Röportaj: Nazlı Andan / Siyasi Haber

Drama İstanbul Film Atölyesi'nin kurucularından Ahmet Haluk Ünal ile söyleşimize sanatla tanışmasından başladık ve yönetmenliğini yaptığı “Küçük Kara Balıklar", "Saklı Hayatlar" ve "Rojava Kadın Devrimi” film/belgesel çalışmalarını konuştuk.

***

Ahmet Haluk Ünal nerelidir?

Ankaralıyım. Ama kökenimiz Orta Asya'dan gelip de Sivas’a yerleşen ve daha sonra oradan Anadolu’ya yayılan Karamolluoğlu koludur..

Sünni bir topluluk mu?

Evet, hatta bu kolun öncüleri Sivas katliamına öncülük etti ve dedem o güne kadar Karamolluoğlu soyuna mensup olduğuyla övünürken, katliamdan sonra mahcup oldu ve bir daha sözünü etmedi.

Hacettepe Üniversitesi’nde iktisat eğitimi almışsınız. Ama sizi iktisattan ziyade sanatsal yönünüzle tanıyoruz. Sanat merakınız nasıl başladı?

Ankara’da yaşayan bürokrat bir ailenin çocuğuyum. Sanata teşvik eden, yeteneklerimin desteklendiği bir ailem vardı. 15 yaşındayken hediye olarak daktilo alındı. Sonra gitar kursuna yazılmıştım ve 17-18 yaşlarında arkadaşlarımla müzik grubu kurup düğünlerde çalmaya başladık. Daha sonra tiyatroya yöneldim. Ankara Birlik Tiyatrosu girdi hayatıma. 74-78 yılları arasında 4 yıl profesyonel oyunculuk yaptım.

Ustamız Zeki Göker devrimci tiyatronun önemli figürlerinden biridir. Onun asistanlığını yaptım uzun zaman. 78 yılına gelindiği zaman siyaset çok sertleşmişti. Kurtuluş Hareketi isimli bir grupla birlikte hareket etmeye başlamıştım. Kemalizm ve Kürt sorunu konusunda zihni açık bir gruptuk. Yani Kürdistan’ın sömürge olduğunu kabul eden, kendi içinde örgütlenirken federe bir örgütlenmeye sahip olan bir harekettik.

Kemalizmin bir burjuva ideolojisi olduğunu teşhis eden bir bakış açısına sahiptik. Türk solunda olup böyle düşünen bir hareket çatısı altında bulunmak ben ve benim gibiler için bir şanstı aslında. Bu bakış açısına sahip olan arkadaşlar Kürt Özgürlük Hareketiyle köprü kurmada, karşılıklı dayanışma içerisinde olmada çok daha öncü davranıyorlar.

78'de ben artık tiyatroyu bıraktım ve komitacılığa başladım. Çünkü daha iyi bir komünist olabilmek için proletarya içinde daha aktif mücadelede bulunmalıydım. Tiyatro küçük burjuva özelliklerimi çoğaltıyor diye düşünüyordum. O dönemde proleterleşme vardı. Klasik Marksizmin etkileri biraz da. Yanlış ama o dönem hepimiz öyle düşünüyorduk. O yüzden de gidip bizim hareketin güçlü olduğu bir sendikada çalışmaya başladım. Darbeye kadar bu politik yaşantım sürdü. 1980’de de darbe oldu. Darbeden sonra yer altına geçtik hepimiz. Farklı kimlikle farklı evlerde gizli, yasadışı çalışma ortamına geçtik.

1 yıl Ankara’da kaldım. Sonra bir kaç arkadaşla Ankara’yı yeni kadro arkadaşlara bırakıp İstanbul’a geldik. Gizlenmek adına da bir iş yapmak zorundaydın. Hareket de sana bakabilir ama bunu ben kabul etmedim. O zamanlar da seslendirme dublaj alanı hızla gelişiyordu. 2-3 yıl seslendirme sanatçılığı yaptım dublaj alanında. Sonra 1983 yılında Bilge Olgaç’la karşılaştık. Bilge kadın yönetmen olmanın ötesinde kadın perspektifli bakan bir yönetmen olmakta ilktir bence. Bilge yeni bir filme başlıyordu. Asistanı olmamı önerdi ve sinemayla tanıştım.

Ondan sonra 2 film daha yaptık Bilge ile ve yollarımız ayrıldı. Başka yönetmenlerle de çalıştım. Sonra da senaryo yazmaya başladım. 2004’te “Senaryo Yazarları Birliği”ni kurdum. 8-10 kişi ile birlikte. 6 yıl o derneğin yöneticiliğini yaptım. 500 üyeye geldiğinde bayrağı devrettik arkadaşlara.

Drama film atölyesinin kurulma aşaması nasıl gelişti ve ilk çalışmanız Saklı Hayatlar değil mi?

İcraatı çıkaran benim ama sonuç itibariyle tek başına yapamazdım. Biri daha lazımdı. Sete ben yönetmen olarak çıkacaksam, prodüktör olarak bütün işi güvenle teslim edebileceğim birine ihtiyaç vardı. Sektörde kaliteli ve güvenilir olarak tanıdığım Serpil'e güvenebilirdim. Var mısın? diye sordum. O da sıkılmıştı piyasada sipariş işlerle çalışmaktan. Varım dedi ve biz proje düşünmeye başladık.

Serpil de çekmecesinden bir hikaye çıkardı. Kendi deneyimlerinden yazmıştı. Onun üzerinde çalıştık ve ‘Saklı Hayatlar’ çıktı ortaya. Sonra da zaten biz yeni bir yapımcılık tarzıyla, sıfır öz kaynakla koca bütçeli işin altından kalktık. Rezil olmadık kimseye. Mahcup olmadık. Serpil'in sayesinde bunu anlattık. Gişe de istediğimiz orana ulaşmadı ama 50 bin Türkiye’de 50 bin Avrupa’da gişe yaptı. Biz Türkiye’de 150 bin olur diyorduk.

Bu film için Kültür Bakanlığı’ndan destek fonu aldınız. Bu eleştirildi mi? Filmin özgünlüğü zedelendi mi? Konuda yahut içeriğinde bakanlığın müdahalesi oldu mu?

Hayır karışmadılar. Tek tük eleştiriler oldu söyleşi ve galalarda. Neden Kültür Bakanlığı'ndan destek aldınız diye. Ben de filme bak var mı itirazın? diyordum. Bana karışmadıktan sonra isterse George Bush para versin. Filmin özgünlüğünü kaybetmedikten sonra önemli değil.

Drama İstanbul Film Atölyesi kurulduktan sonra çekmiş olduğunuz film ve belgeseller daha çok toplumsal konuları baz almaktadır. Kürtlük, Alevilik gibi toplumsal konularda film çekmenin zorlukları, bedelleri nelerdir?

Biz insanlara seçici olma lüksünü tattırmayan bir sektörde yaşıyoruz. Seçici olman demek zaten bedel ödemeye başlaman demektir. Onun için ben sadece Drama İstanbul’da değil, Drama İstanbul’a gelinceye kadar çok bedel ödedim. Seçici olmayan benimle eş değer arkadaşlarım maddi olarak bir sürü şey elde ettiler. Ben onları elde edememek gibi bir bedel ödedim. Ya da her an diken üstünde, yarın ya da 3 ay sonra ne olacak diye yaşamak durumunda kaldığım dönemlerim var.

Ama bunun kıymeti yok. Çünkü inandığın şey için hayatını ortaya koyma geleneğinden geliyorum. Maddi bedel bununla kıyas kabul etmez. Onun için bu bize o kadar zor gelmiyor. 18 yaşında arkadaş kaybetmenin ne demek olduğunu öğrendik. Can bedelini tanıdık. Drama İstanbul yokken o bedeli ödüyorduk ama alternatif yapmamış oluyorduk. Drama İstanbul varken yine bedel ödedik ama her seferinde “Ohh be canımıza değsin. Şu yoksulluğu yaşadık ama bu film uğruna” diyebildik. Bu bambaşka bir durumdu. Çünkü öbür türlü iş kaybederek bedel ödüyorsun, işe hayır diyorsun ama bu sefer film çekiyoruz ve bu da özgürlük oluyor aslında.

Küçük Kara Balıklar belgeselini çekme düşüncesi nasıl gelişti?

2011-2012 Saklı Hayatlar’ın Türkiye ve Avrupa’da gösterimlerinin yapıldığı bir dönemdi. Biz hemen hemen hepsine de katıldık Serpil Güler ile. Sonra yeni bir proje arayışına girdik. O arada elime kitap geçti. Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın yazmış olduğu  “Bildiğin gibi değil” kitabı. Okudum ve Serpile okuttum. Hemen bunun belgeselini yapalım dedim. Biz belgeselci değiliz ama o ara çözüm süreci de başlamıştı.

Biz de politik kimliklerimizle bu sürece bir şeyler yapalım duygusundaydık. Ben gidip kitaptaki 19 kişiyle görüştüm. Bu 19 kişiden bir çoğu yüzünü gösterme fikrine sıcak bakmadı. Sonra bu belgeselin 90’larla sınırlı kalamayacağını da farkettik. 2000-2010’lar da yaşanan hikayeleri de bulmalıydık. Diyarbakır’da benim Yavuz Ekinci isimli öğrencim vardı. Yavuz’ dan destek istedim. Yavuz da bizi olağanüstü isimlere götürdü.

Küçük Kara Balıklar’ın Türkiye’de üniversitelerde ve bir çok şehirde gösterimi oldu. Sizler de gidip söyleşi yaptınız. Bu söyleşilerde dikkatinizi çeken bir seyirci gözlemi ya da unutmadığınız bir soru geldi mi?

Ben birçoğuna katılamadım o söyleşilerin, Rojava’daydım o ara. Arkadaşlarımın aktardığı bir iki anektod var aklımda. Bir tanesi çok genç bir kadın gelip “Ben asker çocuğuyum. Bizim aile Güneydoğu'da iki şehit verdi ama size müteşekkirim bu filmi çeltiğiniz için” deyip gitmiş. Bir tek onun için bile olsa çekerdim diyebileceğim bir olay bu. Bir tane de benim tanık olduğum bir olay var. Tipik bir Cumhuriyet teyzesi. “Bu çocuklara siz mi ezberlettiniz onları, eline kağıt verip de” dedi. Ben de “Siz hayatta bu kadar zeki çocuklarla tanışmamış olduğunuz için hayıflanmalısınız o zaman” demiştim.

Sizin belgeseli çekerken hissettikleriniz de önemli aslında, siz de buhran geçirmişsiniz diye düşünüyorum?

Kesinlikle öyle oldu. 2012'de 15 gün çekim yapıp dönmüştük. Kürt Özgürlük Hareketinin alan savunması yapmaya başladığı bir dönemdi. Koşullar çok sertti ve güvenlik hassasiyeti çok fazlaydı. Bize izin vermiyorlardı. O yoldan gitme, gece gitme gibi durumlar vardı. Yerel belediyeler bizi kollamak için yapıyordu tabii. 2013'te de 23 gün kaldık ve o zamanki çekimler içimize sindi. Her görüşme bizim içinde bir travma haline geliyordu. Söyleşileri de ben yaptım. Bütün ekip de orada dinliyordu tabii. Soru soramadığımız çok an var ama. Sözün bittiği anlar çok fazlaydı. Kurguda çok sert bir çok yeri de çıkarttık. İnandırıcılığını da kaybedecekti. Bir şeyin gerçek olması inandırıcı olmasıyla aynı değildir. Bizim o insanlarda hissettiğimiz bir duygu var. Orada bütün o lanete rağmen umut var, insana değer vermek var. Bir sürü değer var aslında.

Batının kaybettiği değerler bile var. Ve o sertlik duyguyu görünmez kılıyordu. Senin yönetmen olarak gerçeği göstermen demek o insanların o umut dolu tarafının hem de o oluk oluk kan tarafının bir arada görünmesini sağlaman demek. Bu çok zor bir denklem. Aslında bu hikayelerin hepsi bir başarı hikayesidir. Hepsi hayatlarında başarılı olan insanlardır. Hele ki o koşullarda başarmak kahraman olmaktır benim gözümde. Bizim dikkat çekmeye çalıştığımız nokta “Bakın neler yapıyor bu çocuklar. Bir de yakalarını bıraksanız, kim bilir nasıl uçup gidecek Kürt halkı ve gençliği. Bu Anadolu toprağına neler katacak bu çocuklar“ demek istedik.

O acıyı dinlerken bu kadar kötü olduğunuzu söylüyorsunuz. Peki o insanların yaşadıkları acıya, haksızlığa rağmen hala “Barış” demelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şaşırtıcı geldi. Ben Kürt toplumuyla uzun yıllardan belli ilişkiler kurmuş, dikkatle bakmış biriyim. Ama Ezel gibi bu tarz ilişkileri zayıf olan ekipteki Türk arkadaşların hepsi söyleşilerde bunun altını çok çizerler. Bu insanlar bu vahşete maruz kalmalarına rağmen nasıl bir barış yanlısı tutum içerisinde olduklarına şaşırıyorlardı ve söyleşilerde de hep söylerler.

Bir çok kesim izlemiştir belgeseli. “bunlar gerçek değildir” diye yaklaşan kitle oldu mu?

Elbette. Ama bu çok tek tük. Genellikle bu film sol, demokrat, laik yani ilk halkaya izletildi. Hala da izletiliyor festivallerde. Ama bu bizim hedef kitle saydığımız topluluk değildi. Fakat gördük ki Türk solcuları Kürt halkının acıları konusunda gerçekten çok bilgisiz. Türkiye Cumhuriyeti ideolojik hegemonya kurmayı, bir şeyleri gizlemeyi çok iyi başaran bir devlet. Biz Türk solcuları olarak da çok beceriksiz bir kuşaktık. Dolayısıyla devletin Türk toplumunu sağır etmesi bizim beceriksizliğimizden de çok beslendi. Kürt halkının acılarını insanlara anlatmak Kürdün görevi değil çünkü. Bizim yani Türk solcularının görevi. Biz başaramadık. Bugün Batının sessizliği deniliyor. Solcuların bu konuda özeleştiri vermesi gerekiyor. Bizim başarısızlığımız bu. Açık çok fazla. Nasıl örteriz bilmiyorum ama.

Sanki bu açık, şiddetlenen savaş döneminde kapanmasa bir daha kapanmayacak gibi değil mi?

Hayır öyle düşünmüyorum. Kapanır, sadece siyasal formlar değişir. Zaten ben bugün devlet politikasının Kürt toplumunu ayrılıkçılığa doğru ittiğini düşünüyorum. Ya tasfiye edelim, ya defolup gitsinler diye düşünüyorlar bana göre. “Bir taşını bile vermeyiz” dalgası bitti. Türk Devleti’nin politikası bu. Bu politikayı bozmak lazım. Ayrılık yerine birlik isteyenler birleşmeli. Birlikteliğin her iki toplum için de çok büyük faydası var. Ama bunu isteyenlerin bu oyunu bozması lazım. Kürtler “Biz gidiyoruz kardeşim” diye o ayrılıkçı manipülasyona gelirlerse, bundan Türkler çok şey kaybederler. Şimdi değil ama 5-10 yıl sonra fark edecekler. Ama illaki bu açık kapanır. Bir kuşak sonra bu halklara ne çektirilmiş bunlar öğrenilir. Çünkü bu çağ öyle bir çağ. En büyük sırrın bile 48 saat ömrü var. Bunun herkes farkında.

Rojava kadın devrimi üzerine çekmiş olduğunuz belgesel ile ilgili konuşmak istiyorum. Savaş döneminde gidip böyle bir belgesel çektiniz. Rojava kadın devrimi ile ilgili belgesel çekme fikri nasıl oluştu?

Küçük Kara Balıklar'dan sonra atölyede çok güzel bir üretim süreci de yaratmıştık. Küçük Kara Balıklar ile paralel olarak. Sinema filmleri, senaryo, bir de benim çekmek istediğim bir proje vardı. Bunlara sıvanma noktasındaydık. Fakat bu Rojava süreci artık sonbahara gelindiğinde başka bir boyut kazanmıştı. Ben de sürekli takip ediyordum. Öcalan’ın Nevroz mektubu, HDK-HDP'nin kurulması derken çok hızlı bir şeyler göründü. Birlikte mücadelenin tekrar gündeme gelmesi gibi umut verici şeyler oldu. O arada internette Rojava Anayasası çıktı. Biri özel bir blogda yayımlamış Türkçe olarak. Okudum ve Avrupa'da bile bir sürü ülkeyi aşmış bir anayasa olduğunu gördüm. İşte ben böyle bir anayasa ile yaşamak istiyorum.

Onu okuyunca o anayasayı yazan arkadaşlarla tanışmak istiyorum duygusu oluştu. Zaten eş zamanlı da Rojava'da kadın devrimi duyulmaya başlamıştı. Ve oraya gitmek lazım dedim. Çevreme sordum sürekli. 7-8 Ekim süreci. Sonra IŞİD’in gerilemeye başlaması derken önüme çıkan herkesle konuşmaya başladım ve para ihtiyacını gidermeye çalışıyordum. Sonra bir arkadaşa yapacak ne kadar çok şey olduğunu söyledim. Film çekmek istediğimi söyledim. Nasıl izin alacaksın dedi. O çok kolay sadece para açığımız var dedim. Ve arkadaşım belirlediğimiz miktarı verdi ve projeye ortak oldu. Ben en geç 1 hafta sonra ekipman çantasını sırtıma dayamış ve Suruç’ta olmuştum. Kasım’dan Temmuz'a kadar 8 ay Rojava’daydım.

Toplam kaç saat çekim yaptınız?

Yüz saat çekim yaptım.

Nerde çekim yaptınız?

3 kantonda. Cezire, Kobanê, Afrin.

Şahit olduğunuz çatışma anları oldu mu?

Oldu ama beni çok engellediler. Misafir diye bakıyorlar. Misafir buraya gelmiş çok değerli de iş yapıyor. Burada adamı öldürtürsek mahcup oluruz diye bakıyorlar. O da ilginç bir duygu. İlginç bir bakış açısı. Kavga ediyorduk resmen. “Arkadaşlar yapmayın, sizin değer vermediğiniz birisi, ecnebi geliyor gidiyor sınıra bulaşmıyorsunuz. Engel olmuyorsunuz. Bana oluyorsunuz” diyordum. Onlar da “Sen başkasın. Sana izin yok“ diyorlardı.

Bir Türk olarak Kürt halkının belgeselini çekmeniz onlar tarafından nasıl karşılandı?

Bu konuda çok zarifler ve çok özenliler. Kürt halkı bu konuda gerçekten çok zarif.

Aslında kastettiğim şey buydu. Sizi daha çok sahiplenme durumu var mıydı?

Evet. Eş değer bir şeyi kendisi yapsa, seni daha değerli yapıyor. Bir de Türk olmam da değil yaşım, kilom ve günde 3 paket sigara içmem de bunun nedenlerinden. Çoğu bana “bu delirmiş ne işi var burada” diye bakıyorlardı. Belki “vay be gelmiş canını ortaya koyuyor" diye daha farklı da bakıyor olabilirler. Daha sonra onlar da seni tanıyorlar. Ama başlangıçta test ettiler. Güvenmezlerse de sana verdikleri sözü tutuyorlar tabii ama güvendikleri noktada sana kucaklarını açıyorlar. Bütün imkanlarını seferber ediyorlar. Yemiyor yediriyor lafı var ya aslında aynen öyle.

Çekimlerden sonra çekim yaptığınız arkadaşlar bitmiş halini görmek istediler mi peki?

Hayır. Bir tek şöyle oldu. O da biz olanak verdik karışırız anlamında değil. Zaten öyle bir şey isterler mi bilmiyorum. Bütün kantonların yöneticileri ile muhatap olduk. Kadın örgütlenmelerinin 1., 2. kişileri diyeyim mesela. Öyle bir hiyerarşi onlarda yok ama insanların daha kolay anlaması için söyleyeyim öyle. “Ben mühim yöneticiyim hoş geldin seni 3., 4. derecede birine havale edeyim. Onla hallet” değil oradaki durum. Bizzat ilgileniyorlar seninle. Planlamayı onlarla yapıyorsun ve planlı yürüyor işin. Bürokrasi yok orada. Fakat ben her seferinde iki şeyi baştan söylüyordum. 1. Şeytanın avukatlığını yaparım. Yani sırtınızı sıvazlamaya gelmedim. 2. Bağımsızlığıma çok düşkünüm. Bildiğimi yaparım. Buna itirazınız varsa başlamayalım. Bu netlikle ifade edince kendimi karşı taraftan da bu yaklaşıma bir saygı hissettim. Belki tersini yapsam saygı görmeyecektim. Ama onlar eşit ve kişilikli ilişkileri daha çok tercih ediyorlar. Bir tek benim hikayemin kahramanı olan Jiyan, onla olan söyleşi kısmı bittiğinde “bir arkadaşlara izletsek” dedi. O da acaba iyi temsil edebildim mi? Acaba iyi anlatabildim mi? kaygısı ile söyledi. Ben tabii net oldum. Katiyyen olmaz dedim. Bana güveniyor musun dedim? Tabii ki dedi. Ben memnunsam tamamdır dedim. Böyle bir muhabbet olmuştu aramızda.

YPJ’de savaşan kadınlar ile bu belgeseli bir kadının çekmiş olması konuşması geçti mi aranızda?

Bu tarz konuşmalar oldu ama bu tonda değil. Arkadaşlar bazı şeylerin farkında. Kobanê bu süreçte sinemacılar tarafından yalnız bırakıldı. Türkleri bırakın Kürt sinemacılar yoktu ortada. Ben de buna çok şaşırdım. Ortada panellerde falan konuşan bir çok sinemacı var. Konuşma olunca mangalda kül bırakmıyor. Senin silahın da kameran. Rojava’da da bir hayal, düş gerçek oluyor. Sen orada olmalısın. Bence çok azdı oraya giden insanlar. İsterdim bir çok sinemacı gitsin. Benim gitmiş olmamda da karşılaştığım tek sorun kahramanın Türkçe konuşma meselesi. Onlar ısrarla Kürtçe konuşan biri olmalı dediler. Ben de ısrarla niye Türkçe konuşan biri olmalı bunu anlattım. Ve ikna ettim sonunda.

Niye Türkçe?

Benim yanımda güvendiğim inandığım bir tercümanım yoktu. Ama ben tecrübeli bir profesyonelim. Birilerinin orada sana vereceği tercümanların mesleği tercümanlık olmayacak ve sinema ila alakaları olmayacak. Dolayısıyla yönetmenin yönetmenliğini tercümana kaptırması söz konusu olacaktı. Riskli bir durum. Zaten bir çok söyleşi Kürtçe olmak zorunda. Orada herkes Türkçe bilmiyor. Hiç değilse ana kahramanımla söyleşiyi ben yöneteyim. Ona ben hakim olayım. O filmin de senaryosu çünkü. Ve önemli bir hedef kitle de Türkler. Öyle olunca da Türkçe konuşması o arkadaşın farklı bir fayda sağlayacak.

Oradaki arkadaşların da Kürtçe'de ısrarcı olmaları kendilerini o dilde daha iyi ifade etmek olabilir mi?

Hem o, hem de ilkesel. Bunu anladım hak da verdim. Bunu tutuculuk olarak görmedim. Çok saygı değer bir talep olarak gördüm ama önemli olan onların beni anlayabilmesiydi. Bu onların göremeyeceği bir kısım. Çok akıllı ve zeki kadınlarla karşılaştım. Yorulmadım ama bütün 6 ay boyunca tek zorlandığım kısım buydu. Pek kolay olmadı ama sonra ikna oldular. Arkadaşlar başlarının üstlerinde taşıdılar. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Kurgu ne zaman bitecek ve gösterime girecek?

Kurgusu Eylül gibi biter. Gösterimi de yine o sıralar olur.