AKP’nin kurucu isimlerinden, Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, eski partisi ve gündeme dair açıklamalarda bulundu.

Anayasa değişiklik paketini değerlendiren Şener, “İster AKP Milletvekili olsun, ister diğer partilerin; kendisine saygısı olan bir insan böyle bir anayasa paketine asla oy vermeyeceğini düşünüyorum” dedi.

HDP Eş Başkanları ve milletvekillerinin tutuklanmasının yanlış olduğunu ifade eden Şener, “Şu çok net bir gerçek: HDP milletvekillerinin hapsedilmesiyle, belediyelere kayyum atanmasıyla çok yanlış yapılıyor. Bunun partinin oy potansiyelini artırmak için yapılması, ülkeye büyük zarar veriyor” ifadelerini kullandı.

Abdullatif Şener BirGün’den Meltem Yılmaz’ın sorularını yanıtladı.
 
*AKP’nin anayasa değişiklik paketiyle başlayalım. AKP’nin oylamada fire vereceği değerlendirmeleri yapılıyor. Siz, hem anayasa değişiklik paketini, hem de fire iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Ben, ister AKP Milletvekili olsun, ister diğer partilerin; kendisine saygısı olan bir insan böyle bir anayasa paketine asla oy vermeyeceğini düşünüyorum. Zira söz konusu anayasa paketinin, yasama organını tamamen ortadan kaldıracağı, milletvekillerinin ve siyasi partilerin hiçbir anlamı ve değeri kalmayacağı çok açık.
 
Bu paket ile Başbakan kalkıyor, cumhurbaşkanı hükümetin başı oluyor. Bakanlar meclise değil, cumhurbaşkanına karşı sorumlu oluyorlar. Milletvekilleri, bakanlar hakkında sözlü soru önergesi, hükümet hakkında gensoru veremiyor. Bu pakete göre milletvekillerinin hükümet kurulurken de, sürerken de, fesh edilirken de yetkisi yok.
 
Meclisin kanun çıkarma yetkisi de ortadan kaldırılıyor. Bu anayasa paketiyle milletvekili sayısı 600’e çıkacağına göre, Cumhurbaşkanının veto ettiği yasa eğer 301 milletvekilinin oyuyla kabul edilmezse, o yasa reddedilmiş oluyor. İş bu kadarla da sınırlı kalmıyor. 301 ve daha yukarı milletvekiliyle meclisin tekrar çıkardığı yasayı cumhurbaşkanı istemezse yürürlüğe sokmuyor. Anayasadaki “15 gün içinde resmi gazete yayımlanır” hükmü kaldırılıyor, yasa, resmi gazetede yayımlanmadan yürürlüğe giremeyeceği için cumhurbaşkanı isterse bunu sınırsız olarak, yeni seçim dönemine kadar resmi gazetede yayımlamayacaktır. Yayımlamadığı için de yürürlüğe girmeyecektir. Seçimlerle birlikte zaten yürürlüğe girmeyen bütün metinle kadük olduğundan, meclisin çıkardığı kanun işlemeyecektir. Bunun anlamı şudur: Cumhurbaşkanı istemiyorsa, meclisteki 600 milletvekili ittifakla kabul etmiş olsa bile yasa yürürlüğe giremiyor.
 
Yasama yetkisinin önemli ayakları da Cumhurbaşkanın elinde. Bir kere meclisin çıkardığı yasayı yürürlüğe sokmayan Cumhurbaşkanı, yasa hükmünde kararnameler çıkarıyor. Yasama yetkisini, kendinde toplamış, o kararnamelerle ülkeyi idare edecek.
 
OHAL’de kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine de sahip.
 
Dünyanın hiçbir yerinde, diktatörlüklerde bile görülmeyecek şekilde, işlevsiz hale gelmiş bir vekillik sıfatına “ben tabiyim” diyen, bu pakete oy verecek bir vekilin kendisine saygısı yok demektir. Ülkesine ve milletine duyacağı saygı da ayrı bir konu.
 
* Zaten parti içindeki bazı isimlerin anayasa teklifinden rahatsız olduğu konuşuluyor. Ama buna rağmen, belki de şöyle bir rahatlık var: Geçmişte haksızlık ve hukuksuzluğun içinde olanlar, kendi sorumluluklarını nasıl “kandırıldık” diye geçiştirebildilerse, gelecekte de bugünkü sorumluluklarını aynı söylemlerle geçiştirebileceklerini düşünüyorlar. Türkiye’de sınırsız bir “kandırılma özgürlüğü” var galiba?
 
Bizim insan malzememiz çürük herhalde. Aydın geçineceksiniz, kandırılmış olacaksınız. Cumhurbaşkanı ikide bir “kandırıldım” diyecek. Sadece onunla da kalmadık, bu memlekette herkes “kandırıldım” deyip duruyor. Liberal aydınlar, bu ülkede birtakım insanların hukuku, temel hak ve özgürlükleri askıya alınmış vaziyetteyken, hukuk yanlı işlerken, bu liberal aydınlar hala Erdoğan’ın politikalarını, iktidarı savunuyorlardı. Sempatizan olmaktan öte savunucu konumundaydılar. O halde Türkiye’de sorun, insanların algılama modu değişinceye kadar yanlışları görmüyor olmaları. Süreç lehlerine işliyorsa, sistemden yararlanıyorlarsa, hiçbir şey iyi gitmezsen her şeyin iyi gittiğini savunuyorlar. Ama bir gün kendileri de hırpalanmaya başlayınca o tarihten itibaren ülkede demokrasini kalmadığını, özgürlüklerin ihlal edildiğini söylemeye başlıyorlar.
 
*Ama bir “kandırma” çabası olduğu açık. Zira Türkiye’de son dönemde yaşanan hemen her olumsuz olay, yargı sürecinin işlemesi beklenmeden, direk olarak FETÖ’ye mal ediliyor. Son olarak Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Karlov’a yapılan suikastta da aynı yöntemler devreye girdi. Hukukun işlemesine izin verilmiyor, öyle değil mi?
 
FETÖ konusunda şunu rahatlıkla söyleyebilirim: AKP’de FETÖ’ye bulaşmayan benden başka kimse yoktu. Hepsi bulaşmıştır. Ama şu anda, her şeyi FETÖ’ye bağlayan atmosfer, doğruları yakalama arayışından kaynaklanmıyor. Her şeyi oraya havale etmenin birilerinin işine gelişinden kaynaklanıyor. Her şey FETÖ’ye mal ediliyor, bütün ekranlar ve gazeteler FETÖ aleyhtarı yayın ve beyanlarla dolu ve karşı tarafın cevap hakkı da yok. Karşıt bir şey duyamayız zaten, bir kişi “bu böyle değil” dese, direk FETÖ’den içeri alınır.
 
* Zaten Karlov suikastı ne kadar soru işareti içeriyorsa, sonrasında hükümet cephesinden yapılan açıklamalar da bir o kadar kafa karıştırıcıydı. Siz ne düşünüyorsunuz?
 
Şöyle bir örnek vereyim: Geçen günlerde, yabancı bir gazeteden tercüme ederek, altına alıntı olduğunu da yazarak bir tweet attım. “Halep’te Suriye ordusunun zaferini kutladığı”ndan söz ediyordum. Orda zafer kelimesi geçiyor diye o troller, bana 5 saat boyunca her türlü küfürleri yağdırdılar. Şimdi bakın, bu trolleri harekete geçirdikleri gibi, insanları böylesine transa geçiren ve böylece bu tür suikastlara sebep olanlar var.
 
Bir polis, Rus büyükelçisini arkadan hunharca vurmadan, El Kaide’ye ait, Nusra’nın da aldığı bir marştan dizeler söyledi. Yani eylemi yapmadan önce açıkça Nusra taraftarı olduğunu, Nusra adına bu eylemi yaptığını kamuoyuna bizzat açıklamıştır. O marş bu anlama geliyor. Ama bu noktada devlet “hayır” diyor, “onun söylediğine bakmayın bunu FETÖ” yaptı diyor. Bu, aynı zamanda yargıya ve medyaya bir talimat anlamına geliyor. Ve bundan sonraki soruşturmalar itirafçının itirafına göre değil, talimatçının talimatına göre sürdürülecek. O nedenle ben Türkiye’nin normalleşeceği döneme kadar yapılan açıklamaların hepsine ihtiyatla bakacağım.
 
*Siz “Türkiye normalleşinceye kadar” deyince benim kafamda hiçbir şey canlanmadı açıkçası. Bir tür ütopyadan söz ediyor gibiyiz.
 
Bunun çözümü acilen yapılması gerekenler şeklinde sıralanamaz. Ama toplumsal dinamikler sonunda hükmünü icra eder. İnsanlık tarihinde ne olduğu gibi kalmış ki, her konjonktür değişime uğramıştır, bu da uğrayacaktır. Bu değişimi sağlamak için zinde bir karşıt muhalif düşünceyi etkili hale getirilmesi gerekiyor.
 
* Türkiye’nin geleceğinden umutlu olmayanlar giderek artıyor. Geçen günlerde yapılan bir araştırma, Türkiye’den muhalif düşünen beyaz yakalıların Avrupa’ya göçünün hızlandığını ortaya koydu. Bu aynı zamanda, Türkiye’nin geleceği açısından ciddi bir beyin göçü anlamına gelmiyor mu?
 
Güç sahipleri muhalif düşünenlerin gitmesini istiyorlar zaten. Ülkenin geriye gitmesi, küresel rekabet gücünü kaybetmesini önemsemiyorlar. Ülkedeki dinamik nüfusunun tamamı, ortamdan rahatsız olduğu için memleketi terk ederse bayram yapacaklar.
 
*Hükümetin Suriye politikası, adım adım değişiyor; “Katil Esed” yeniden “Dostum Esad”a dönüşüyor. Bu süreçte Erdoğan, “Suriye'ye Esad hükümdarlığına son vermek için girdik” açıklamasını “Fırat Kalkanı'nın hedefi de herhangi bir ülke veya kişi değil sadece terör örgütleridir” şeklinde değiştirdi. Türkiye, Rusya ve İran; Suriye rejimi ve muhalefet arasında tüm Suriye genelinde ateşkesi sağlayacak bir anlaşmanın garantörü olmaya hazır olduklarını vurgulayan bir ortak metin yayımladı. Siz bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Bakın, Halep’in düşmesinde Esad’a en büyük desteği Türkiye vermiştir. Çünkü muhaliflere destek, muhtemelen Rusya’nın devreye girmesiyle kısıldı. Oradaki en güçlü gruplardan biri Ahraruş Şam’dı. Bu grup sessizce Halep’i terk edip gitti. En son 4- 5 bin civarında, hepsi yabancı, Nusra bağlantılı gruplar kaldı. Ve sivilleri kalkan yapmak suretiyle varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı Halep’te. Bunların da teslim olmasını veya tahliye olarak Halep’i terk etmelerini Türkiye, arabuluculuk yaparak gerçekleştirdi. Dolayısıyla Esad, Halep’in düşmesinden en büyük yardımı Türkiye’den görmüştür. Bu, Türkiye’nin Suriye politikasındaki büyük dönüşümü göstermektedir. Bu gerçeğin net bir şekilde ortaya çıkmasını engellemek için “Katil Esad” diye bağırıyorlar, medya “Halep’te ordu katliam yapıyor” diye yayın yapıyor tabii. Ve kamu hafızasında işin bu tarafı kalıyor.
Şimdi bu Suriye politikalarındaki dönüşümü, mümkün olduğu kadar çaktırmadan gerçekleştirmek zorundalar, zira yıllardır kamuoyunu tek yönlü olarak şartlandırdılar.
 
*Bu bağlamda son derece olumsuz olaylar yaşanıyor tabii. Örneğin geçen günlerde IŞİD militanlarının, iki Türk askerini yakarak öldürdüğü videoları yayımlandı. Öte yandan, bu ve bu gibi olayların, Türkiye’de kamuoyunda yayılmasını engellemek için başvurulan ilk yöntem sosyal medyanın kullanımının önüne geçmek oluyor. Siz, bu yöntemi sağlıklı buluyor musunuz?
 
Türkiye’de ana kitlenin demokrasi, temel hak ve özgürlükler, bilgi edinme talebi zaten yok. Hatta bu kitle, olumsuz haberlerin engellenmesinden de mutlu görünüyor. Batı’da olsa, Twitter’ı engelleyen bir hükümetin oyları düşer ama Türkiye’de oylarda azalma olmadığı gibi, yaşanan gelişmelerden haberdar olmayan veya olsa bile umursamayan ana kitle, o yasakları koyanlara meyletmeye devam ediyorlar. İktidar bu gerçeği, yaptırdığı anket ve diğer çalışmalarla biliyor.
 
Fırat kalkanı sırasında 4 Türk askerinin IŞİD tarafından hunharca katledildiği, işkenceye maruz bırakıldığı, ikisinin yakıldığı görüntüleri yayımlansa kamuoyunda infial olur. Ama yayımlanmamasından bu ana kitle gayet memnun.
 
*HDP Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın yanı sıra, partinin çok sayıda yöneticisi bugün cezaevinde. Açılım sürecinin birlikte yürütüldüğü günlerden, milletvekillerinin teröre destek verme suçlamalarıyla cezaevine konulmasına gelinen süreçteki değişkenler nelerdir?
 
Türkiye ne çekiyorsa bu yazboz politikalarından çekiyor. Siyasi iktidar “Barış gelecek, akan kan duracak, analar ağlamayacak” diye barış süreciyle ilgili politikaları deklare ettiği dönemde, bu politikalara itiraz edenler hain ilan ediliyordu. Şimdi de, “HDP’ye yaşama imkanı vermeyeceğiz, seçilmiş milletvekillerini de içeri atıyoruz, belediyelere kayyum atıyoruz” diye bağırıyorlar. Bunun karşılığında “seçilmiş milletvekillerini neden hapsediyorsunuz” diye sorunları hain ilan etmeye başladılar.
 
Şu çok net bir gerçek: HDP milletvekillerinin hapsedilmesiyle, belediyelere kayyum atanmasıyla çok yanlış yapılıyor. Bunun partinin oy potansiyelini artırmak için yapılması, ülkeye büyük zarar veriyor.
 
*Türkiye’de en kolay “hain” olmak galiba?
 
Bugün Türkiye’de kimin hain olduğuna da, kimin ülkenin selameti için çalıştığına tek kişi karar veriyor. Artık öyle bir noktaya geldik ki, tüm ülke adına tek bir kişi düşünüyor, tek bir kişi konuşuyor, onun düşündüğü ve konuştuğu gibi olmayanlar da hain durumuna düşüyor. Bu, demokrasinin askıya alınmasından da öte bir durum. Asıl bunun analiz edilmesi lazım. Suikast oluyor, suçlunun kim olduğuna bir kişi karar veriyor. Onun iradesine uygun olarak tüm mekanizmalar işlemeye başlıyor. Onun gibi düşünmediğinizde, bu ülkede yaşama şansınızı ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Sokakta serseri mayın gibi gezen birtakım ruh hastalarının bize saldırmayacağından emin değiliz. Çünkü Böyle bir Türkiye’deyiz.
 
*Siz AKP’nin kurucu isimlerindensiniz. Yıllarca Başbakan Yardımcılığı da yaptınız. Bugün gelinen noktada, kendinizi nerde görüyorsunuz?
 
Tayyip Erdoğan, bana ilk günden son güne kadar son derece sıcak ve nazik davranmış bir insandır. Ama ben, yapılan siyasetin ve gidişin doğru olmadığına inandığım için partiyi bıraktım. AKP’nin parti programını ben hazırladım. O parti programında tek bir kelime de o günden bugüne değişmedi. Ancak parti yöneticilerinin uyguladığı politikaların parti programına aykırı olduğunu gördüm.
 
Ve şöyle bir gerçek var, ben içindeyken de, başbakan yardımcılığı dönemimde de yanlış bulduğun her şeyi eleştirdim. Zira iktidar sahipleri eleştirilmedikleri takdirde yanlışlarında azgınlaştıklarını bilirim.
 
Ama ben de, bugün iktidarı eleştirdiğim için de büyük sıkıntılar çekiyorum. Kimse elim rahat bir ortamda olduğumu sanmasın. AKP’den ayrıldıktan sonra, bütün üniversitelerin kapıları bana kapandı. Korkuyu toplumda derinleştirmemek için daha fazlasını anlatmıyorum. Ama şunun çok iyi bilinmesi gerekir: Muhalif düşüncelerin seslendirilemediği bir ortam ülkeyi felakete götürür.