Ermeni soykırımını anlattığı 'Ararat'la tanınan Kanadalı yönetmen Atom Egoyan, son filmi 'Şeytanın Düğümü'yle İstanbul Film Festivali'nde. Egoyan'la Radikal’den Esin Küçüktepepınar konuştu, yeni filmden girip Hrant Dink'ten çıktılar:

Arada görmüşlüğüm varsa da 10 yıl önceki ‘Ararat’ söyleşisinden bu yana ikinci buluşmamız geçen yıl San Sebastian Film Festivali’nde yarışan ‘Şeytanın Düğümü’ vesilesiyle oluyor. Aynı enerjik halleri ve sıcak gülümsemesiyle karşımda, üstelik hiç yaş almamış gibi. ‘Exotica’ (1994) ve ‘Başka Bir Dünya ’ (1997) misali yine ‘kayıp’ çocuklar ve yetişkinlerin inkâr âlemine dönmüş. Gerçek olaydan uyarladığı yeni filmi aynı mükemmellikte değilse de ABD’nin muhafazakâr taşrasında, üç küçük çocuğun katledildiği cinayetlerden alelacele suçlu bulunan üç punk gencin tartışmalı mahkûmiyet süreci tam Egoyan’a göre. Acılı anne Reese Witherspoon ve idealist özel dedektif Colin Firth gibi Oscarlı starların başrolde olduğu film, trajedilerle başa çıkmaya çalışırken önyargılarımızın daha büyük travmalara yol açtığını gösteriyor. Opera, tiyatro ve sinemanın yetenekli insanı, benzersiz zekâsı ve ince ruhuyla insana her zaman iyi duygular veren Egoyan’la sohbet şahanedir. Hayattaki düğümlerimizden Hrant Dink’e uzanan minvalde laf açılıyor.

‘Cleo’dan (2009) sonra sinemaya ara verdiniz. Neler yapıyordunuz?

Operaya ve tiyatroya ağırlık verdim. ‘Feng Yi Ting’ operasını sahneledim. Bu arada yeni filmimin senaryosunu yazdım, sırada o var. Bir de oğlum üniversiteye gitmeden önce onunla vakit geçirmek istedim.

Yine gerçeği irdeliyor, görünenin altındaki hakikati ve manayı arıyorsunuz. ‘Şeytan Düğümü’nü çekmenizin nedeni bu muydu?

Evet, gerçeğe bakışımızı sınavdan geçiren hikâyeleri seviyorum. Ayrıca bu her gün karşılaşabileceğimiz bir öykü değil. 20 yıl önce yaşananları hatırlıyorum. Ülke çapında büyük yankı uyandırmıştı. Sonrasında yazılan kitabı da okudum, çok beğendim. Senaryoyu gönderdiklerinde ise daha da ilgimi çekti. Çünkü kurmaca bir hikâye yazdığınızda karakterlerin başına ne kadar feci şeyler gelirse gelsin sonunda bir çözülme olması gerekir. Ama bu gerçek yaşananları baktığınızda sonunda hiçbir çözüm yok, durum açıklığa kavuşmamış! Üç küçük oğlan çocuğu ormanda katledilmişti ve suç mahalli korkunçtu ama daha da esrarengiz olan ortada doğru dürüst bir delil yoktu. Hatta deliller karartıldı, uydurma deliller yerleştirildi. Yine de Damien, Jessie ve Jason adlı gençler şeytana tapma ayininde çocukları katletmekle suçlandı ve fiziksel hiçbir kanıt olmadığı halde mahkûm edildi.

Olayın muhafazakâr bir kasabada, herkesin birbirini tanıdığı bir yerde olması da ayrıca trajik değil mi?

Bence günümüzde yaşanan bir cadı avı! Çünkü yaslı ailelerin, mahalle halkının ve toplumun rahatlamaya, suçlunun bulunmasına ihtiyaçları var. Ama bu ihtiyaçların giderilme şekli yanlış. Bu olayda da mahkemelerde çocukların şeytana tapma ayinlerine kurban edildiği konuşuldu hep, böyle itham edildiler. Çünkü ama kötülük kendi içimizde değil dışarıda, ‘bize benzemeyende’ arandı. Çünkü gençler o yaşta gotik/metalci havalarındaydılar. O küçük çocukların katledilmesi ne kadar büyük kötülükse mahallelinin rahatlaması adına üç gencin sahte delillerle mahkûm edilmesi de kötülük.

Siz filme başlamadan önce dava düşürüldü ve gençler 18 yılın ardından serbest bırakıldı ama tamamen de aklanmadılar. Nedir sizce bu?

Bu olay Amerikan mitolojisinin bir parçası oldu. İnsan nasıl şüphe içinde yaşar ki! Bu olayda polis, yargı ve halk düşünmeden mahkûm ettiler. Filmde gördüğünüz gibi sadece filmin iki ana karakteri yolunda gitmeyen bir şeyler hissetti ve üzerine gitti. Küçük oğlu öldürülen anne (Reese Witherspoon) ve idealist özel dedektif (Colin Firth) başta herkes gibi bu gençlerin suçluluğuna inansalar da mahkeme salonunda anladılar ki işler hiç de göründüğü gibi değil. Korkunç bir hata yapıldığı ortada. Zaten bu konuda çekilmiş belgeseller de var. Ben suçluyu bulmakla mükellef değilim ama trajediler karşısında kolaycı tepkilerimizin daha da büyük travmalara yol açtığını gösterebilir ve bunun nedenini anlamaya çalışabilirim.

Yetişkinlerin inkâr âleminde gezindiği, arada çocukların telef olduğu bir durum. Filmlerinizde hep bu meseleye takılıyorsunuz. Aklıma ‘Bir Başka Dünya’, hatta ‘Exotica’ geliyor.

Evet. Kapılı kapılar ardındaki travmalar önemli. Zaten olayın kendisinden ziyade insanlara yansıma şeklini ve verdiğimiz tepkileri önemsiyorum. Nasıl da inkâr âleminde yaşadığımız önemli. Önyargılar ve yüzleşmekten kaçınmak meselesi benim başlıca dertlerimden, tüm filmlerimde var. Burada mesela Damien, kendini olayların çok dışında görüp, “Suçsuzum bana neden bunları yapıyorsunuz” diyordu. Bu onu sanki daha...

Suçlu mu gösteriyordu?

Farklı olanı dışlıyoruz. İnsanlar alışıldık tepkileri seviyorlar, inanmasalar bile rahatlıyorlar. Ama Damien’inki gibi tepkilere alışık değiliz. Çünkü kendinden beklenilen ağlayıp sızlaması. Sadece mahkeme salonunda da değil bu filmi izleyenin yargısı da kayabilir. Yani seyircinin gözlemi ve alışkanlıklarımız da test ediliyor.

Genç oyuncuları keşfetmekte ustasınız. Bu kez iki Oscarlı oyuncunun yanına tanınmamış gençleri koymak bilinçli bir seçim miydi?

Başta profesyonel aktörlerle de görüştüm ama sonra bu müthiş gençleri görünce fikrimi değiştirdim. Bana yeni fikirlerle gelen oyunlara bayılıyorum. Herkes çok fedakâr çalıştı. Gerçek karakterler sete geldi ve oyuncularla tanıştı. Sıcak bir bölgede, kan ter içinde çalışıldı. Tiyatro provaları gibiydi, hep bir aradaydık. Hele Reese Witherspoon rolü olmasa da hep ortalıklardaydı. Hollywood oyuncuları böyle yapmaz, kendi çekimi bitince setten kaçar. Bu Reese için de olağanın dışında bir roldü. Bildik göz alıcı hali yoktu. Sınırlarını aşmaya çalışması harika.

Başrollerde ünlülerin olması finalinde seyirciyi rahatlatmayan bir filmin cazibe noktası mı sizce?

Onlar da bu filmde oynayarak risk aldılar. İkisi de tanınmış Hollywood starı oldukları için seyircinin beklentisi farklı oluyor. Seyirci finalde onların bir şeyleri değiştireceğini umarak izliyor. Çünkü hep ‘kahraman’ olmuşlar. Seyirci de sonunda ikisinin gerçeği bulup suçluları parmakla işaret etmelerini bekliyor. İlk kez böylesine hayal kırıklığıyla biten bir filmde rol almaya gönüllü olmaları harikaydı.

Bu kez daha ana akım sinemaya yakın, klasik bir anlatım biçimine meylettiğinizi söyleyebilir miyim?

Daha çok seyirci peşinde değilim ama haklısınız. Bildik, konvansiyonel sinema izleri var tabii ki; gerilim türü gibi, sonra bakıyorsunuz mahkeme draması oluyor, içinde tarih de var. Hakikati algılama ve ihtiyaçlarımızın nasıl da bu algımızı bozabileceğini göstermeye çalıştığım yer çok sancılı. Finale rahatlatıcı bir sahne koyarak işi çözebilirdim ama yapay kalırdı.

Yine de sizin imzanız ortada; film yap boz bir bulmaca gibi açılıyor, yol boyunca karakterleri tanıyoruz, hikâyelerini gözlemliyoruz. Ama resim tamamlandığında soru işaretleri aynen kalıyor hatta çoğalıyor.

Aynen! Zaten maksat bu! Filmlerimde yanıt vermeyi sevmiyorum. Hayat da öyledir. Tüm filmlerimde görünenin arkasına, aile bağlarımıza, sırlarımıza bakmayı seviyorum. Trajediyi çoğaltan bu dinamiklerdir. Bu filmde o gençlerin illa da suçlu olmayacaklarını işaret etmek istiyorum çünkü cinayetleri işlemek için herkesin bir şekilde fırsatı olmuş.

Son yıllarda Türkiye ve Ermenistan arasında iletişim oldu, en azından diyalog başladı. Neler hissettiniz?

Diyaloğun başlaması çok önemli bir gelişme, iki ulus arasındaki iletişim çabasına büyük saygı duyuyorum, umarım devamı gelir. Gelecek yıl da 100. yıldönümü olacak, hepimiz neler olacağını merakla bekliyoruz. İletişimin başlaması güzel. Tabii ki sevgili Hrant Dink’in öldürülmesi maalesef büyük kayıptı, insanları çok etkiledi. Bir yanıyla da büyük bir değişim yarattı. Şahane, olağanüstü bir karakterdi. Arada sinema da konuşurduk.

Neler konuşurdunuz?

Mesela ‘Ararat’ı hiç beğenmemişti, acayip tartışmıştık. Filmin iki tarafa da meseleye de hiç katkısı olmadığını düşünüyordu. Ama yine de bunca yıldan sonra baktığımda bile filmin ‘neler olup bittiğini konuşalım’ gibi her iki tarafa da alışılmadık bir önerisi olduğunu düşünüyorum. Bence bu kıymetli bir öneriydi. Ve nihayetinde diyalog da başladı ki bu da çok iyi bir şey. Ama insanlar ‘Ararat’taki soyut yaklaşımı sevmediler. Yine de kalıcı bir film olduğunu düşünüyorum.