Bir Dünya düşünün, sınırsız bir dünya. Farklı ülkelerde yaşanıyor olsa da, sınırların hiçbir engel teşkil etmediği bir dünya.

Yıllar önce böyle bir dünya yaşanırdı bu ülkede. Hem de 911 kilometrenin tamamında. Yaşanmışlık adına birçok anıyı içinde barındıran bu dünyada, insanlar iç içe, yer küre ile gök kubbe arasında yaşamlarını sürdürürlerdi.

Tabi ki çok uzun sürmedi bu dünya. Önce “yok öyle bir dünya” dedirten bir hale dönüştürüldü, sonra ardı arkası kesilmeyen hüzünlü insan hikâyelerine.

Ve bir gün bir yasayla ansızın, kapı komşuları, akrabalar, iç içe yaşayan bütün insanların arasına tel örgüler örüldü. Sınırsız sanılan koca Dünya’da; aşkların, sevinçlerin, yaşandığı o sokaklarla aramıza mayınlar döşendi.

Uzaktan uzağa bakışmaktan başka çaresi olmayan bir dünyaya dönüştü hayatlarımız. Sınırların iki yakasındaki hayatlara, bakınıp durmaktan öteye gidilemeyen, uzaktan uzağa el sallamakla yetinilen insanlar ve uzaklaştığını görüp çaresizlikle diğer insanlara dönüştü hayatlar. Oysa sadece ölümün ayırabileceğini sanılan hayatların, ölümsüzlükle sağ kalmanın arasında bıraktığı yapayalnız bir çaresizliğin adı olmuştu sınırlar.

Birbirlerinin yokluğuna ayrı gayrılığına alışamayan ve ikiye bölünen bu hayatlar, sınırların dikenli tellerinin arkasında selamlaşıp bayramlaşan, birbirlerine aldıkları hediyeleri en hızlı şekilde fırlatabilmenin mutluluğundaki tebessümün adı olmuştu sınırlar.

Eski akrabaların ve komşuların birbiriyle selamlaşırken çığlık çığlığa, uzaktan uzağa bağrışmalarındaki sesi oldu.

Aşk’ı uğruna mülteci ederken birilerini, aşkına eşkıya etti ötekisini. Kimi vuruldu kör olmayan bir kurşunla göz göre göre, kimi kavuştu sınırlara inat, sınır tanımadan.

Zaman içerisinde yaşananlar; sınır diplerinde papatyaları toplamak için koşuşturan çocuklar, genç kızların heyecanındaki taçı oldular. Fakat yine de günlerinin üzerine yağdı bombalar.

Sınırlar da kalmadı, sınırları umursayan da. Evini bırakanlar, ocaktaki yemeğini, can havliyle giyecek ikinci bir elbisesini bile alamadan başka bir ülkenin topraklarına kaçanlar, parçalanmış çocukların cesetlerini gömemeden gelenler, bütün dillerde anlaşılan ağıtlar yaktılar.

Bazen bir çadırda bir lokma ekmek, bazen kederli bir iç çekiş, bazense bir Annenin parçalanmış bebeğinin hasretiyle, kucağından indirmediği bez bebek oldu sınırlar.

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını biliyordu herkes. Sınırlarla çevrili dünyalarının, uçsuz bucaksız hayallerinde kalacaktı sınırsız dünya.

Sistematik hesaplar, militarist anlayışlar, kapitalistlerin yetinmediği sınırlarla ve artık sınırların önüne çekilen koca bloklu duvarlar oldular. Yirmi birinci yüzyılın yeni dünya savaşındaki ilk adımlarıyla. Utanç abidesi, başka bir ülkeyi görmeme tahammülsüzlüğüyle, ‘can güvenliğinin korunması’ adına ama, can alıcı tutumlarla.