Dört bir tarafta ölüm yağıyor. Sokak ortasında kadınlar, gençler, çocuklar ve geleceğe dair umutlar bir saman alevi gibi yakılıp yok ediliyor.

Korkunç bir suskunluk var. Niçin diye sorabilme ihtimalimiz yok. Yakaran çığlıklara verebileceğimiz yeterli bir ses, yeterli bir destek yok. Kayıtsız, garip, anlaşılmaz ve yıldırıcı sessizlik toplumu sindirip köreltiyor. İçimizi kavuran bu korku, zihnimizi yaktığı halde, bilerek ve isteyerek suskunluğa teslim oluyoruz. Bu suskunluk, vicdanımızı da öldürüyor.

Ahlakımız, vicdanımız, düşüncemiz çürümeye başlıyor. Bir teselliye, bir paylaşıma ve bir desteğe muhtaç insanlar, sokaklarda ölümle cebelleşiyor.

Düşlerimiz yanarken, sanki hiçbir şey olmamış gibi yalancı bir baharla günümüzü gün edip anlamsızlaşıyoruz, soluklaşıyoruz, yalnızlaşıyoruz ve hep birlikte çıldırıyoruz.

Sakatlanan insanlığımızın yarası irin bağlıyor. Bu yaranın kolay kolay kapanmaması içimizi ürpertiyor. Yaralanan çocukluğumuzun bir daha iyileşemeyeceğini düşünmek, gençlerimizin gelecek için güzel hayaller kuramayacak olmalarını veya korku kültürü yüzünden bulanık bir zihinle yaşayacak olmalarını düşünmek…

Bütün kötü senaryoları düşünürken, okul kitaplarında anlatılan dayanışmanın, dostluğun ve paylaşımın; yasalarla tanımlanan adaletin ve özgürlüğün pembe yalanlarla süslü olduğunu fark edecek yeni çocuklar doğuruyoruz.

Toplumun kötülük, umursamazlık, kirlenmişlik bataklığına saplandığını gören ve nefretle büyüyen çocuklar yetişiyor. Yaralı bir bilinçle yetişen çocuklarımız, korkunç bir savaşın enkazına tanıklık edip öfkeyle bilenecekler.

Hayallerinin nasıl parçaladığını, nasıl bir oyun hamuruna dönüştürüldüklerini ve geleceklerinin nasıl tüketildiğini kavrayan çocuklar, kabuğunun içine çekilen ve sağırlaşan toplumdan büsbütün tiksinecekler. Bu vebal yüzünden büyük bir öfke patlamasına tanıklık edeceğiz.

O çocuklar, geleceğin öfkeli kalabalıkları olacaklar. Onların soğuk nefesini duyumsarken, biz de vücudumuzdan akan kanın ısısını duyumsayacağız.

Yalnızsınız çocuklar. Hüzünlü, tesellisiz, aç, bitap ve ölü… Çığlıklarınız nafile! Acının ve ölümün rengi olan çığlıklarınızı ve paramparça bedenlerinizi, sokaktaki yığınların geneli duymak istemiyor. Dolup taşan mezarların dışında, hiçbir göz görmek istemiyor sizi. Bütün sözcükler, çektiğiniz acılardan dolayı anlamsız…

Çığlıklarınız bir ağıta dönüşüyor. Küllenmiş cesetleriniz ve nafile çığlıklarınızın yankısı, yıkımın altında yatan sevdiklerinizi hüzünle uğurlarken, acınıza uzak kalan insanoğlunun caniliğine kahrolup bir kez daha yaralanıyorsunuz.

Utançtan mıdır, yoksa çaresizlikten midir bilmiyorum? Belki esaretle geçen bir ömrün korkusundan ve zorbalığından sakınmaktır isteğimiz. Belki de ölümün ve zulmün sabıka kaydını tutup, kendi kendimizi kandırıp dururuz.

Aç mısınız, tok mu?

Soğuktan titriyor musunuz?

Karanlık bir köşeye çekilmiş korkudan ağlıyor musunuz?

Kardeşinizin, annenizin veya babanızın ölümü için yas mı tutuyorsunuz?

Neyi düşünüyorsunuz, inanın bilmiyorum. Kim bilir? Belki de başınızı dayayacağınız bir annenin omzunun sıcaklığına hasretsiniz. Oysa başınızı okşayacak ve sizi masallarla büyütecek anneleriniz yok. Acınızı dindirecek bir ilacınız, sığınabileceğiniz bir dininiz ve dualarınızı işitecek bir tanrınız bile yok.

Çığlıklarınız bir siteme dönüşüyor. Bunun için buruksunuz, öfkeli, ağlamaklı ve yaralı... Bir yanınız kayıp, bir yanınız kurban ve sürgün… Belki de, Mem û Zîn’i, Seyrê’yi, Metran Îsa’yı, Nûho û Kalo’yu ve Bin Bir Gece Masallarını okuyacak yakınlarınıza bir daha rastlayamayacaksınız. Sevdiklerinize sarılamayacaksınız. Onların koynunda uyumak için yeni masalları dinleme olanağınız olmayacak.

Heyecanlı ve büyüleyici masalların yerine, herkesten ve her şeyden intikam almak için korkunç ve kapkara masallarla büyüyeceksiniz.

Sesiniz ve sessizliğiniz uçurumlarda yankılanıyor, duyulmaz. Kanlar içindeki bedenleriniz, yıkılmış kentlerin kaldırımlarında öylece duruyor. Sahipsiz, kimsesiz ve yalnız...

Acının ve ölümün coğrafyasında yaşayan çocuklar; bir ömrün bütün arzusuyla sarılmak isterdim size. Sarılamıyorum. Ölümün yerine sımsıcak bir hayat vermek isterdim size. Veremiyorum.

Delirmenin ürkütücü sessizliğiyle ölüleriniz için yas tutup taziyenizde selam dururken, Yaşar Kemal’in, insana kıyanlar için heybesinde sakladığı cümlelerden bir tanesini anımsıyorum. “Darağaçları kadar iğrençler. Sevmemiş, ama hiç hiç hiç sevmemiş, sevilmemişler.” Büyük usta Yaşar Kemal, acılı ve isyankâr bir dille söylüyordu bunu. Büyük bir acıyla söylüyordu. Hem de çok acı…