1990’lı yılların Türkiye siyaseti ülke tarihine adını yazdırmış birçok renkli siyasetçiye sahne oldu. Adeta bir renk kartelasını andıran siyaset arenasında unutulmayacak bazı kişilikler o yıllara sadece eylemleriyle değil, sözleriyle de damgalarını vurdular. Bunların başında Genelkurmay başkanlığından Çiller’in DYP’sine transfer olan ünlü paşa Doğan Güreş vardı. Gazetecilere verdiği bir söyleşide dönemin başbakanı Çiller için “O tak diye emir verir, ben şak diye yerine getiririm” demişti. Bu köy yakmalar ustası kişi, bu sözlerinden dolayı uzun zaman medya ustalarının diline düşmüştü.

1990’lı yıllar hepinizin malumu olduğu üzere Türkiye’nin kara yıllarıdır. Fail-i meçhul cinayetlerin, köy yakmaların, günübirlik milletvekili transferlerinin, kör ve sağır medya yaratmaların, çetelerin ve en önemlisi hukuksuzlukların “hukuk” kabul edildiği yıllardı. Hukuksuzlukların sınır noktası ise Çiller’in “Kaldırayım mı?” repliğinde karşılığını bulan DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması olayıydı. Meclis tüm iradesini ve akli melekelerini yitirmiş bir cinnet haliyle tek oturumda Kürt milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmış ve meclis bahçesinde enselerinden sürüklenerek sivil polislerce gözaltına alınmışlardı. Sonraki yıllarda “Şık olmadı!” repliğiyle en tepedeki kişi tarafından bu kararın yanlışlığı seslendirilecekti.

7 Haziran seçimleri sonrası Türkiye aynı ruh hali içine girdi. HDP’nin barış sürecinden kârlı çıkarak seksen milletvekili alması ve AKP’nin tek başına iktidar olamaması Başbakan’dan ziyade “tarafsız” Cumhurbaşkanı tarafından telaşla ve kaygıyla karşılandı. Bilinçli bir şekilde şiddet tırmandırıldı ve 1990’lı yılların o korkunç ve faydasız konseptine dönüldü. Bu konsept ülkeye değil, kişilere kazandıran sarmal bir konsepttir. Bu konseptte “tak” diye emir vermeye bile gerek duyulmuyor, medya aracılığıyla verilen bir tek işaret “şak” diye tutuklanmaya yetiyor.

Bu konseptte sınır da görünmüyor. Bir sınırın olmadığını HDP eşbaşkanlarına açılan soruşturmalar ve Cumhurbaşkanının “Eşbaşkanların dokunulmazlıklarının kaldırılmasının terörle mücadeleye olumlu katkısı olacaktır” talimatından anlıyoruz. Bu talimat Çiller’in “Dokunulmazlıkları kaldırayım mı?” çıkışından da tehlikelidir. Çünkü ne Türkiye eski Türkiye, ne Ortadoğu eski Ortadoğu’dur. Günümüz dengeleri her ne kadar yoğun çatışmaları barındırıyorsa da uzlaşma, barış ve demokrasi kültürüyle hareket edenler böylesi bir coğrafyada kazançlı çıkacaktır.

Üstelik tüm ülkeyi kaplayan şiddet ve nefret döngüsünün bir sınırı da görünmüyor. Üniversitede okurken açlık grevlerinin cezaevlerinde bulunan insanların mücadele yöntemi olduğunu öğrenmiştim; çünkü bedeninden başka silahı yoktur, diye anlatılmıştı.

Fakat şu duruma bakar mısınız, Alevi dedeleri ve bazı Alevi dernekleri üyeleri bu kirli savaş dursun diye kaç gündür bedenlerini açlığa yatırmışlar. Tam Sünni din adamları nerde diye soracaktım ki, Molla Eshed Ergül’ün Şırnak’ta tutuklandığını haberlerden geçtiler. Bazı KESK üyeleri de Urfa’da açlık grevine girmişler. Sur’da çocukları öldürülen aileler cenazeleri alabilmek için açlık grevindeler. Ne hazindir bir annenin çocuğunun cenazesini alabilmek için açlık grevine girmesi!

Demek ki insanlar kendilerini bu kadar çaresiz hissediyorlar. İktidarın izlediği yöntem, demek ki tüm demokrasi ve kendini ifade yollarını kapatmış, insanlar kendilerini siyaset ve medya yoluyla ifade edemiyor, yargıya güvenemiyor. CHP’nin kadın vekillerinin Diyarbakır Sur ilçesine girişleri engelleniyor. 1990’lı yıllarda da Baykal’ı bakanken Lice’ye sokmamışlardı. Sonra Lice gerçeği ortaya çıktı. Şimdi ise Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin gibi kentler tanklarla vuruluyor. Şiddetin sınırı yok, ama gerçeğin sınırı var ve o gerçek bir gün “hakikat” olarak ortaya çıkıyor.

En anlamlı ve sonuç alıcı yöntem müzakeredir. HDP ile görüşme randevusunun iptali, eşbaşkanların dokunulmazlığının kaldırılması sivil siyasetin önünü tıkayarak şiddet siyasetinin önünü açar. Artık iktidarın demokrasi sınırına dönme zorunluluğu vardır. Sahi bir sınırı var mı, varsa ne?