Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, HDP’nin 23 Şubat’ta gerçekleştireceği 4. Olağan Kongresi’ne ilişkin açıklamalarda bulundu.

Partisinin öznel ve nesnel koşullar nedeniyle politik bir çizgi tutturamadığına dikkat çeken Şık, “HDP’nin sadece niyet beyanıyla, sonrasında sahip çıkamadığımız sözlerle, temennilerle yol alması pek mümkün değil” dedi.

HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, partisine politika üretmekten kadro yetiştirmeye, örgütsel sorunlardan, parti içi oluşan bürokrasiye kadar bir dizi başlıkta eleştiri yönelterek, “Partinin var olan yapısal sorunları başta olmak üzere sorunlu alanlara/kişilere neşter vurarak bu problemleri ortadan kaldıracak bir değişimi başlatarak yola çıkmak gerek” diyor.

Şık’ın üzerinde durduğu başka bir sorun ise HDP’nin CHP’lileşmesi. Şık bu sorunu şöyle tanımlıyor: “HDP’deki parti içi bürokrasi ve bunun yarattığı statükoyla birlikte karşımıza çıkan tablo hantallaşma oluyor. Başka bir deyişle HDP için sorunun adını CHP’lileşme diye koymak yanlış olmaz.”

Kongre’den beklentisinin geçmiş dönemi masaya yatırarak daha örgütlü, daha güçlü, daha organize bir mücadele yürütebilmenin zemininin nasıl sağlanabileceği ve ülkenin ve tüm yurttaşların meselelerine dair sözü ve çözüm önerileri olan bir politik çizgi olduğunu belirten Şık, “Bu dediğimi, kendimi de katarak söylüyorum, bir özeleştiri olarak da kabul edebilirsiniz” değerlendirmesinde bulunuyor.

HDP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’ın Artı Gerçek’ten Rıfat Doğan’ın sorularını yanıtladı.

‘PARTİNİN YAPISAL SORUNLARINA NEŞTER VURULMALI’

HDP 4. Kongresi ile birlikte yeni bir dönemi de başlatmış olacak. Bu kongreden beklentileriniz nelerdir?

Dediğiniz gibi, kongre yeni bir dönemi başlatacak. Ancak başlayacak olan; geçmiş dönemin hatalarından, eksiklerinden, yanlışlarından, yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımızdan ders çıkararak bunları telafi edecek bir yeni dönem mi yoksa eskinin devamı olan ya da eskiyi devam ettirecek bir “yeni dönemin” başlangıcı mı olacak hep birlikte göreceğiz.

Bu bağlamda beklentim; geçmiş dönemi masaya yatırarak daha örgütlü, daha güçlü, daha organize bir mücadele yürütebilmenin zemininin nasıl sağlanabileceği ve ülkenin ve tüm yurttaşların meselelerine dair sözü ve çözüm önerileri olan bir politik çizgi. Bu dediğimi, kendimi de katarak söylüyorum, bir özeleştiri olarak da kabul edebilirsiniz.

Çünkü Halkların Demokratik Partisi, elinde olan ve olmayan nedenlerle ya da kendisinin ve memleketin öznel ve nesnel koşulları/sorunları nedeniyle bu beklentileri karşılayabilecek bir politik çizgi tutturamadı kanımca.

Nihayetinde Türkiye’de siyaset yapma iddiasında iseniz bu iddianız her zaman işlevsellik ya da sözünü tutup tutmadığın/nasıl tuttuğun üzerinden test edilir.

Yaşadığı bunca soruna, devlet baskısı ve zulmüne rağmen halen en faal muhalefet partisi olmaya gayret eden HDP’nin sadece niyet beyanıyla, sonrasında sahip çıkamadığımız sözlerle, temennilerle yol alması pek mümkün değil.

Şimdi yanlış/hata/eksikleri telafi etmek niyet ve arzusunda isek, bu değişimi göstermek istiyorsak önümüzdeki kongrede bu değişim niyet ve arzusunun temsiliyet bulduğu yerden, yani eş başkanlık makamlarından başlayarak bunu göstermek gerekir. Bu söylediğimden eş başkanlar değişsin manası çıkmamalı. Ya da sadece bu mana çıkmamalı.

Çünkü isimlere değil yönetim anlayışına ya da partinin politik çizgisine dair bir önermede bulunuyorum.

Mevcut isimlerle devam edebilirsin ama sözün başında da dediğimiz “yeni bir dönem” başlatacak isen partinin var olan yapısal sorunları başta olmak üzere sorunlu alanlara/kişilere neşter vurarak bu problemleri ortadan kaldıracak bir değişimi başlatarak yola çıkmak gerek. HDP’nin yapısal sorunlarına çözüm üretebilecek bir kadrolaşmaya gitmek bir değişim olacağının da kanıtı olur.

‘YERELİN GÖRÜŞLERİ DİKKATE ALINMIYOR’

Yapısal sorunlardan kastınız nedir?

Siyaset yapmak ile politik olmak arasında belirgin bir fark var. Bu bağlamda kurulu düzen içerisinde sol/demokrat cenah açısından siyaset yapmanın kurumsal adresi CHP, ancak politik olmanın kurumsal adresi de HDP’dir. AKP ise çıkar örgütlenmesinin kurumsal adresidir. Politik olmak söylemleriniz ve mücadelenize uygun bir diskur ve eylem pratiği ve seçimlerde de buna uygun adaylarla temsil edilmektir.

Tam da bu nedenlerle CHP ne kadar anti-politik bir siyaset kurumu ise HDP de bir o kadar politik bir siyaset kurumudur. Buradaki tek zaafımız güçlü bir tabana sahip olmamıza rağmen bir o kadar zayıf/zayıflatılmış bir örgüt (Örgütsel dağınıklık, merkez-yerel dengesinin yerel aleyhine bozulması, gidenin yerine yenisini koyamamanın ya da yerine konulacak kişinin yetiştirilmemiş olmasının yarattığı yedekli çalışma sisteminin refüze olması, yönetim kademelerinin atlama tahtası olarak kullanılması, yerelin görüşlerinin dikkate alınmaması gibi zayıflıklar/zaaflar) olmamız gerçeğidir.

‘HDP’DEKİ PARTİ İÇİ BÜROKRASİYLE BİRLİKTE OLUŞAN TABLO: HANTALLAŞMA’

Siyaset yapmak CHP gibi koşullara ve döneme göre söylem üretme, tutum alma (Barış/müzakere süreci dönemindeki karşı çıkış argümanları, iktidarın siyasal kimliğinden hareketle sağcılık/dindarlık taklidiyle sağ cenaha solun dili ve anlayışıyla yaklaşmak yerine İYİ Parti ile ittifak halinde olması, yerel yönetimlerde kimi yerlerde iktidar kadar yolsuzluğa ve rantiye ilişkilerine bulaşılmış olmasına rağmen kendi hırsızlarını koruma refleksleri, Suriyeli sığınmacılar konusundaki popülist yaklaşımla yabancı düşmanlığına yönelmesi...) ve Ekmeleddin İhsanoğlu örneğinde ya da Abdullah Gül’ün adaylığı tartışmaları sırasında gördüğümüz gibi seçimlerde aday belirleme örneklerinde kendini gösteriyor.

Sahip olduğu seçmen desteği, genelde ve son seçimlere dek yerelde iktidar olmanın avantajları, bürokrasi, yargı ve medyayı kontrol edebilme olanaklarıyla Türkiye gündeminin/siyasetinin belirleyici gücü meşruiyetinin yitirmiş olmasına rağmen hâlâ Recep Tayyip Erdoğan iken, manevra kabiliyeti gerektiren siyaseti de hakiki olmayı gerektiren politik olmayı da aynı bünyede bir arada tutma zorunluluğu ve bunun noksanlığı hali, HDP’deki parti içi bürokrasi ve bunun yarattığı statükoyla birlikte karşımıza çıkan tablo hantallaşma oluyor. Başka bir deyişle HDP için sorunun adını CHP’lileşme diye koymak yanlış olmaz.

‘PARTİ DEĞİŞTİREMEDİĞİ ŞEYLERİN BİÇİMİNİ ALIYOR’

Elzem olan politik olma halini, ülke gündemini de içerecek biçimde ve tüm toplumsal tabana yayarak siyasete kanalize etme becerisi/refleksi olmalı.

Bu gerçekleşmediğinde ise siyaset sahnesinde CHP gibi politik olmamanın, hatta anti-politik olmanın neticeleri ile bugünün HDP’si gibi siyasetsiz ve sadece politik olmanın neticeleri arasında da kategorik olarak, AKP/Erdoğan karşısında pek büyük bir fark olmama hali ortaya çıkıyor.

Başka bir deyişle HDP değiştiremediği şeylerin biçimini alıyor ya da HDP’nin söylediği şey olması gerekiyor.

Politik olma halini siyasete kanalize etme becerisi/refleksi konusunda ne kadar yeterliyiz ya da bunu gerçekleştirebiliyor muyuz? Ya da soruyu şöyle mi sorsak: Türkiye partisi olma iddiamızın altını doldurabiliyor muyuz? Bunu Türkiye partisi olma gerekliliğine herhangi bir taraf olarak değil, HDP paradigmasını tarif eden bu iddia olduğu için soruyorum.

‘TÜRKİYELİLEŞME KAVRAMI YANLIŞ TARTIŞILIYOR’

Yani HDP’nin Türkiyelileşmediği ya da bu konuda sorunlar yaşadığına dair eleştirilere katılıyor musunuz?

Öncelikle şu tespiti yapmak elzem: Eksiği ya da fazlası, doğrusu ya da yanlışı vardır ama sonuçta HDP bir Türkiye partisidir. HDP’nin Türkiyelileşemediği eleştirisi yöneltenlerin bu kavramdan anladıkları ve bizim ifade ettiğimiz şey aynı değil. Konu HDP olunca Türkiyelileşmek konusu da “Türkler ve Kürtler” denklemi ile açıklanmaya çalışılıyor. Haliyle herkes kendi meşrebince, siyasi çizgisi ya da angajmanına göre bir tanım uyduruyor.

Kendisi ile yaptığınız söyleşide Selahattin Demirtaş’ın da ifade ettiği gibi, “Kürtler bu kavramdan ‘Türkleşmek’ gibi bir anlam çıkarmaya başlarken, Kürt olmayanlar da ‘Kürt sorunundan uzaklaşmak’ anlamı yüklemek istediler.” Yani iki yanlıştan bir doğru çıkmadı. Çıkmıyor.

Konuya Batı’dan doğru baktığımızda HDP’den Türkiye partisi olmasını isteyenlerin önce Kürt olmasını öğrenmesi gerektiğini söylüyorum her zaman. Buradaki Kürtlük vurgusunu etnisite odaklı olarak değil eşit olmayan, ezilen anlamında kullanıyorum.

Çünkü Kürt meselesi, özü itibariyle bir eşit olamama meselesidir. Eşit olmayan herkes gibi Kürtler de ezilmektedir. Önce ezilen olmayı öğrenip, ezilene omuzdaşlık etmek gerektiğini bir metaforla anlatmaya çalışıyorum o kadar.

‘MUHALİFLER İKTİDAR MEDYASININ KÜRTLERLE İLGİLİ HER SÖYLEDİĞİNİ DOĞRU KABUL EDİYOR’

Türkiye’de siyaset ve kamuoyu bunu anlamıyor mu? Ya da neden bu şekliyle bir değerlendirme yapmıyor?

Türkiye’de AKP’li olmayan muhalifler iktidar medyasının yazdığı her şeyi yalan olarak kabul ediyorlar ve bu konuda çok haklılar. Ama aynı kesim o medyanın Kürtlerle ilgili söylediği her şeyi de doğru kabul ediyor. Burada bir paradoks yok mu sizce? Burada herkesin şapkasını eline alıp bir düşünmesi, değerlendirme yapmak zorunluluğu var.

Devlet ve iktidar odaklarının aklıyla, o sisteme bağlı yargı mensuplarının hazırladığı iddianamelerle ve medyasıyla Kürt meselesini okumaya ve anlamaya çalışırsan bu çok eksik ve yanlıştır.

Kürt sorunu ile işsizlik sorununun, adalete erişimin önündeki en büyük engelin bizatihi yargı mensuplarının kendisi olduğu gerçeği ile hayvancılık ve çiftçilikle uğraşanların sorunlarının, eğitimde fırsat eşitliğinin olmayışı ile emek sömürüsünün, kadına yönelik erkek şiddetini engelleyememek ve toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayamamak ile bürokrasideki kadrolaşmada liyakatin değil nepotizmin geçerli olmasının, inanç/inançsızlık özgürlüğünde yaşadığımız sorunlar ile eşit yurttaşlık temeline dayanan sivil bir anayasaya sahip olamamamızın, devletin laik olmaması ile hayvanlara yönelik şiddetin, akademinin özerk olmayışı ile gıda güvenliğinin, savaşı değil barışı öncelemek ile doğayı yağmalayıp talan etmenin ve benzeri sorunların aralarında fark olmadığını, her sorunun bir diğeri ile iç içe geçtiğini ya da birbirinden beslendiğini bilmek ve birini diğerinden ayırarak çözüm üretmeye çalışmanın imkansız olduğunu bilmek temel bakış açısı olmalı.

‘KİMİN DEMOKRAT OLDUĞU KONUSUNDA KÜRT SORUNU TURNUSOL GÖREVİ GÖRÜYOR’

İktidar odaklarını bir kenara bırakırsak eleştirdiğiniz gibi düşünülmesinde yaşanılan savaş ortamının ve ölümlerin sürüyor olmasının etkisi yok mu?

Elbette bununla doğrudan ilgili. Ancak mevzuun gelip tıkandığı yerde yine aynı sorun var. Ne Kürt meselesi ne de yaşanılan savaş ve çatışma ortamından kaynaklı kayıplar, ölümler, acılar bir takım ezberlerle ya da kalıplaşmış davranışlarla anlaşılıp açıklanabilecek bir sorun değil.

Eğer konu Kürt meselesinden kaynaklı ölümlerle ilgili ise iktidar her kim olursa olsun hakikatin değil, sadece gösterilmesi istenen kadar “gerçeği” manipüle ederek anlatması görevi verilen mevcut yaygın medyaya bakarak anlamak ise hiç mümkün değil. Bu ülkede kimin gerçekten demokrat ya da barış savunucusu olduğunun turnusolu işlevi gören konulardan ilkinin Kürt meselesi olduğunu düşünenlerden biriyim.

‘DEVLETİN ŞİDDETİNİ DE ÖRGÜTÜN ŞİDDETİNİ DE ELEŞTİRİYORSAN DOĞRUYU BULMAYA YAKLAŞMIŞSIN DEMEKTİR’

Savaş ya da çatışma ortamı ile ilgili Türkiye’deki temel sorunun herkesin kendi şiddetine kör, sağır ve dilsiz kalması. Ya da angaje olduğu yere göre siyasal pozisyon alarak daha az görüyor, daha az duyuyor ya da daha az konuşuyor. Örneğin PKK bir şiddet eylemi gerçekleştiriyor. Bombalı bir saldırı da, bir karakol baskını da ya da sivillere yönelik herhangi bir saldırı olabilir. Sonuçta insan canına kast eden bir eylem var ve çok haklı olarak eleştiri yöneltiliyor.

Ancak eleştiri yöneltilirken bir takım hakaret sıfatları kullanılıyor üstüne bir de genellemeler yapılıyor. Bu da yetmiyor. Sosyal medya araçlarından seni de aynı dille kınamaya davet ediyorlar. Hukuksuzluk üzerine bina edilmiş bir kınama cumhuriyetine dönen memlekette seni de kendisine benzetmeye çalışan bir dili kullanmaya davet ediyor. Örgüt yanlısı olan ya da bu şiddetin hak olduğunu düşünenlerde ise koca bir sessizlik hakim oluyor.

Bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım. Benzer bir şiddeti yapan, katliamı gerçekleştiren devlet olduğundaysa karşımıza çıkan, eğer ki “gebersin teröristler” demedilerse ya “ama” ile başlayan çeşitli cümlelerle açıklama yapılıyor ya da koca bir suskunlukla geçiştiriliyor. Sırtını devlete dayayarak silahlı şiddeti benimsemiş bir örgütü eleştirmek kolay ve güvenli. Aynı zamanda konfor bozucu bir özelliği yok, yani risksiz. Oysa ki devletin şiddetini de hukuksuzluğunu da örgüt şiddetine gösterdiğin yaklaşımla ele alıp eleştiriyorsan işte o zaman doğruyu bulmaya bir adım daha yaklaşmış oluruz.

‘SURİYE’DEKİ SAVAŞA KARŞI GÜÇLÜ BİR SES ÇIKMADI’

Sonuçta yaşanan savaş ve şiddeti üreten iki tarafı var. Dolayısıyla sadece barış talep etmekle kalmayıp aynı zamanda savaş karşısında da durmak ve barış savunucusu olmak gerekiyor. Şiddeti üreten her kimse aynı üslupla eleştirmek hatta haddini bildirmek zorundasın. Ancak önceliğimiz her zaman hakim gücün kim olduğuna bakarak bir eleştiri getirmek ya da had bildirmek olmalı. Bu hakim gücün adı da devlettir. PKK ve PKK şiddeti bir sonuçtur. O sonucun nedenlerine dair kafa yormak gerekliliğinden bahsediyorum. “Savaşa hayır” derken savaşın her türlü biçimine ve şiddetine karşı çıkmak gerekliliğinden bahsediyorum. Kanlı bir geçmişin hafıza tazelemeleriyle işin içine Kürt nefreti sokularak Meclis’ten Suriye’yi merkeze alan üç ayrı tezkere geçti. Ve Türkiye bir işgalci güç pozisyonunda bir başka ülkenin toprağına girdi. Meşruiyetini kaybettiği için sadece savaş politikalarıyla iktidardaki fiili varlığının ömrünü uzatmaya çalışan AKP nedeniyle yoksul çocuğu askerlerin cenazeleri geldi bu ülkeye. Ama HDP dışında kimse çıkıp da “Savaşa hayır” diyemedi. Ya da söylenen çok zayıf kaldı. Kerameti kendilerinden menkul sözümona muhalefet partileri bir yana bırakın. O partilerin kendilerinden daha ileri, demokrat ve barış yanlısı olan taraftarlarından/seçmenlerinden de duyamadık bir karşı çıkışı. İnsanlar ölüyor ve sen sessizsin. Nokta. Halbuki savaşa itiraz ettiğinde sistemle mücadele etmeyi öğrenmeye de başlıyorsun.

Bu tartışmalarda HDP doğru tutum ya da pozisyon alabiliyor mu?

HDP Kürt meselesinin ortaya çıkardığı bir siyasal oluşumdur. Ama sadece Kürtlerin partisi değildir. Tekrarlamak gibi olacak ama farklılıkların zenginlik olduğunu bilerek tüm Türkiye’nin partisi olmaya çalışıyor. Eksikleri hataları olabilir. Vardır. Ama bu konuda yapılacak eleştirileri de Kürt meselesinde olduğu gibi devletin, iktidarın, yargısının ve medyasının yaklaşımı ve diliyle anlamaya çalışıp siyasal pozisyon alanların yanlış yaptığı kanaatindeyim. Menfaatleri gereğince AKP-MHP faşist iktidarına sırtını yaslayıp HDP’ye “terörist” diyenleri ya da buradan yola çıkarak Türkiye partisi olmadığı suçlamasını yönelterek parmak sallayanları ciddiye almak manasız. Ama bunu yapanlara bakarak hizalananların durumunu tartışmak gerekiyor.

‘SİYASAL BİR ÇÖZÜM İSTEYENLER HDP’YE KULAK VERMELİ, HDP YAPAMIYORSA HERKES HESAP SORMA HAKKINA SAHİP’

7 Haziran 2015’ten bu yana, bir mafya iktidarının hukuksuzluklarını meşru gösterme görevi üstlenmiş olmalarına rağmen hâlâ yanlış bir biçimde ana akım diye tanımlanan medyada herhangi bir HDP’li siyasetçiyi görmeniz mümkün değil. Olamaz da. Kürtler ya da HDP’liler olmadan Kürt meselesini ya da HDP’yi güya tartışıyormuş gibi görünürler o kadar.

Bizlerin ne düşündüğümüzü anlatmamızın olanağı yok. Dolayısıyla HDP’nin nasıl bir siyasal pozisyon ya da tutum aldığını, bunun doğru ya da yanlış ya da eksik olduğunu tartışmamızın bir mecrası dahi yok. Kimi zaman eksikleri olduğunu ya da daha güçlü itirazlar yöneltmekte refleks zayıflığı gösterdiğini düşünüyor olsam da bu ülkede barışı bir politik talep olarak dile getiren ve bu konuda elini taşın altına koyan bir başka siyasi parti yok. Kürt meselesinin, kimsenin onurunu zedelemeyecek bir siyasal çözümle barışla noktalanmasını talep eden herkesin HDP’ye kulak vermesi, yanında durması gerekir. Eğer ki bu desteğe rağmen HDP üzerine düşeni layığıyla yapmıyor/yapamıyorsa da herkesin hesap sormaya hakkı olduğunu düşüncesindeyim.

Türkiye’de toplum mühendisliği hâlâ geleneksel medya araçlarıyla yani televizyon ile gerçekleştiriliyor. Yeri gelmişken söyleyelim; hakikatin yanında doğru bir ana akım medya mecrası yaratamamış olmak da bizim ayıbımız. Selahattin Demirtaş henüz özgürlüğü gasp edilmemişken ve medyada yasaklı ilan edilmeden önce televizyon ekranlarında sık sık görünebiliyordu. Kendine has üslubu, samimiyeti ve şeffaflığıyla kendisini, HDP’yi, Kürt sorununun nasıl çözüleceğine dair düşüncelerini aktarıyordu.

O dönemde MHP seçmenleri de dahil farklı siyasal anlayıştaki insanlardan, “Keşke bizim partinin başında olsa” temennileri dle getiriliyordu. AKP’nin iktidarda kalsa da bir daha sahip olamayacak biçimde meşruiyetini yitirmesine neden olan 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Demirtaş da birçok Kürt siyasetçi ile birlikte esir alındı. Ardından Türkiye’de rejim değişti ve Selahattin Demirtaş Cumhurbaşkanı adayları arasındaydı. Selahattin Demirtaş’ı kendi partisinin başında görmek isteyenler için bir fırsat vardı ama aldığı oy yüzde 10’u bulamadı.

Yani Demirtaş’ın kamusal karşılığı ile aldığı oy arasında bir uçurum olduğunu hepimiz gördük. O zaman, “Selahattin Demirtaş keşke partimizin başında olsun” deyip ona oy vermemek “Keşke Selahattin Demirtaş bizim istediğimiz gibi bir Kürt olsaydı” ya da “makbul Kürt olsaydı” anlamına gelmez mi? Dahası senin istediğin gibi bir Kürt olursa, Selahattin Demirtaş’ın zaten taraftarı olduğun partinin başında olmasını da istemezsin. Kürt meselesini anlamak istiyor ve çözüm talep ediyorsan öncelikle Selahattin Demirtaş’ın makbul Kürt olması zorunluluğundan vazgeçmen gerekiyor.

‘TÜRKİYELİLEŞME KAVRAMININ ALTINI DOĞRU DOLDURMAK LAZIM’

Tüm bu söyledikleriniz bağlamında soruyu tekrarlarsak, HDP eleştirildiği gibi Türkiyelileşme konusunda mı yoksa kendisini anlatmak konusunda mı sorunlar yaşıyor?

Türkiyelileşmekten ne anlıyoruz önce onun altını doğru doldurmak lazım. AKP’nin tıpkı kendilerinden önceki iktidarların yaptığı gibi sermaye gruplarının ve kendilerinin siyasi çıkarlarını koruyan oligarşik bir yönetim anlayışının devamını sağlamak ve bunu sürekli kılmak için de yer yer faşizm diye niteleyeceğimiz her türlü baskı ve zulüm aygıtını devreye sokan mevcut iktidarı mı değiştirmektir amaç?

Yoksa, düzenin sürekli kılınması için kullanışlı aparat olmaktan öte bir anlam taşımayan AKP ile ihtiyaçlarına ve dönemin koşullarına göre suçlarıyla birlikte ona ortaklık edenler de dahil olmak üzere hepsini birlikte bu sistemin kendisiyle birlikte siyasetin çöplüğüne gönderecek, kökten bir değişimi sağlamak iddiası mıdır? Doğru olan ikinci seçenek için mücadele etmektir.

Eğer Türkiyelileşmekten kastedilen mevcut partiler gibi olması ise HDP’nin Türkiyelileşmediğini söylememiz yanlış olmaz. Ve bu doğru tutumdur. Çünkü bir muhalif odak olarak HDP’nin Türkiyelileşmek iddiasından mevcut yaygın partiler gibi olmak anlaşılıyorsa, onun adı düzen içi muhalefet olmaktır. Ve bu memleketin kronik sorunlarına çözüm üretmekten uzaklaşmış olmak anlamına gelir. Hem düzen içi kalıp hem de sorunları kalıcı olarak çözmeniz mümkün değildir. Türkiye’nin ve farklılıkların zenginlik olduğundan hareketle tüm yurttaşlarının temel sorunlarını doğru tarif edip doğru çözümlerinizi, politik çizginiz ya da muhalif kimliğinizi düzen içi olarak değil düzene alternatif olarak ortaya koymak iddiası ve bunun için mücadele etmektir Türkiyelileşmek.

‘HDP TÜRKİYELİLEŞME İDDİASININ ALTINI DOLDURAMIYOR’

HDP bu iddiasının altını yeterince dolduruyor mu?

Sözü uzatmadan hayır derim. Korkunç bir baskı ve zulmün cenderesine sıkışmış olduğunu bilmeme rağmen bunu söylüyorum. Çünkü HDP’nin Türkiye’nin temel sorunlarının her birine dair doğru sözü üretememek ya da güçlü söz üretememekten gibi eksikliği olduğu kanaatindeyim. Yani partinin mevcut politik tutumu ve hattı üzerinden baktığımızda HDP Türkiyelişmiştir demek çok mümkün değil.

AKP/Devlet aklı bizi ısrarla Kürdistan odaklı siyaset yapma alanına hapsetmek istiyor. Böylece Türkiye partisi olma iddiamızdan uzaklaşmamızı sağlarken aynı zamanda kurulu düzen içerisinde kriminalize edilmemizi de kolaylaştırıyor. Haliyle 7 Haziran 2015 seçimlerinde ortaya çıkan düzene alternatif bir partinin büyümesini ve düzen partilerinin karşısında yeşeren umudu da ortadan kaldırıyor.

‘ÜLKE KRİZ İÇİNDEYKEN BİZ KENDİ GÜNDEMİMİZE HAPSOLDUK’

Maalesef ki parti, mevcut tutum alışları ve politik çizgisiyle tam da bu çizgiye hapsolmuş durumda. Ve ne acıdır ki bunu bile doğru yapıp yapmadığı; devlet aklı, yargısı ve medyasının diliyle Kürt meselesine karşı tutum alan Türkiye’nin batısı bir yana Kürdistani tabanında dahi kamusal karşılık bulup bulmadığı da tartışılabilir.

Mesela, Cumhuriyet tarihinin yaşanan en ağır finansal krizine dair sözümüzü “Krizin nedeni Öcalan’a uygulanan tecrittir” diyerek anlatmaya kalkmak bizi sadece kendi gündemimize hapsederken ülke gerçekliğine yaklaşımımıza dair de bir samimiyet ve kavrayış turnusolu olarak görünüyor. Mesela Abdullah Öcalan’ın yaşadığı hukuksuzluğun, uygulanan mutlak tecridin kaldırılması için yapılan ve HDP’nin de kucağında bulduğu açlık grevleri zamanını anımsayalım.

Talebin meşruluğundan/haklılığından bağımsız olarak yöntemsel ve metodolojik olarak eylemin keskinliği, herkesin kendini özdeşleştirebileceği genel bir hukuk tartışması açmak yerine Türkiye’nin kahir ekseriyetinde negatif bir algıya sahip olan Abdullah Öcalan ismini merkeze alarak yola çıkmanın HDP dışı aktörlerin rol almasını da engellediği ve bu dolayımla HDP’nin iddiası ve 7 Haziran’ı yaratan vaadi olan olan “Türkiye siyaseti” yapmayı da bu olay özelinde imkansız kıldığı kanaatindeyim.

Öte yandan Türkiye’nin tamamında AKP/MHP iktidarına eklemlenenenler dışında kalan herkes için yaşatılan faşizmi adıyla anmak yerine tecrit sözcüğünün içine sıkıştırmak genel tabloyu ortaya koymamak anlamına geliyor.

‘BATIDA HALA KENDİMİZİ ANLATAMIYORSAK DAHA FAZLASINI YAPMAMIZ GEREKTİĞİNİ ANLAMALIYIZ’

Batıda hala kendimizi anlatamıyorsak varolandan daha fazlasını yapmamız gerektiğini anlamalıyız. Ancak HDP’nin Kürdistani rengi olmadan Türkiye partisi olamayacağını da anlatmaya çalışmak gerekli. Ama hem Kürdistan ve Kürt sorunu özelinde hem de memleketin genel geçmez tüm sorunlarını birbirinin önüne geçirecek biçimde değil de tam aksine her birini birbirine eklemleyerek, harmanlayarak bir siyasi diskur/söz ve eylem pratiğiyle bir politik hat çizebilmek gayesinden bahsediyorum. Tam da burada karşımıza çıkan durum köklü bir değişime ihtiyaç olduğudur. Öncelikle pişmanlık ya da tövbekarlık çizgisine düşmeden, özeleştiri de içeren ve bir paradigma değişimini anlatan bir siyaset önermesiyle ortaya çıkmak. Yine Kürt meselesinin hallinde barışla sonuçlanacak bir siyasal çözümü esas kabul edip ısrar eden ancak bunu söylerken kendisini tamamen, yani her kesimin şiddetine karşıt olarak tanımlayan bir siyasal diskur kurmak gerekli.

‘BİR MAKAS DEĞİŞİKLİĞİNE İHTİYACIMIZ VAR’

Barış talep etmekle, barış savunucusu olmak arasındaki farkı gözeterek, savaşın şiddet üreten iki tarafı olduğu gerçeğinden hareketle, ama eleştirinin başlangıcını hâkim güç ve şiddetinden başlatan bir söz kurmak hem tüm bileşenleriyle HDP’de, seçmeninde ve partimizin seçmeni olmaya meyyal ama mesafeli duranlar nezdinde de siyaseten bizlere uzak ama şiddetsiz bir Türkiye hayaliyle barış isteyenlerde de bir heyecan ortaya çıkarabilir.

Burada bahsedilen devlet/örgüt yanlısı ya da karşıtı olmak değil, barış savunucusu olarak şiddet karşıtı bir mücadelenin içinde olmak. Mevcut savaş konsepti içinde bizim mevcut durumumuz ve pozisyonumuzla ilerleme kaydetmemiz, siyasal iklim değişikliğini de beraberinde getirecek bir ortak yaşam iradesini seçim dönemleri dışında kalan zamanlarda görmek pek mümkün olacağa benzemiyor. Bu nedenle, kimsenin onurunu zedelemeyecek, itirazları en alt perdede tutabilecek bir makas değişikliğine ihtiyacımız var.

Bu taktiksel bir pozisyon olmaktan uzak kalıp bir siyasi hat olarak belirlenir ve ona uygun davranılırsa, var olan şiddet koşulları nedeniyle bize mesafelenenlerle aramızdaki makası da kapatmaya yarayacaktır. Türkiye için hele ki legal siyasette söz sahibi iken böyle bir tutumun kazancı çok. Bu bağlamda bileşen hukukunun ve parlamentoda nasıl bir arada olunacağı ya da prensipte ortak partileşmede ayrı mı olup olunmayacağını tartışmak ve mevcut pozisyonumuzu gözden geçirmekte fayda var.

‘YEREL SEÇİMLERDE CHP SOLCULAŞTIĞI İÇİN DEĞİL HDP ‘SAĞCILAŞTIĞI’ İÇİN BAŞARI ELDE ETTİ’

Yerel seçimlerde ortaya konan taktik Türkiyelileşme siyasetinin örneği değil miydi?

Her ne kadar Kürtler ve Türkler ya da Türkiye’nin doğusu ve Batısı arasındaki makası kapatan bir sonuç ortaya çıkmış olsa da ben aksini düşünüyorum. Yerel seçim sonuçlarının muhalefet blokuna sağladığı en büyük kazanç moral üstünlüğün el değiştirmiş olmasıdır. Ancak şu da bir gerçek ki yerel seçimlerde CHP solculaştığı için değil HDP “sağcılaştığı” (Burada CHP'nin sağcı olduğuna vurgu yapılmaktadır) için başarı elde etti.

Son yerel seçim stratejimiz AKP/Devlet aklının bizi ittiği Kürdistan odaklı siyaset yapma alanına bile isteye kendi rızamızla girdiğimizin bir kanıtıydı. İktidara kaybettirmenin en olası yolunun, onun karşısında olanlarla birlik olmak olduğu kabulüyle, “Kürdistan’da kazanmak; Batı’da kaybettirmek” şeklinde formüle edilen taktik stratejinin Batı’da ortaya çıkardığı sonuca bakarak bir başarıdan söz etmek mümkün.

Ancak iktidar odaklarının seçim süreci boyunca kullandığı ve sürdürmekte devam ettiği dil ve yaklaşım, tam da bizi hapsetmek istedikleri alanın ne olduğunu göstermesi açısından önemli. 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana, tabanın politik angajmanlarını (Partilerine güvenmek, adaylarına inanmak, muhalefet biçimiyle umutları tazeledikleri, doğru kampanya ve iletişim yürüttükleri için değil faşist iktidar bloğunun karşısında durmak gerekliliğinden kaynaklı bir konsolide olma hali) geri planda tutarak sağladığı doğal ittifak, başkanlık sistemi referandumu, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 24 Haziran genel seçimlerinde çok işe yaramamış olsa da sandıklarda yansımasını buldu.

Ancak HDP’nin kendisini yokluğuyla var ettiği Batı’daki son yerel seçimlerde ortaya çıkan sonuçtaki yadsınamaz etkisinin ne diğerleri ne de bizim tarafımızdan yeterli teveccühü gördüğünü söylemek pek mümkün değil.

‘İSTANBUL’DA ORTAYA ÇIKAN MAĞDURİYET HİKÂYESİNİ CHP VE EKREM İMAMOĞLU’NA TERK EDİYOR GÖRÜNTÜSÜ VERMEK BÜYÜK BİR EKSİKLİKTİ’

İstanbul seçimleri üzerinden kaos sürerken, parti yönetiminin 5 gün sonra nihayet bir açıklama yaparak bu tartışmalara dahil olması refleks zayıflığımızın yanısıra kimi zaman haklı nedenlerle olsa da önceliklerimizin Türkiye siyasetinin bütününden farklılık gösterdiği gibi bir tablo ortaya koymaya yol açıyor.

HDP’nin aday çıkarmayarak AKP’nin devrilmesini sağladığı kentlerdeki seçim sonuçları ne tek bir parti ne de tek bir kişiye ait değilken İstanbul özelinde ortaya çıkan bir mağduriyet hikâyesini de tek bir parti (CHP) ya da kişiye (Ekrem İmamoğlu) terk ediyor görüntüsü vermek büyük eksiklikti.

İstanbul seçimlerindeki tartışmaya geç katılmak ve devamını getirememek Ertuğrul Kürkçü’nün, “Oylarımız, seçimlerle iktidarı elde etmeye ve dünyayı değiştirmeye yaradığı için değil, gücümüzü göstermeye ve düzen partilerinin gücünü dengelemeye yaradığı için değerli” tespitindeki gücü sıfırladığı gibi HDP’nin kazandığı belediyelerde yaşanan İstanbul’dakine benzer ve daha ileri giderek kayyım atanması gibi hak ihlalleri ve gasplara karşı ortak ses çıkarma olanağını da ortadan kaldırdı.

‘CESARETLİ SÖZ KURAMAMAKTAN KAYNAKLI BİR İLETİŞİM HATASI OLDUĞUNU SÖYLEMEK MÜMKÜN’

“Faşizmi geriletmek, iktidara seçimleri kaybettirmek” taktiğiyle açık ya da örtülü/dolaylı ya da doğrudan ittifak yapılan diğer partilerin yaşananlar karşısındaki sessizliği ya da alt perdeden itirazlarına bakarak Batı’daki seçim sonuçlarında HDP seçmeninin katkısının “hakikatli bir kullanışlılık” ürünü olduğu sonucuna tekabül etmiyor mu?

Buradaki sorunun temel nedeninin de seçim sonrasındaki tartışmalara siyasi aktör ve özne olma durumunun neredeyse hiçbir veçhesi ile dahil olunmamasıyla bu taktiksel stratejinin başarısındaki payımızın, sözümüzü iletecek mecranın yok denecek kadar az olmasına rağmen cesaretli söz kuramamaktan kaynaklanan bir iletişim hatası olduğunu söylemek mümkün.

İktidarın sonuçlarından faydalanamayacağı sonuçlar yaratması bir yana ortaya çıkan başarıyı 31 Mart’ın yerel seçim olması nedeniyle de nihai/mutlak değil lokal olarak okumak gerek. Ve bunların, faşizmi geriletmek “kahramanlıkları/fedakarlıkları” (kazanan bizim sayemizde kazanacak, kaybeden bizim yüzümüzden kaybedecek) gibi değil, daha çok siyaset rasyonaliteleri şeklinde ifade edilerek, bu yolla strateji iletişiminde boşluklar yaratmayacak bir tavır sergilenebilmeli.

7 Haziran 2015 seçimlerine parti olarak girme kararının bir kahramanlık değil, siyaset gerçekleri ile uyumlu bir akıl ürünü olduğunun iletişiminin yapılmış olması gibi. Ki bu tartışmaya dahil olmak ve kurulacak sözün, bizi kimi zaman uzaklaştığımız Türkiye partisi olma iddiasına da yeniden yakınlaştıracağı kanısındayım.

‘EN GÜÇLÜ OLDUĞUMUZ YERLERDE 20 PUAN KAYBETTİK’

Öte yandan Batı stratejisinin tutmuş olması, yerel seçimlerin kaybedenlerinden birinin HDP olduğu gerçeğinin de üstünü örten bir kılıf haline geldi. En güçlü olduğunuz yerlerin toplamında oy oranlarınız yüzde 60’lardan 40’lara düşmüşse bu yapısal bir soruna işaret eder.

Oy kayıplarına dair devlet şiddeti, baskısı, zulmü ve yapılan sandık hilelerinden başlayarak birçok neden sıralayabiliriz. Ancak seçmenle aramızdaki ilişkide kurduğumuz gönül bağında bir zedelenme olduğunu düşünüyorum. 20 yıllık bir geçmişi barındıran yerel yönetimler özelinde ise HDP’nin ilk 5-10 yılı ile son 5-10 yılı arasındaki uçurumun nedenlerinin masaya yatırılması gerektiği kanaatindeyim.

‘HDP DERSİM’DE KRİZİ YÖNETME KONUSUNDA SINIFTA KALDI’

HDP yerel seçimlerin kaybedenlerinden biri mi?

Hangi koşullarda seçime girdiğimize ve ortaya çıkan sonuçlara bakarak bir başarıdan söz etmek elbette mümkün. Ama bu yarısı dolu bardağın hangi kısmını gördüğünüzle ilgili. Ben boş tarafına bakmayı tercih ediyorum ama bundan karamsarlık yaratmaya çalıştığım sonucu çıkarılmasın. Aksine HDP seçmenini önemsediğim için böyle bir tercihte bulunuyorum. Yerel seçimlerde kimi yerlerde aday çıkarmamak ve kimi yerlerde de adaylarımızı siyasete göre belirleyip, bunu politik olarak savunmak ve bundan bir zafer/mağduriyet hikâyesi kotarmak bir varoluş krizidir. Sözü getirmek istediğim konu Dersim seçimleri.

Öncelikle belirtmek gerek ki Dersim’de, TKP adıyla seçimin kazanılmış olmasını tartışma konusu etmezsek, sol adına bir kayıp olmadığını söylememiz gerekiyor. Dersim ve Fatih Maçoğlu özelinde parlamenter siyasetin HDP üzerindeki etkileri, düşünülmesi gereken en önemli şeylerden.

Maçoğlu’nun aday olmasından belediyeyi kazanmasına ve hatta sonrasına da sarkan döneme baktığımızda görünen odur ki, HDP siyaseti kendi politik gerçekliğinin büyüsüne kapılıp gitmiştir. Dersim özelinde yaşananlar bir krizdi ve kanımca hem HDP hem de Maçoğlu’nun angaje olduğu SMF’nin bu krizi yönetme becerisi bakımından sınıfta kaldı.

Maçoğlu’nun adaylığını açıklaması ya da dayatmasıyla beraber tartışmaların yürütülüş biçimi nedeniyle ittifak bileşenleri olmasına rağmen iki yapı birbirine rakip olan bir pozisyona düştüler. Dersim’in tüm ilçelerinin CHP ve AKP arasında bölüşülmüş olması gerçeği bir başka tartışmanın konusu olmak üzere ortaya çıkan sonucun anlamı kanımca şu ki; Dersim özelindeki kibirli duruşumuza seçmen tokadı inmiştir.

Çünkü Batı’da “bağrımıza taş basarak” oy kullanırken, aynı “yüce gönüllülüğü” Dersim’de gösterememiş olmamızla ilgili paradoksu Dersimliler “cezalandırmıştır.” Bu örnekten ve bölge genelinde yitirdiğimiz 20 puanlık farktan yola çıkarak sorunu politikleştiren bir tutumla siyaset yapmak ve politik olana geri dönmek varken, “Batı’da kaybettirdik” gibi bir hikâyeyi tekrar tekrar kendimize çarpıyoruz. Kulağa iyi gelen tesellilere teslim oluyoruz. Böylece seçimlerin en güçlü olduğumuz bölgedeki kayıplarıyla, oy düşüşleriyle ve buna bağlı olarak hatalarımızla yüzleşmekten de kaçınmış oluyoruz.

‘HDP SİYASET KABİLİYETİNİ YİTİRİYOR’

Batı stratejisi tutmuş olmasına rağmen yerel seçimler neden HDP için başarısızlık olsun?

Seçim sonuçlarının değerlendirilmesi sırasında bir başarının hakkı verilebilir fakat bu başarı bu seçimin en fazla tali bir hikâyesi olabilir.

Kazanacaklarımızdan/kazanımlarımızdan vazgeçip kazananın yanında durmakla yetinmeyi kabul ettiğimiz sürece her zaman galip olabiliriz. Kazanımlardan ve dahi kazanmak istediklerimiz uğruna kaybettiklerimizden vazgeçtiğimiz sürece bir başarıdan bahsetmeye devam edersek de biraz ayıp etmiş olabiliriz. HDP, ne CHP gibi bazen apolitik, çoğunlukla da anti-politik bir siyaset kurumu ne de AKP gibi çıkar örgütü. HDP siyaseti politik olarak ören bir yapı. 7 Haziran 2015 seçiminin önemi de burada yatıyordu.

HDP’nin sandık aritmetiğine dönük hesaplar yapması siyaseten doğru fakat sonuçları itibariyle politik olarak intihar olabilecek ihtimalleri de içeriyordu. Mevcut tabloda ve olgular/sorunlar karşısında gösterdiğimiz ya da gösteremediğimiz refleksler bize HDP’nin siyaset kabiliyetini yitirmekte olduğunu ve elinde kalanın sadece kısmi bir politik mevzi olduğunu söylüyor. Maçoğlu’nun galibiyetinin nedenleri üstünde durmak yerine, HDP’nin mağlubiyeti (bölgeyi merkeze alarak oy düşüşlerinin) üstünde durmamak, her seçimde kazandığını söyleyen CHP tipi bir düşünme biçimi.

Ya da Muş’ta irademize sahip çıkmak için orada yaşanan usulsüzlüğe karşı, CHP’nin İstanbul çırpınışlarından medet umulup İstanbul-Muş bağlantısı kurulmaya çalışıldı. Bunun bize söylediği birkaç şey var: Birincisi yardım çağrısı, ikincisi yardıma gelmeyenlerin tespitini not etmek, günah katipliği yapmak. Yani yine bizim dışımızdakilerle sınırlı bir çözüm/çare arayışı.

‘SAHİCİ BİR YÜZLEŞMEYE İHTİYAÇ VAR’

İktidarın işi iktidarını korumaktır. Muhalefetin işi ise iktidar kitaba uygun davranmadığı için bundan sürekli şikâyet etmek değil, bu davranış bozukluğunu siyasete konu eden politik manevralar üretmektir. Yaşananları hem faşizm olarak adlandırıp hem de bunlardan şikâyet etmek, yakınmak arasında da bir çelişki var. Ya gerçekliğin gerçekten farkında değiliz, söylediklerimizin gerçekliğinden bihaberiz ya da her şeyin buz gibi farkındayız ve fakat faşizm karşısında etkili bir karşı durş göster(e)meyip, bizden beklenti içinde olanları eyliyoruz.

Bütün sorunu bizim dışımızda olup bitenden bilmek, siyasette özne değil fail değil nesne olmayı, mutlak mağduriyet terennümü ile yerinde saymayı getiriyor.

Oysa HDP, düzene alternatif olma iddiasıyla özne olarak var oldu, bu iddiasıyla umut oldu. O günden bu yana ne yaşıyorsa da özne olma cüreti ve iddiası nedeniyle yaşıyor. Selahattin Demirtaş’tan başlayarak Figen Yüksekdağ, İdris Baluken, Gültan Kışanak, Adnan Selçuk Mızraklı... esir alınan, sürecin rehinesi haline dönen siyasetçilerin tümü özne olmanın simyasını tutturduğu için tutsak.

İçerdekilerin/sürgündekilerin neredeyse tamamı şikâyet değil itham makamı oldukları için içerdeler/sürgündeler. Sahici bir yüzleşmeye acilen ihtiyaç var ki bunun sonucunda ortaya çıkacak yapısal sorunları çözecek adımları atmak ve kişisel yetersizlikleri belirgenleşmiş olanları da daha iyi iş yapabilecek olanlarla değiştirmek noktasında tasarruflara gitmek kolaylaşacaktır.

“Öcalan’ın İmralı Günleri” isimli kitapta Abdullah Öcalan’ın “Ben bir tutsağım, kapalıyım, sağlıklı düşünemem, bana bel bağlamayın” dediği bir yer var, bunun üstünden neredeyse 10 yıl geçmişken bugün sadece Öcalan değil, bir de Demirtaş var olmuştur, içerde olmasına rağmen kurtarıcılığı beklenen.

‘BEKLENTİLERE CEVAP VERECEK BİR KADRO ORTAYA ÇIKARMAK GEREKİYOR’

Sonuç olarak siyaset seçimlerle sınırlı değil, seçimler de bugün gördüğümüz üzere sandıkla sınırlı değil. Siyasi dönüşümün gereklerini politik durumumuzu gerekleri ile karşılayabilmek başarısı HDP için bir istisna değil bir kural olagelmiştir. CHP türü dolaylı başarı hikâyeleri ile kil gibi şekillendireceğimiz bir halk tabanımız yok. Bilakis, yüzleşmenin esas olduğu bir politik bilinç ile doğmuş, büyümüş, ölmüş olduğu bir insan tarihidir söz konusu olan. Danışmanıyla, vekiliyle bütün enerjisini içeriye, kendisine çevirmeye yüz tutmuş bir “muhalefet” partisi olarak CHP zaten var.

Ülkede siyaseti toptan bozucu bir AKP-Erdoğan, bir de yönetimi ile seçmenini ayrı tutarak konuştuğumu belirterek sıklıkla muhalefet bozuculukla sahnede olan bir CHP var. Haliyle başka sistem partisine ihtiyaç yok. HDP açısından bir iktidar perspektifi kuramaz, yönetme kapasitesi dillendiremezseniz, salt eleştirel ve talep eden bir dil ile yol almak, büyümek mümkün değil. Niyetiniz buysa siyasi kurucu irade gibi siyaset yapmak şarttır. Türkiye toplumunda egemen olan korkuları giderecek bir dil kurmak, beklentilere cevap verecek bir söylem oluşturmak ve o söyleme ikna edecek kadroları ortaya çıkarmak gerekir.

‘YENİ BİR BAKIŞ AÇISI, KONGRENİN YAŞAMSAL İŞLEVİ BAKIMINDAN ÖNCÜL ŞARTTIR’

Kongrede ortaya çıkacak sonuç ya da değişim, sıraladığınız sorunları çözecek bir irade ortaya koyacak mı?

Ortadoğu’da yaşananları ve Suriye’deki gelişmeleri de dikkate alarak, herhangi bir partiyi/partileri aşan mevcut bütün politik denklemler ve konjonktür bakımından kritik bir kongre sürecinde HDP. Ve bu kongre ile tüm bu sürece nasıl müdahil olmak gerektiğinin yanıtı verilmek zorunda. 7 Haziran 2015’ten bu yana HDP’nin konumu en veciz ifade ile şudur:

“Erdoğan devleti” bu tarihten itibaren savaşı da barışı da HDP ve onun tüm veçheleri ile yapıyor. Bir kurum olarak HDP; bir hareket olarak HDP, bir hülya/fikir olarak HDP, bir mevzi olarak HDP, bir vaat olarak HDP, bir payda olarak HDP, bir tarihsellik olarak HDP. Kanıksanmış ajitasyonları, parlamenterleşmiş ezberleri, özümsenmiş erki geride bırakan, yeni bir bakış, güncellenmiş bir memleket analizi ışığında HDP gerçekliklerinin yeniden/sıfırdan bihakkın kavranması her şeyden önce bu kongrenin yaşamsal işlevi bakımından öncül şarttır. Kongrenin bu önemi ise mücadele yöntem ve enstrümanlarının burada hem belirlenecek hem de bir anlamda önceliklendirilecek olmasında saklı.

Bu bakımdan HDP, HDK’den doğduğu günlerin felsefesini mi yoksa öze dönüş fikrine mi karşılık olacağını tartışmadan bu kongreye giderse, büyük bir eksiklikle yola çıkmış, bu hali ile çözümün değil sorunun bir parçası olacaktır/kalmaya devam edecektir. Önümüzdeki bu yakıcı karar, bu tartışma “Ortadoğu menzili” bakımından bölgenin tayin edilmekle kalmayıp, tarif de edilmesini şart koşuyor. Ortadoğu gerçeklerine uygun davranmanın yolu nereden geçiyor? Türkiye, HDP’nin temel belirleyen olduğu özgün durumunda tali/geride bırakılmış/halledilmiş/vazgeçilmiş bir alan mı yoksa mücadelenin ağırlık merkezi ya da en azından eş güdüm alanı olarak mı tasavvur edilmeli? Bu iki soruya verilecek cevaplar bir savaş baronu olarak Erdoğan (Sahada İran, Irak, Suriye, Venezuela, Libya; masada ABD, Rusya) ile müspet ve menfi anlamda bir yüzleşmeyi de beraberinde getiriyor. HDP’nin 2015-2018 ve 2018-2020 performansının gerçekçi bir analizini yapmakla başlanacak bu soruşturmaların, önümüzdeki kongrede şekillenecek yeni yönetimi belirlerken bizlere yeterli ve dahi yeterden de fazla ders vermiş olması beklenir. İkinci tur kayyımlardan ders çıkartmamış halimizin gelişmeleri “şaşkınlıkla” karşılamasına benzer bir tahammül bırakmayacak düzeyde bir açık yüreklilikle, bu kongrede belirlenecek yönetimin ne demek olacağını kabullenmek gerek.

‘KONGRE’YE GİDERKEN HDP’NİN ÖNÜNDE ÇOK SAYIDA SORU VAR’

HDP mevcut hali ile aza kanaat getiren, Türkiye halklarının/muhalefetinin nefes darlığı ile yaşamalarına devam etmelerini kabul eden bir gelecek için mi yoksa kimi zaman dile getirilen Kürtlük vurgusunu mutlak menzil olarak tayin eden ve tam da bu anlamda Ortadoğu’ya uygun bir yönetimi mi benimseyecek? Bu iki siyaset biçiminin birbirinden bağımsız yürümesi şart olmadığı gibi, birbirinden farklı/ayrı olmadığı da iddia edilebilir.

Tam da bu noktada bir kazanım olarak HDP’nin, başta HDP’lilere sonra ise en marjinal sağ siyasetler dahil tüm Türkiye’ye bu kongre ile ne mesaj vereceği sorusu kendini dayatmaktadır. Yani bir büyük soru olarak: Türkiye’nin kurtuluşu artık bölgesel olan Kürt sorunun çözümüne mi yoksa Kürt sorununun çözümü artık bölgesel olan AKP/MHP idaresindeki Türkiye Devleti sorununun çözülmesine mi bağlıdır? HDP’nin önündeki kongre, bu anlamda dev değişikliklerin yaşandığı yakın geçmişi ve onun gebe olduğu potansiyel gelecekleri doğru okuyup okumadığını, kendi konumunun farkında olup olmadığını ve çözümün mü yoksa sorunun mu parçası olmaya talip olduğunu gösterecektir.

‘BELİRLİ BİR MENZİLDE TUTARLI, SAĞLAM, CAYDIRICI, VE DAYATICI MUHALEFET PERSPEKTİFİ…’

Bu noktada partinin açmazları nedir? Çözüm yoluna dair bir öneriniz var mı?

Kürt hareketinin hep yaptığı gibi, HDP’nin yapması gerekenin “değişen koşullara uygun dönüşümü sağlamak” olduğu tartışmasızdır:

HDP eski kalamaz/eskiyemez, tabulaşamaz, kariyeristleşemez, bürokratik oligarşik bir yapı haline gelemez, statüko haline gelemez, muhafazakâr davranamaz, romantikleşemez, nostaljikleşemez, geçmişte de yaşayamaz başkalarının hayallerinde de yaşayamaz, ezcümle CHP’lileşemez. Yaklaşan kongre bu “tehlikenin” önünde bir can simididir. HDP’nin kararı ise buraya kadar sıralanan sorunlar karşısında Türkiye’ye bir can simidi vasfı taşıyacak potansiyeldedir. Bu iki şıklı bir sorudur; HDP bu adımı ileriye mi atacak, geriye mi? Kongreye giderken meseleye sadece parti gövdesinde olası değişiklikler olarak değil, zaruri zihniyet değişiklikleri nazarı ile bakmakta bu anlamda şüphesiz fayda vardır. Besim Dellaloğlu’nu hatırlarsak: “Her şey değişirken siz sabit kalırsanız, eskiden ne deseniz ne yapsanız kazanırken, şimdi ne deseniz ne yapsanız kaybedebilirsiniz.”

Bu bakımdan HDP’nin bir amentüye ya da mitik bir anlatıya ya da epik bir manzumeye dönüşmesindense, bugüne adapte olmak için gereken yüzleşmeyi yapıp, bugünü dönüştürecek örgütlenmesini “yeniden” gerçekleştirmesi beklenir. Pasif bir izleyici, vakanüvis ya da mağduru oynamaktansa fail olma cesaretine, cesaretli özne günlerine geri dönmesi beklenir. Devletin savaşı da barışı da kendisiyle yaptığı HDP, bütün enerjisini “neden öyle oldu?”, “aslında nedir?”, “ne olmalıydı?” vs… ile Demirtaş’ın durumunu izah etmeye değil, en meşru ve en geniş toplumsal düzeyde kabul görmüş olan Demirtaş’ı özgürleştirecek tüm adımları da içeren refleksif, defansif, korunmacı/tutucu, alıngan, özgüvensiz olanı terk edip pro-aktif siyasete ve politik tutuma dönmesi beklenir. Bunun anahtarı, yönetimde isim değişikliği olmak zorunda olmadığı gibi, yeni bir ismin bu beklentileri karşılayacağına hepten inanmak da benzer ölçüde yanlış olacaktır. Bu nedenle her şeyden önce retrospektif bir iç-değerlendirme yapıp, kongre ile belirli bir menzilde kararlı ve tutarlı, sağlam, caydırıcı ve dayatıcı muhalefet perspektifini benimsemek gerekmektedir.

‘CHP’LİLEŞMİŞ BİR HDP Mİ OLACAĞIZ YOKSA TOPLUMSAL DİNAMİKLERE YASLANAN BİR PARTİ Mİ?’

Bu meyanda HDP’nin tercihi kurumsal alışkanlıklarla mı yoksa toplumsal hassasiyetlerle mi şekillenecek sorusu daha etraflıca ele alınmalıdır: kurumsal alışkanlıklarımızın masrafsızlığı ile CHP’lileşmiş bir “makbul HDP” mi olacağız yoksa toplumsal dinamikleri (hem şikâyetler bağlamında hem de boş bulunan bir muhalefet sahası bağlamında) benimseyen ve onunla sürgit güçlenen bir HDP mi? Kendisi için artık geçmiş dünyanın hayaletlerinden biri olması gereken “baraj başarısı” ile yetinip bu sularda yüzmeye mi devam edeceğiz yoksa diğer siyasal unsurların yok sayamayacağı bir politik varlık göstermek üzere, mağdur değil mağrur yürüyüşümüze devam mı edeceğiz. Yerel seçimler gibi plastik başarı hikâyeleri yerine, hakiki hedeflere doğru gerçekçi tavrı mı benimseyeceğiz? Bekir Ağırdır’a atıfla "Yapay umutlarla hakiki felaketler arasına sıkışmışlık” durumundan kendimizi çıkartmak mı istiyoruz yoksa bu duruma kayıtsızlıkta ısrar mı edeceğiz?

‘BİLEŞEN HUKUKU GÖZDEN GEÇİRİLMELİ…’

Partinin varoluşu gibi duran bileşen hukuku konusu bileşenlerin pozisyonları ve çalışmaları üzerinden tartışmaya açılması gerektiği kanaatindeyim. Bileşenlerin öncelikleri ve beklentileri ile partinin beklentileri ve önceliklerinin partinin çalışma biçiminin, hızının ve pratikleşmesinin önüne geçtiği durumlar yaşanmakta. Buna mukabil bileşenlerin, kendi öncelikleri ve beklentilerine uygun bir politik tutum alış ve pratik sergileyip sergilemediği de masaya yatırılmalı. Eğer ki mevcut hal ile devam edilecekse bileşenlerin öncelikleri ile partinin öncelikleri arasında ki bağın doğru kurulmasının sağlanmasına dair bir ön çalışmanın yapılması gerektiği kanısındayım. HDK’nin politika belirleme noktasındaki rolünü yerine getirmesi için işlevsel kılınması ve böylece önünün açılmasıyla, bileşenlerin bu merkez içinde kalması, HDP’nin de işlerliğini artıracaktır. Bu bağlamda bileşen hukukunun ve parlamentoda nasıl bir arada olunacağı ya da prensipte ortak partileşmede ayrı mı olup olunmayacağını tartışmak ve mevcut pozisyonumuzu gözden geçirmekte fayda var.

‘2020 BİTMEDEN SEÇİM BEKLİYORUM’

Erken seçim bekliyor musunuz?

24 Haziran 2018 seçimlerinden bu yana “geri dönüşü” olmayan bir hal alan AKP iktidarının “can çekişme” süreci, 31 Mart seçimleriyle birlikte yeni bir merhale kazandı. Yaşanan ekonomik kriz ve kendi bağırlarından doğan/doğacak olan partilerle birlikte görünür hale gelen siyasal krizle birlikte dağılmanın eşiğine gelmiş bir AKP’den bahsetmek mümkün. Yönetememe krizinin içerde tedhiş, dışarıda savaş politikalarıyla kompanse edilmeye çalışılması durumu kurtarmaya yetmiyor. Türk milliyetçiliğinin ve yeşil kuşak siyasal İslam anlayışının kendini devletin yeni sahibi ilan ettiği ve ülkeye hükmetme mecrasının MC hükümetleri anlayışıyla kendini yeniden tahkim etme çabası artık tüketilmiş bir iktidar arayışı. AKP-MHP ittifakı MC hükümetlerinin güncel sürümüdür ve ceberut devletin devamlılığının turnusal kâğıdı niteliğindedir. Bu yüzden de söz konusu ittifakın siyasi mecrası milliyetçilik- ırkçılık ekseninde bir dalgalanmayla yol alıyor. Bu dalgalanmanın bir çatışma iklimine sonuna kadar kapı aralayacak bir potansiyele sahip olduğunu ve sadece devlet katındaki etkili bir takım çevrelerin vereceği talimatın beklendiğini de buraya not etmemiz gerekiyor.

Rabia işareti ile bozkurt işareti arasındaki ittifakın payandası olan 6 Ok’un da sağ yelpazede kendine bir yer kapma yarışına girmesi, Türkiye’de Kürt siyasal hareketini sol adına muhalefet edecek tek güç haline getirmiş durumda. Çünkü 7 Haziran 2015’ten bu yana yaşanan ne varsa, kelimenin gerçek anlamıyla ne varsa; “Her şey HDP yüzünden, HDP sayesinde ve her şey HDP karşısındadır.” Bu 5 yıl Kürt hareketinin uzun “Kristal Gecesidir.”

Özgür yaşam iradesi devletin bir travması olarak nüksetmişir. Buna verilecek en gerçek cevap, en büyük mücadele ise bu travmayı getiren gücün her şeye rağmen hâlâ burada olduğunu gösterecek ve tüm ülkeyi kapsayıcı bir politik tutumda ısrar etmektir. Yerel seçimler ve ortaya çıkardığı sonuç ekseninde ortak kanı şudur ki iktidar hızla HDP’ye yönelerek, hem ittifakın en stratejik partisini devre dışına bırakmayı hem de muhalefete milliyetçi, şoven bir çizgiyi dayatarak, yaptığı ataklara ortak eden onay/cümle kurdurarak, HDP seçmenini tabanda oluşan birlikteliği parçalamayı hedeflemekte.

Seçim sonrası YSK eliyle belediyelerimizin gasp edilmesiyle beraber CHP’nin alt perdeden gösterdiği tepki ve Suriye tezkerelerinde takındığı tutum nedeniyle de bu taktiğin işe yarayacağı kendini gösterdi. Bununla beraber çeşitli provokatif eylem ve söylemlerle, tabanda oluşan güven ve birliktelik duygusunu parçalamaya ve buradan hareketle kitleleri “terör” kıskacına sokarak, geçmişte ve şimdi olduğu gibi Kürt nefretinde taraftarlaştırmaya devam edeceği öngörüsü üzerinden bakarsak, yaklaşan bu yeni döneme hızla hazırlanarak girmenin olmazsa olmaz olduğu açıktır.

Bu kadar uzun sözün kısası, yanılıyor olmayı da ihtimal dahilinde tutarak 2020 bitmeden erken seçim bekliyorum. Daha doğrusu iktidarın buna mecbur kalacağını ve Erdoğan’ın hem Cumhurbaşkanlığı seçimini hem de iktidarı kaybederek AKP’nin de ortadan kalkabileceğini düşünüyorum.

Buna da çok yürekten inanıyorum. Çünkü bütün parametreler bunu gösteriyor. AKP’nin de kendisinden öncekilerden bir farkı olmadığının kötü sonuçlarını yaşayarak tecrübe etti, ediyor. Ülkenin yoksulları, emekçileri, gelecekleri çalınan gençler aynı hırsızlık yolsuzluk, nepotizm ve liyakatsiz kadrolar elinde kıvranmaya devam ediyor.

İktidar kanadında önemli bir erime var. Bir araştırma şirketinin sahibiyle yakın zamanda konuşmuştum.

“AKP 100 seçmenden 24’ünün oyunu alabiliyor. Bu sonuçları daha açıklamadık” dedi. AKP bir hayal sattı ama nihayetinde seçmenler bunun gerçek olmadığını gördü. Ancak tüm bunlara rağmen muhalefet büyüyor mu derseniz o da olmuyor. Karasızlar diye adlandırılan küme hayli genişlemiş durumda ve partilere dağıtılamayan bir belirsizlik hakim. Ancak tüm bunlara rağmen iyimser bir yorumla yeni bir paradigmanın kurulabileceğini düşünüyorum.

‘HDP AKP SONRASI KOALİSYONUN BİR PARÇASI OLABİLİR’

Nedir o paradigma?

Türkiye siyasetinde negatif kimlik halen belirleyici bir faktör. Negatif kimlik üzerinden siyasi tercih yapan seçmen kimi sevdiği değil kimi sevmediği üzerinden pozisyon alıyor. Negatiften gelecek anlatılıyor ama o geleceğin bir hikâyesi de yok. Siyasetin, Seküler-Muhafazakar ya da Kürt-Türk biçiminde kutuplaştırılmaya kilitlendiği Türkiye’de bu denklemi silip bir yenisini kurmak gerekliliği ortada. Barış içinde bir arada yaşamı mümkün kılacak bir değer ve gelecek ortaklığını topluma anlatacak yeni bir siyasi anlayış ve birliktelikle yeni hayatı nasıl inşa ederiz? Bunu topluma anlatmak ve bu riski görerek sürekli bu denklemi bozmak gayesinde olan Erdoğan’ın planlarını boşa düşürmek önemli. Bunu sağlayacak siyasi aktörler de mevcut.

HDP tabanındaki Kürtlerin birçoğu yerel seçimlerde ortaya çıkan ittifakla birlikte ve kendileriyle kurduğu iletişimde partisinden kısmen farklı refleksler göstermesi nedeniyle Selahattin Demirtaş’tan Selocan diye bahsettiklerine benzer biçimde Ekrem İmamoğlu’ndan da bir müddet sonra Ekocan diye söz ediyorlardı. Bu can soneki bir kamusal sahiplenmeye işaret ediyor muhakkak. Yani seçmenin yeni isimlere verdiği kredi de diyebiliriz. Fakat, Babacan dahil Demirtaş dışındakiler bu krediyi tüketme konusunda çok başarılı görünüyorlar.

Buna rağmen, ben denklemin içine Ali Babacan’ı da ekleyerek yeni paradigmayı şöyle tarif ediyorum: Selocan, Ekocan ve Babacan. Ancak Ali Babacan’ın ismini Demirtaş ve İmamoğlu’nda olduğu gibi bir kamusal sahiplenmeden ziyade fonetiğe uygun olması ve siyasal İslam’ın zehrine bulaşmış seçmeni konsolide edecek bir güç odağı olarak denkleme ortak ediyorum. Çünkü AKP’nin dağılması sonrasında negatif kimlik üzerinden siyasi tercih yapmaya alıştırılmış bu kitlenin CHP ya da HDP’ye oy vermesi pek mümkün görünmüyor. Ancak AKP sonrası iktidarın bir koalisyon olacağını düşünüyorum ve HDP, o koalisyonun bir parçası olacak.

‘YENİ BİR SİVİL ANAYASA ÇAĞRISI YAPILMALI’

Solun temsiliyeti bugün CHP’de birikmiş değil ve buradan hareketle HDP’nin dolayısıyla solun iktidar ortağı olma ihtimalini de buradan bakarak dile getiriyorum. Tam da o nedenle HDP olarak çözümlerimizi hem kendi bileşenlerimize hem de buna dahil olmak isteyeceklere hem de genel anlamda sola bir programla nasıl bir Türkiye istediğini, o Türkiye’yi nasıl kuracağını, sorunları tespit edip o sorunları nasıl çözeceğini anlatması lazım.

HDP oturup çağrı yapmalı, Türkiye’deki tüm sol partilere mecliste olan ya olmayan yapılara çağrı yapmalı, hukukçularla birlikte eşit yurttaşlık temelinde çağdaş bir sivil anayasa taslağı hazırlayalım demeli. Kamuoyuna bunu sunmalı. Bunu insanlara göstermeliyiz.

Türk Ceza Kanununu çağdaş normlarla yeniden düzenlemeli, terörle mücadele kanununu nasıl çöpe atacağımızı anlatarak işe başlamalıyız. Devleti, yurttaşı merkeze koyarak yeniden nasıl inşa ederizin tartışmasını açmamız lazım. Mevzu etmemiz gereken sadece AKP’yi yıkmak Erdoğan’ı devirmek ve bunları söylemek değil, meşruiyetini yitirmiş bu iktidar sonrasında nasıl bir Türkiye istediğimizi anlatmak ve meselelerin çözümlerini somut olarak ortaya koymak olmalı. Haliyle bu ülkede barış, demokrasi ve hukuka özlem duyan, farklılıklarımıza rağmen yaratılacak değerler ortaklığıyla birarada yaşamın mümkün olacağı bir gelecek tahayyülünde bulunabilirim. İyimser olmayan yorum ise AKP sonrası daha da karanlığa saplanabileceğimiz şedit bir faşizmin gelebileceğinin de ihtimal dahilinde olduğudur.

‘BİLEŞEN HUKUKU GÖZDEN GEÇİRİLMELİ…’

HDP’nin solla kurduğu bağ, bileşen hukuku dediğimiz işleyiş nasıl olmalı?

Partinin varoluşu gibi duran bileşen hukuku konusu bileşenlerin pozisyonları ve çalışmaları üzerinden tartışmaya açılması gerektiği kanaatindeyim. Bileşenlerin öncelikleri ve beklentileri ile partinin beklentileri ve önceliklerinin partinin çalışma biçiminin, hızının ve pratikleşmesinin önüne geçtiği durumlar yaşanmakta.

Buna mukabil bileşenlerin, kendi öncelikleri ve beklentilerine uygun bir politik tutum alış ve pratik sergileyip sergilemediği de masaya yatırılmalı. Eğer ki mevcut hal ile devam edilecekse bileşenlerin öncelikleri ile partinin öncelikleri arasında ki bağın doğru kurulmasının sağlanmasına dair bir ön çalışmanın yapılması gerektiği kanısındayım. HDK’nin politika belirleme noktasındaki rolünü yerine getirmesi için işlevsel kılınması ve böylece önünün açılmasıyla, bileşenlerin bu merkez içinde kalması, HDP’nin de işlerliğini artıracaktır. Bu bağlamda bileşen hukukunun ve parlamentoda nasıl bir arada olunacağı ya da prensipte ortak partileşmede ayrı mı olup olunmayacağını tartışmak ve mevcut pozisyonumuzu gözden geçirmekte fayda var.

Söyleşinin tamamı burada.