Selin Girit / BBC Türkçe, Cannes

Çalınan milyon dolarlık mücevherler, kuru sıkı tabancayla havaya ateş açanlar, bardaktan boşanırcasına yağan, insanı olduğu yere saatlerce mıhlayan deli yağmur ve artık klasikleşmiş kırmızı halı sahneleri... Ha, tabii bir de Michael Douglas'ın gözyaşları...

66. Cannes Film Festivali başlayalı on gün oluyor. Festivalde yarışan/yarışmayan, beğenilen/burun kıvrılan filmler kadar bunlar da on gündür manşetlerde...

Tabii Türk basınına baktığımızda, eksiği yok fazlası var da denilebilir, çünkü Hülya Avşar'ın kırmızı halıda arz-ı endam etmesi birçok insanı hayli heyecanlandırmış. Ama bunun dışında Türkiye açısından sönük bir festival demek herhalde yanlış olmaz. Ya da şöyle diyelim: Festivalde gösterime sunulan Türk filmleri açısından sönük...

Geçmiş yıllarda Nuri Bilge Ceylan'ın "yalnız ve güzel ülke"sine ithaf ettiği ödüllere, en iyi kısa film dalında Rezan Yeşilbaş'ın Sessiz'iyle aldığı birinciliklere alışan Türkiye'yi bu yılki festivalde temsil eden bir film yok. Ama Türkiye'yi temsil eden isimler yine de var kuşkusuz. Yönetmen Semih Kaplanoğlu kısa film ve Cinefondation jurisinde yer alıyor. Türkiye'den bir diğer isim ise Altın Koza ödüllü yönetmen Özcan Alper...

Özcan Alper'in üçüncü film projesi Rüzgarın Hatıraları, Cannes Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen Cinefondation, L'Atelier programına dünya genelinden seçilen 15 filmden biri... Programın amacı genç yönetmenlerin projelerini, yapımcı ve dağıtımcılarla buluşturmak... Yani finansman sıkıntısı yaşayan yönetmenler için neredeyse altın tepside sunulan bir fırsat...

'ÜZERİNİ ÖRTEREK GELECEK KURAMAZSINIZ'

Aslında Özcan Alper, "finansman sıkıntısı yaşamaması gerekir" diye düşünebileceğiniz bir yönetmen... Çekmeye hazırlandığı son projesi Güney Kore'de gerçekleştirilen Asya Film Marketi'ne seçilmiş, Fransa'nın Montpellier kentinde düzenlenen Cinemed Senaryo Yarışması'ndan birincilik ödülüyle ayrılmış, Rotterdam Film Festivali'nin desteklediği Hubert Bals Fonu'ndan senaryo ve proje geliştirme desteği almış. Liste uzun... Ancak Kültür Bakanlığı projesine destek vermemiş. Peki ama neden? 100'ün üzerinde festivale katılmış, 50'nin üzerinde ödül almış bir yönetmene neden destek verilmemiş?

Özcan Alper'le İstanbul Film Festivali'nin Cannes'da, Plage des Palmes'da verdiği kokteylde konuşuyoruz. Sorumu buruk bir tebessümle yanıtlıyor: "Belki ana karakterin isminin Aram olması, Ermeni olması... Oradaki isim Aram değil Ali olsaydı, biliyorum ki (filmim) desteklenecekti."

Rüzgarın Hatıraları, İkinci Dünya Savaşı Türkiye'sinde geçiyor. Ülkeden iltica etmek isteyen Aram, İstanbul'dan Hopa'ya kaçıyor ve iltica için gerekli belgeleri beklemeye başlıyor. İşin içine aşk, ihanet, paranoya, kin, kıskançlık ve nihayet ölüm giriyor. (Kusura bakılmasın: Henüz çekilmemiş bir film hakkında bu kadar ipucu vermeyi reva görüyorum.) Yani ilk filmi Sonbahar'da Hayata Dönüş operasyonlarını, SSCB'nin dağılmasının nasıl bir izdüşümü bıraktığını; ikinci filmi Gelecek Uzun Sürer'de faili meçhulleri ve kendi sözleriyle "açık açık söyleyelim: Kürt meselesini" ele alan Alper, bu kez de "tehlikeli" sularda yüzüyor.

"Peki eğer yeterli finansman bulunursa, ne zaman gösterime girecek film?" diye soruyorum.

"Önümüzdeki Nisan-Mayıs gibi başlamayı düşünüyorum. 2-3 aylık çekim süreci, sonrasında post-prodüksiyon ve 2015'te de ortaya çıkar diye düşünüyorum."

Yani 1915 olaylarının yüzüncü yıldönümünde mi gösterime girecek? Özcan Alper bunu planlamadığını söylüyor. "Çünkü," diyor, "Kültür Bakanlığı projemi destekleseydi ben bu Ağustos filmi çekiyordum ve film 2014'te ortaya çıkacaktı. Hiç 2015 gibi bir (niyetim) yoktu." Ama eklemeden de edemiyor: "Ermeni soykırımının yüz yıl sonra bile bir paranayoya dönüşmesi üzücü olan şey... Çünkü geçmişin üzerini örterek iyi bir gelecek kuramazsınız. Tam tersine geçmişle yüzleşerek, konuşarak, hesaplaşarak, hatırlayarak yeni nesle hakiki bir gelecek bırakabilirsiniz."

ARAÇ DEĞİL AMAÇ

Özcan Alper, politik bir duruşu olduğunu gizlemiyor. "Bu dünyada, bu evrende, sadece insanlar için değil, doğadaki bütün canlılar için, kimsenin kimseye tahakküm etmediği ve kimsenin sadece bir ev ya da çocuğunu doktora götürmek için ya da eğitim alabilmek için altmış yıl boyunca köle gibi çalışmadığı bir dünya arzuluyoruz." diyor.

Ancak filmlerini asla bir politik araç olarak görmediğini söylüyor. Peki ama neden o zaman üç filminin üçü de politik unsurlar taşıyor?

"Türkiye'de yaşayan bir entelektüel olarak Türkiye'nin meseleleriyle boğuşuyorsam bu meselelerin benim sinemamda olmasından daha doğal ne olabilir ki? Ne yapacağım? Kendimi kapatacak mıyım? 'Düşüncem bu, ama ben böyle sinema yapıyorum.' ('mu diyeceğim?') Böyle saçma bir şey olabilir mi?"

Özcan Alper'in filmlerinde politik göndermeler kadar edebi göndermeler de var. Dünya tiyatrosunun en önemli yazarlarından Anton Çehov her iki filminde de doğrudan ya da dolaylı kendine rol bulmuş mesela. Yine Rus edebiyatından Andrey Vosnesenski'nin Oza'dan şiirinden iki dize Gelecek Uzun Sürer'de sigara dumanları arasında okunuyor. Tabii "bizim topraklardan" Nazım Hikmet de var filmlerinde. Ama özellikle Çehov'un oyunlarındaki umut öğesini kendi filmlerinin de taşımasını istiyor.

"İyi de", diyorum, "filmleriniz hep birilerinin ölümüyle bitiyor. Bu nasıl umut?"

Gülüyor. "Ölüm ve aşk" diyor. "Filmlerime belki bir üçleme, bir beşleme olarak da bakabiliriz. Ölümde umut var demiyorum ama ölüm de bu hayatın bir gerçekliği..."

VANDALİZM

Cannes'da Özcan Alper'i bulmuşken daha birkaç gün önce Emek Sineması'nın yıkılmasıyla ilgili ne düşündüğünü sormadan da edemiyorum. Karşımda vitesi boşa almış, yokuş aşağı inen kırmızı bir minibüsü andırırcasına, tepkisi gözlerinde çakmak çakmak okunur bir şekilde anlatmaya başlıyor:

"Herkes için bir cehennem yaratılmış. Türkiye'yi bir eve benzetebiliriz bu anlamda. Hep sorun çıktığında bir odayı kapatmışlar ama güya o evin sahibi olmak isteyen küçük bir azınlık için de o ev cehenneme dönüşmüş. Emek Sineması, Türkiye'nin seksen yıldır uyguladığı asimilasyon politikasının son temsiliyeti olarak bir binaya yapılan bir şey... Neden Emek Sineması yıkılıyor? O bina kimin? Aslında hiç konuşulmayan bir şey. Muhtemelen bir Rum ya da bir Ermeni'nin binası... Türkiye'nin sorunu bu anlamda Türk burjuvazisinin kimliksizlik meselesi. Binanın sahibi (halen) Rum burjuvazisi olsaydı, 6-7 Eylül olaylarını yaşamamış, Varlık Vergisi'nden dolayı binasına el koyulmamış bir Rum olsaydı, o binayı AVM'ye çevirmezdi, sinema olarak korurdu. Bu bir vandalizm."

Ama korunacak diyorlar. "Sadece birkaç kat yukarı taşıyoruz," diyorlar...

"'Yıkmıyoruz, taşıyoruz.' (diyorlar) Şöyle bir cümle söylendi, ben de öyle düşünüyorum: O zaman gidelim, Selimiye Camii'ni de yıkmayalım, kaldıralım, altına AVM yapalım değil mi?"

Özcan Alper'le belli ki daha konuşacak çok şey, soracak çok soru var. Ama zaman yok. Benim yolum bir daha Cannes'a düşer mi, onu bilmem. Ya bir yerlerde denk geleceğiz artık ya da kendisinin yolunun Londra'ya düşmesini bekleyeceğiz.