Bundan evvelki bazı yazılarımda değindiğim halde, içinde bulunduğumuz siyasal, toplumsal yönetim pratiğini çok daha net açıkladığına inandığım için, bu yazımda genel manada dinsel düşünüşle birlikte dinin devlet yönetimini nasıl etkilediğini çok kısaca belirtmek istiyorum.

Genel olarak dinsel bilgi, tanrı temeli üzerinde evreni, insanı ve toplumu ''detaylarıyla'' açıklayan bilgidir. Hemen hemen hiçbir konuda ''yetersiz'' değildir. İnanca dayandığı ve Tanrı tarafından gönderildiği için kesin doğru, mutlak ve bağlayıcı kabul edilir, teste tabi olmadığından doğrulanma gereği duymaz, yanlışlanamaz ve değiştirilemez.

Din bir şeyi anlamak değil, onu bilgisizce ve anlamını araştırma gereği bile duymadan, anlamaksızın kabullenmedir. Bilmeyi değil imanı, adanmayı ve tapınmayı vurgular.

Dinlerin kutsal kitaplarının, geçmişin ve geleceğin (insanlığın ve tüm evrenin ) bütün bilgilerini içerdiği iddia edilir. Bütün kutsal kitaplar hedeflerine ulaşmak için kendilerinin dönemine kadarki bilgi ve fikirleri kullanarak kendi dönemlerindeki insanları ikna edip egemenliğine inandırmayı amaçlar. Dolayısıyla hiçbir kutsal kitap, kendilerinden sonraki bilimsel, teknik ve fikirsel gelişmeleri içermezler, onlardan hiç söz etmezler, edemezler. Gelecekle ilgili kehanetler ise, din adamları denen aracı kurumlar tarafından, ayetlerin, duaların anlamlarının yorumlarla tahrif edilmesi yoluyla uydurularak kutsal kitaplarla bağdaştırılmaya çalışılır, yani onlara atfedilir. Bu yönüyle de dinler, insanların düşünüşlerine değil, duygularına hitap ederler. Eğitim gibi araştırma ve düşünme zahmetine tahammülleri yoktur. O yüzdendir ki, dinsel bilgi, anlama ve algılama güçlüğü çeken, düşünme yapmayan insanlar tarafından çok itibar görür. Çünkü bilgiler ona düşünme zahmetinde bulunmadan hazır verilir. Böylece onları bilgi üretme zahmet ve sorumluluğundan kurtarmış olur. Bu manada da dinsel bilgi, hakikatin bilgisi değildir. İnsanın hayal, tahayyül, duygular ve sistemsiz aklı ile ürettiği bilgilerdir.

Dinlerle ilgili bu genel doğrular elbette ki İslam dininin toplumu yönetme anlayışındaki belirleyici özelliğini göz ardı etmez. Zira İslamiyet, insan ruhuna seslenen inançlar manzumesi olmakla beraber, asıl etkinliğini toplumun siyasal alanında göstermektedir. İnsanları dinen şekillendirmek, ancak siyasal olarak yönetilmelerinden geçer.

Yani din sadece bir inanç sistemi olsaydı fazla sorun olmayacaktı, ancak bilindiği gibi siyasetin tam da göbeğine oturtulmuştur. Örneğin her zaman camilerden iktidarı destekleyen vaazları sık sık duyarız. Daha ötesi İslam dininde Allah, yeryüzünde maddi hayatın nasıl olacağını da tayin etmiştir. Dolayısıyla seçeneği olmayan ilahi bir siyasal nizamdır. Bu yüzden de önderleri ve icracıları filozoflar değil, daima yöneticiler olmuştur. İslam peygamberinin, onun ardından gelen diğer şahsiyetlerin ve bütün sahabelerin birer siyaset ve devlet adamı olmaları boşuna değildir.

Yani sadece inanç ve ruh zenginliğine dayalı bir dindarlık olsaydı, bugüne kadarki, onca yolsuzluk, haksızlık ve hukuksuzluk iddia ve söylemleri karşısında toplumda bu kadar duyarsızlık olmazdı diye düşünmeden edemiyor insan. Dine dayalı siyasal programlar, tarihin hiçbir döneminde toplumları mutlu edememiş, kaosun kaynağı olmaktan kurtulamamıştır.

Bu durumun son derece basit bir nedeni vardır. O da dinin bir dogmalar silsilesi olmasıdır ve siyaset, ihtiyaçların pratiğine değil de bu dogmalara göre yapıldığı taktirde, o statik (değişmez) kurallar toplumsal dinamizme ayak bağı olmakta ve onu içten içe çökertmektedir. İnsanlar, siyasetlerini her zaman değiştirebilme yetisine sahiptirler. Ama dinsel değerleri tartışmak, ona seçenek üretmek ve yerine başka bir şey koymak ise asla mümkün değildir.

İşte (özellikle) Ortadoğu'daki halkların başına gelen de budur! Türkiye'nin de bu gerçekten ayrı tutulması (bu koşullarda) pek mümkün görünmemektedir.

Sonuç olarak İslamcı bir siyasal düzenin, çağdaş demokratik düzenle hiçbir suretle uzlaşacak gibi durmadığı çok net olarak ortadadır.