"Emek yoksa ben de yokum" diyen ve gazetedeki yazılarına son veren Atilla Dorsay, "Politikacılara derdimizi anlatamadık. Anlamadılar mı kavrayamadılar mı bilmiyorum. Son ümidim Cumhurbaşkanı" diyor.

Atilla Dorsay, Radikal’den Erkan Aktuğ’un sorularını yanıtladı:

Siz bunu çok yazdınız ama bir kez daha tekrarlamanızı isteyeceğim, Emek Sineması neden önemli?

Bunu hem sinema yazarı hem çocuk yaşından beri Beyoğlu’nda film izleyen bir sinemasever hem de bir mimar olarak cevaplayabilirim. Üç açıdan da Emek Sineması’nın yıkımı bir faciadır. Yalnız benim değil, birçok kuşağın, yüz binlerce kişinin orada anıları var. Ayrıca dünyanın en eski ve en güzel salonlarından biri. Türkiye ’de tek, Avrupa’da da ilk 10’a 15’e girer rahatlıkla. Ayrıca bir kamusal alan. Özel sektöre ait olup da devlet orayı sinema olarak tutmak için büyük bir yatırım yapmak zorunda olsa bu ekonominin ön planda olduğu bir çağda biraz anlaşılır. O da değil. Eczacıbaşı gibi önemli bir sermaye grubu orayı bir kültür adasına dönüştürmek için talip oldu, hiç ses çıkmadı. İlle de o yıkım ve AVM projesinin uygulanmak istenmesi artık bir kültür kıyımına dönüştü. Dolayısıyla karşı çıktım ve her zaman da çıkacağım.

Emek’i yıkanların ve yıkımına ses çıkarmayanların söylediği bir şey var: “Yıkmıyoruz, taşıyoruz.” Siz bu yaklaşımı bir kandırmaca olarak mı görüyorsunuz?

Evet, kesinlikle. Dünyada bunun örneği yok, eski binalar taşınmaz.

Bir de bu ülkede 1920’lerde sinema vardı demek için kalan tek mekân Emek Sineması…

Aynen öyle. Bir de yalnızca sinema değil ki… İçinde tiyatro oynanmış, içinde konserler verilmiş. Sadece benim aile tarihimde çocuklarımı orada Barış Manço’ya götürdüğümü hatırlıyorum.

Siz Emek konusunda çok mücadele ettiniz, işin muhataplarıyla, yerel yöneticilerle konuştunuz. Onların yaklaşımlarını nasıl yorumluyorsunuz?

Hiçbir kültür bakanına, hiçbir politikacıya ve hiçbir yerel yöneticiye Emek’in önemini anlatamadık, anlamadılar. Artık anlamadılar mı, kendi yaşam deneyimlerine göre çok farklı bir mekân olduğu için mi kavrayamadılar, çocukluklarında sinemaya tiyatroya gitmemişler miydi, bu onların yaşam tarzına, kültürüne mi aykırıydı bilmiyorum. Cami demiyorum ama bizim için neredeyse kutsal bir mekân orası. Pratik birtakım nedenleri de anlatamadık ve bu noktaya gelindi.

Siz Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a da Emek’le ilgili mektup yazmıştınız galiba, bir cevap alabildiniz mi?

Cumhurbaşkanı’na değil ama Başbakan’a yazmıştım ama hiçbir cevap gelmedi. Cumhurbaşkanı benim çok güvendiğim bir politikacı, onu söyleyeyim. Her konudaki ağır başlı, olgun, yapıcı, bilge adam tavrıyla beni etkilemiştir. Bir yerde karşılaşıp Emek’i ona da anlatmak isterdim ama mümkün olmadı.

Buradan Cumhurbaşkanı’na seslenin o zaman?

Evet, bu söylediklerimi aynen yayımlarsanız sevinirim tabii ki.

‘Emek yoksa ben de yokum’ demiştiniz iki yıl önceki yazınızda ve dün itibariyle Sabah’taki son yazınızı yazarak çekildiniz? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Bu sözümün yerine getirilmesi gerekliliği aşağı yukarı bir ay öncesinden belliydi ve ben bir aydır kendimle mücadele halindeyim. Ayrılmalı mıyım, ayrılmam mı daha yarar getirir Emek’in ve benzer yerlerin durumuna yoksa kalmam mı? Bu sözü tutmalı mıyım ya da hangi aşamada tutmalıyım, illa kazmanın vurulması mı gerekir? Bu tür sorularla mücadele ettikten sonra tam zamanı diyerek ayrıldım. Tabii ki bir boşluk içindeyim ama hemen söyleyeyim bu benim yazma etkinliğimin sonu değil. Çünkü yazı öyle bir şeydir ki siz onu bırakmak isteseniz o sizi bırakmaz. 50 yıldır, çocukluktan defterlerime yazmaya başladığım düşünülürse 60 yıldır sinema üzerine yazmış bir adamın ondan öyle kolay kopması çok mümkün görünmüyor. Kitaplar olacak. Bu konuda kitaplar olacak. ‘ İstanbul nereye?’ ve ‘Beyoğlu nereye?’ adlı iki kitabım birbirine koşut biçimde çıkacak, altyapıları hazır. Daha sonra bir gazetede yazar mıyım, internette kendime bir blog yapar mıyım bilmiyorum. Beni bu noktaya umutsuzluk getirdi ama en umutsuz noktalarda bile umut gizlidir. Benim Emek’te neredeyse dayak yiyor olmam ve Sabah’tan ayrılmamın uyandırdığı büyük yankı gösteriyor ki insanların böyle çıkışlara ihtiyacı var. Kendimi yüceltmek istemiyorum ama benim bu çıkışım toplumun bu konudaki birikimine denk geldi diye düşünüyorum.

Son yazınızda bahsettiniz, Emek dışında Çamlıca Camii, Taksim Gezi gibi konulara iktidarın tepeden inme yaklaşımı sizi umutsuzluğa sürüklemiş. Sizce neden bu tür konularda konunun âkil insanlarının yaklaşımları dinlenmiyor?

O kadar güzel bir soru sordun ki… Bakın şimdi çok daha çetrefil, çok daha yaşamsal bir konuda Kürtlerle barış sürecine girilirken âkil insanları topladılar, çok da iyi yaptılar. Peki, aynı şeyi niçin İstanbul için yapmıyorlar örneğin? Niçin Türkiye’nin doğayı ve tarihi koruma projeleri için yapmıyorlar? Dünyanın bütün büyük kentlerinde kabaca kent konseyi diye adlandırılan bir kurul vardır. Şimdi Obama’nın çok büyük yetkileri var -başkanlık sistemine oynuyoruz ya o açıdan söylüyorum- başkan olarak. Siz Obama’nın Washington’un herhangi bir yeşil alanını, dünyanın en büyük şehir parkı olan New York’taki Cantral Park’ın bir köşesini veyahut başka bir tarihi binanın yerine başka bir şey yapılmasını öneren, bırakın onaylamayı öneren bir yaklaşım içinde olduğunu duydunuz mu? Olabilir mi, mümkün müdür? Hayır, yok böyle şeyler. Bizim Başbakanımız sağ olsun her konuda kendisini tek yetkili sayıyor. Bu açıdan başkanlık sistemi benim kolay onaylayacağım bir konu değil, çünkü bunun en azından mimarlık alanındaki yansımalarını görüyoruz.

Bütün kentsel dönüşüm projelerdeki en büyük problemin bu olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Evet. Radikal bu konularda o kadar sağlam ve sağlıklı haberler yaptı ki… Daha bugünkü gazetede ‘Yargıya inat iki misli inşaat’ gibi bir başlık var, hemen okudum onu yutarcasına. Anlayın işte hükümetin bir bakanının birçok yerde yerel yönetimlerin verdiği inşaat oranlarını bile arttırıyor. Sorarlar, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.

Emek, AKM, Taksim Meydanı gibi konulardaki iktidarın yaklaşımının altında bir şey aramalı mıyız? Nasıl anlamalıyız?

Üç şey var. Biri rant ekonomisi. Bu tür konulara faydacılık ve kâr getirme açısından bakılıyor. Oysa parayla, kârla sermayeyle ölçülemeyecek şeyler var. İkincisi inşaat sektörü, sağlıklı gözüken Türkiye ekonomisinin ana motoru. Üçüncüsü ve genelde iddia edilen şey -ben tabii buna inanmak istemiyorum, bu gibi yerlerin temsil ettiği bir yaşam biçimi, hayat tarzı var buna karşı olduğu… Ben bütün samimiyetimle böyle olmadığını ve ilk iki faktörün galip geldiğini düşünmek istiyorum, umarım öyledir.

Emek’e tartaklanma pahasına da olsa girdiniz. Gördüğünüz manzara karşısında neler hissettiniz?

İçten içe ağladım, gözyaşı döktüm. O gece de uyuyamadım. O yıkıntı görüntüsü hiç gözümün önünden gitmeyecek. Bu bir acı. Bu benim gibi Emek’i, Beyoğlu’nu, sinemayı, kültürü gerçekten seven insanların içinde hep bir acı olarak kalacak ve hiç geçmeyecek, hiçbir zaman da iyileşmeyecek.

Costa-Gavras’ın Emek eylemine katılması ve polisin sert müdahalesini nasıl yorumluyorsunuz?

Evet, Costa-Gavras vardı. Elia Kazan da yıllar önce İstanbul’da sansüre karşı yürümüştü. Fark etmiyor. Bütün sanatçılar hem sansüre, baskıya, diktatörlüğe hem de kültürel alanların tahribine karşı tek vücut halinde birleşiyorlar. Bütün dünyada gidişat böyle. Tesadüfen Costa-Gavras buradaydı, geldi. Bizim çok sevdiğimiz, Yılmaz Güney’le ortak Altın Palmiye’si nedeniyle bağrımıza bastığımız bir sanatçı. 81 yaşında kalktı ve o kalabalığın içine girdi –ben olsam korkardım- çıktı ve konuştu. Ona bile kulak vermek ayrıca gerekirdi ama maalesef o zihniyet yok.