Farklı müzik çeşitleri arasında dolanan oyuncu-müzisyen Şevval Sam bu kez klasik Türk müziği motifli albümü 'II Tek' ile karşımızda. Sam ile geniş yelpazede seyreden müziğini ve memleketin hallerini konuştuk.

 

Nazan Özcan / Radikal

 

Şaşırdık dersek yalan olur. Kendisi biraz sürprizli bir hanım ne de olsa. Tango albümü yapacağını duymuştuk ama küt diye klasik Türk müziği albümü ‘II Tek’i önümüze koyuverdi Şevval Sam . Şaşırmadık çünkü, zaten ilk albümünü Karadeniz türküleri yapacağını beklerken de ‘Sek’ isimli alaturka albümü kotarıvermişti. Araya Karadeniz’i sokmuş, sonrasında da ‘Has Arabesk’i yapmıştı. İki CD’lik ‘II Tek’, kafaları çoktan çizdiğimiz ve kırmaya ramak kaldığı günlerde sakinlik için, kafayı toplamak için, demlenmek için ve demlendikten sonra bir güzel ağlayıp rahatlamak için lazım. İki tek ve lütfen sek!

 

Tango albümü yapacağınızı duyurmuştunuz ama klasik Türk müziği geldi. Üstelik iki CD.

Ben tangoyu duyurduğumda yine de araya bir sürpriz atabilirim diyordum ve o sürprizi yaptım. Zaten hatırladığım, söylemek istediğim şarkıları bir yerlere not ediyordum. Canım istedi söylemek ve özlemiştim zaten. İki CD çünkü içimde Türk klasik müzik aşkı 10 taneyle sınırlayabileceğim gibi değil.

 

Çok zor değil mi klasik Türk müziği?

Daha yüksek bir matematik tabii. Ama önemli olan bu şarkıların ruhu ve hakikaten içine girebilmek. Çünkü düşünülerek söylenebilecek şarkılar değil bunlar. Evet, akademik olarak kusursuz söyleyebilirsin ama ona bir ruh katmadığın zaman bir işe yaramaz. Aslına baktığın zaman, o dönemin pop müziği bu. Ama şarkılar zamansız. O dönemin masumiyetini ihtiva eden, o dönemin insanlar arasındaki gerçek dili. Eyvah nasıl söyleyeceğim diye korktuğum zamanlar oldu ama şarkı bittiğinde nasıl söylediğimi hatırlamıyor oluyordum. Sadece o meditatif süreç kalıyor aklımda ve kalbimde.

 

Albüm biraz hüzünlü değil mi? “İki tek” attırmak değil, bayağı rakı masası kurdurabilir hatta.

(Gülüyor.) Hüzün bizim milli karakterimiz. Hüzünle eğlenen de bir milletiz, “iki gözüm iki çeşme” diye şarkı söylerken hop hop zıplayanlar da var. Bu toprakta çok acı çekilmiş. Ayrıca aşkların özgürce yaşanamadığı yerlerde müzik imdada yetişmiş. Ama neşeli şarkılar da var.

 

Hakikaten “iki tek” atmayı, o masalarda olmayı sevenlerden misiniz?

(Gülüyor.) Müziğin insanın kalbini açmak, yani çilingirlik gibi bir misyonu var. Ve tabii ki seviyorum. Ama insanın kalbinde ne taşıdığı çok önemli. Eğer insanın kalbinde kin, öfke, nefret, hırs, kıskançlık varsa, o zaman elini attığı her şeyi kirletebiliyor. Bu bir yerde rakı sofrası, başka bir yerde milli duygular veya din ya da internet oluyor.

 

Türler arasında geziniyorsunuz, tutarsız algısı oluşturmasından korkmaz mısınız?

İlk başlarda insanlar kafası karışık bu kızın galiba diyorlardı. Ben bunlara fazla takılmadım, çünkü benim hayatı algılayış biçimimde zaten bu çeşitlilik var. Müzik bir dil, bazen de bir oyunculuk benim için: Nasıl bir oyuncu farklı rolleri oynadıkça daha çok zenginleşiyorsa, müzik de benim için öyle. Yaptığımla hissettiğim aynı, çelişki yok yani. Kaldı ki insanlar tektipleştirilme gibi bir eğilim içerisindeler ama dünyada binlerce renk var, iklim, coğrafya var. Bu farklılıklar beni daha çok mutlu ediyor. Ayrıca hep aynı müziği dinleyemezsin. İnsanın farklı farklı ruh halleri var. Hepsine karşılık gelen müzikler de var. Bu da hayatı yaşanabilir kılan şey. Çünkü hayat çok sıkıntılı. Cehenneme ya da cennete dönmesi incecik bir çizgi. Ayrıca tutarsız demişler dememişler, hiç derdim yok.

 

Çok içe dönük bir müzik bu, albüm de biraz her şeyden kaçma hali mi?

Şu anda çok ciddi bir kaos ortamındayız. Türkiye ve Ortadoğu ’da çok ciddi bir kaynama var. Ayrıca sadece kişisel değil, kitlesel nefret ve öfke eğilimleri de var. Konserler verip şarkı söylerken sadece eğlenmek için değil, aynı zamanda güç toplamak için bir araya geliyoruz. Müziğin insanların kalbindeki öfkeyi, kini, nefreti unutturan bir gücü var. Ve etrafımda ne olursa olsun, ben şarkı söylemeye ve barış için söylemeye devam edeceğim. Kalbimi ve niyetimi iyi tutmaya çalışıyorum, aksi halde umutsuzluk ve karamsarlık, kitlesel olarak depresyona girmemize sebep olur ve çok ciddi toplumsal deformasyona sebep olabilir. Çünkü şu anda her şey diken üstünde, her kelime tabu.

 

İfade özgürlüğümüzün olmadığını mı kastediyorsunuz?

Şu anda kimse duygularını ve düşüncelerini ifade edemiyor bence. Çünkü bir sürü parametre var ve bir kelime söylediğin zaman o başka türlü algılanıp başka türlü bir öfke yaratıyor. Şu anda insanlar kalpleriyle değil, ezberleriyle dinliyorlar birbirlerini. Şu anda ifade, inanç ve düşünce özgürlüğüne dair çok problemli bir süreç geçiriyoruz ve bunun sıkıntısını hissediyorum. Ama baktığım zaman, dünyada hep böyle süreçler yaşanmış, dünya bir denge üzerine kurulu, mutlak kötülük de hâkim olmuyor, mutlak iyilik de. Hep hassas bir terazide aşağıya yukarıya doğru oynuyor. Tabii ki bir gün gelecek ve hepimiz düşüncemizi, duygumuzu, inancımızı özgürce ifade edebileceğimiz, kimseye baskı, dayatma yapılmayacak bir zamana kavuşabileceğiz. Çünkü insanoğlu var olduğundan beri hep tekamül sürecinde ve o tekamül sürecinde kurbanlar, kahramanlar ve kurunun yanında yanan yaşlar da hep oldu ve olacak. Bazen biz olacağız, bazen bir başkası.

 

Nefret bir suç mudur sizce?

Tabii ki suçtur. Bu ülkede de işleniyor. Kendini ifade edemeyen insan, içinde çok büyük bir öfkenin tohumlarını yeşertiyor ve öfke bedeninden başkasına yönelmiş nefret olarak çıkıyor. O nefret can alıyor, tabiatı yok ediyor, ilişkileri bozuyor ve toplumları birbirine düşürüyor. Bu kısırdöngü devam ettikçe, nefret artıyor ve yok edici hale dönüşüyor ve tabii ki suça. Aslında şuradan baksalar ya: Dünyada yedi milyar insan ve bu yedi milyar insanın yedi milyar farklı parmak izi var. Biz tek bir ırk olsaydık, bir tane parmak izi olurdu! Savaşarak barış elde edilemeyeceği gibi, nefret ederek de mutlu olamayacağız.

 

TOPRAK BANA DEĞİL BEN TOPRAĞA AİDİM

29 Eylül’de Harbiye’deki konserinizin adı ‘Toprak Kokusu’...

Dünyanın farklı ülkelerine çeşitli vesilelerle gittim ama hiçbir yerde bu topraklarda olduğum kadar mutlu ve ait hissetmedim. Toprağı bana ait görmüyorum, ben toprağa aidim. Bu toprakların şarkılarını yani Türk musikisi ya da arabesk ya da etnik söylerken, burnuma bu toprakların kokusu geliyor. Ve konserde de bunlardan örnekler olacak.

 

Toprağa gerçek anlamda dokunduğunuz zamanlar var mı? Neticede İstanbul ’da yaşıyorsunuz.

İstanbul dışında, bahçeli küçük bir evim var. Narenciye ağaçları, trabzon hurması, jagaranda, incirim, japongüllerim, fesleğenlerim, kekiklerim var. Sabah kalktığımda ilk iş, bahçeye çıkıp onlara bakıyorum, çiçeklerimin yapraklarını seviyorum, yaprakları yüzüme sürüyorum, havayı kokluyorum ve gökyüzüne bakıyorum. Sonsuza kadar izleyebilirim o gökyüzünü!

 

Evet toprak kıymetli ama şu günlerde bu topraklardan ölüm fışkırıyor, buna rağmen toprağı sevmek zor değil mi?

Ama bunun sebebi toprak değil, insan. Toprakların kanla sulandığı dönemleri çoktan geçmişte bırakmalıydık. Artık burayı koruyacak, güzelleştirecek, dostlukla ve kültürlerin renkleriyle süsleyecek halde olmamız gerek. Tabiat kendini kurtarır elbet ama insanın durup kendine bakması gerekiyor. Niçin bunca zararı veriyoruz? En fazla 70 yıl yaşayacağız. Ayrıca bu beden bize ait değil ki, toprak bize ait olsun. İnsanların hırsları, açgözlülükleri ve güç zaafı her şeyi mahvetmeye yetiyor. Ayrıca burada cereyan eden hadiselerin gerçek sebebi, bu toprakların üzerinde yaşayanların birbirine tahammül edememesi değil, burada oynanan büyük oyunlar. Uzaktan senin topraklarına göz dikmiş açgözlüler var. Kendi topraklarındaki ağaçları, hayvanları koruyor ve başkasının ağacını kesip onu kullanıyor. Başkalarının arasını bozup onun kaynaklarını almak, başkasının sularına sahip olmak istiyor. Çünkü bütün kaynaklar bir gün tükendiği zaman, kendi dokunmadığı kaynakları kullanacak. Bu çok vahşi bir şey. Tabii ki buna kapitalizm diyoruz!