Sibel Öz / Demokrat Haber

Son yıllarda Türkiye’de basılı kitap sayısında artış var. Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı ISBN Ajansı ile Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nden edindiği bilgilere göre; 2012 yılında 42.626 çeşit kitap yayınlanmış. Bu, 2012 yılında kişi başına 6,4 kitap düştüğü anlamına geliyor. Yılda 6 kitap son derece düşük bir rakam olsa da, ülke koşullarında “okuma” eğrisinin yukarıya doğru gelişim gösterdiği de gerçek.

Basılan kitapların ne kadarının edebiyat eseri, ne kadarının ders kitabı vs. olduğu ayrı bir değerlendirme konusu. Ancak son yıllarda öykü ve romandaki artış gözle görülür derecede açık.

Yeni kuşaklardan pek çok öykü, roman yazarı birbiri ardına eserler vermekte, belli başlı yarışmalar bu yazarları tanımamıza vesile olmakta, ‘yeni’ yazarlar her geçen gün çoğalmakta. Bütün bunlar olumlu sayılabilecek gelişmelerken, madalyonun bir de diğer yüzü var.

Kitap, günümüzde -eskisinden çok daha fazla- tüketim nesnesine dönüşmüş durumda. Bu bağlamda ‘yazar’ da piyasayı algılamak, talebe karşılık vermek zorunda kalan bir piyasa elemanı olarak kendini konumlandırmakta.

Toplumla, ‘şimdi’yle meselesi giderek ortadan kalkmakta, ‘piyasa’nın baskısıyla davranarak, neyin daha çok satılacağını ve ortaya çıkan ürünün pazarlama olanaklarını düşünerek üretir duruma gelmekte.

Yani yazar artık halkla ilişkiler uzmanıdır.

Öyle yazarlar tanıyoruz ki, iyi yazmadığı halde, tam bir pazarlama mucizesi olarak iyi yazar konumuna getirilmiştir. Yani günümüzde ne yazık ki, iyi yazmanın da ötesinde, var olan piyasa ağında yüksek yazarlar, yüksek yayınevleri, dağıtım ve reklam tekelleri katına yükselebilmek gerekmekte.

Eskiden ‘el vermek’ diye bir kavram vardı. Adeta usta-çırak ilişkisinde olduğu gibi, didinir, emek verir, sizden daha fazla yol yürümüş, deneyim kazanmış bir ustanın yol göstericiliğinde pişerdiniz. Böyle okur, böyle yaşardınız. Günümüzde bu hukuk veya kültür de ortadan kalkmış durumda. Yazmak, basit bir eyleme indirgenerek, öyle ömür adamanın, çile çekmenin gerekmediği bir ‘iş’ olarak sunulmakta.

Bir iki yaratıcı yazarlık seminerine gidip sertifikanızı aldığınızda, ‘yazar’lık da yapabilirsiniz. Gerisi piyasayı bilmeye, doğru ilişkiler kurmaya ve pazarlamaya kalmakta.

Unutmayın ki, her ürünün alıcısı vardır. Yayınevleri, ajanslar hangi ürünün satılacağına, kaç dile çevrileceğine vs vs karar vermekle yükümlüdürler.

ELEŞTİRİ VAR MI GERÇEKTEN?

Hal böyleyken, edebiyat eleştirisi de piyasanın ve yayınevlerinin baskısı altında işlevini yitirmiş gibidir. Günümüzde eleştiri var mı gerçekten? Okuduğumuz yüzlerce eleştirinin kitap tanıtımından farkı yok. Eleştiri ile kitap tanıtımı arasındaki fark bilinmediğinden değil, kitap eleştirileri ilişkiler ağı içerisinden, hatta eş dost tarafından yazıldığından durum böyle. Pek çok yayınevi bastığı kitabın satılmasını, dolayısıyla tanıtılmasını istiyor, o kitabın edebiyata katkısı pek de umurlarında değil. Eleştiri de bu mekanizma içerisinden geldiğinden işlevini yerine getirmekten çok uzak. Gazetelerin kitap ekleri, belirttiğimiz ürünlerin pazarlanmasına hizmet ediyor. Peki, eleştiri nerede? Kısmen dergilerde yaşamaya ve sesini duyurmaya çalışıyor.

MAKUL ÖLÇÜDE DELİ SANATÇILAR

Bütün bunları, Sema Kaygusuz düşündürdü. UNESCO’nun 'Edebiyat Kenti' unvanı verdiği Edinburgh’ta yapılan Dünya Yazarlar Konferansı'nın bu yılki konuşmacıları arasında Sema Kaygusuz da yer aldı. Diğer konuşmacıları bilemesek de, Sema Kaygusuz son derece eleştirel ve düşündürücü bir konuşma yaptı. “Devletler edebiyat çevirileri için fon ayırıyor, resmi bakanlıklar sinemaya destek veriyor, uluslararası organizasyonlar devasa kültür projelerine yatırım yapıyor, yüksek sosyeteye hizmet veren giyim firmaları sanat galerileri açıyor ve böylece her yaratıcı eylem kontrol altına alıyor. Vatandaşlık tabiyetiyle sisteme paçasını kaptıran sanatçı, duymak istenileni söyleyen uzlaşmacı bir role davet ediliyor. Huzursuz etmeyecek ölçüde yaramaz, sempati duyulacak kadar çılgın, makul ölçüde deli sanatçılar... Çağımızı tehdit eden işte bu gizli evcilleşmedir.”

KENDİNİZDEN KAÇMANIZI SAĞLAYAN KİTAPLAR

‘Gizli evcilleşme’, ‘ehlileşme’, ‘metalaşma’ adına ne dersek diyelim, sistem yazarın ve edebiyatın toplumla ve toplumsal alanla bağını kopararak tüketim ilişkileri içerisinde tüm itirazlarını yok ediyor. ‘Çok satan yazar’, gerçeklerden bahsetmeyen, derdi olmayan, sanal bir dünya kuruyor kitaplarında. Okuduğunuzda aklınızda tek cümlesi kalmayan, iz bırakmayan, sarsmayan, düşündürmeyen ama iyi vakit geçirmenizi, gerçek hayattan ve kendinizden kaçmanızı sağlayan kitaplar…

Oysa edebiyat insana lazımdır, insanın insan olarak kalabilmesi için…

İyi edebiyat da gücünü insandan alacak, yer altı suları gibi derinden akmaya ve kendi okurunu yaratmayı sürdürecektir.