok geç. İsyana doğan yeni kuşak Kürt siyasetçisi, efendiye nezaket gösterip onun saldırganlığını alttan almak yerine, cumhurbaşkanlığı dâhil, devletin tüm yönetim kademelerinde Kürt kimlikleriyle var olmaya aday olacak. Üstelik kendi ezilmişliğinden başkalarını ezmenin meşruiyetini çıkarsamayan, aksine tüm ezilenleri kapsayıcı bir perspektif ve yaklaşıma sahip Demirtaş ve o kuşağın mensuplarının siyaset sahnesine çıkışı daha başlangıç sayılır.