Fotoğrafçılığa başladığım yıllarda, yani yaklaşık 7 sene önce, fotoğrafın sadece karta basılı bir kağıttan veya bir .JPG formatından fazlasını ihtiva ettiğini anlamam pek uzun sürmedi. Evet fotoğrafın teknik yönü vardı, kuramları ve ritmi, psikolojik ve dahi matematiksel yönü de vardı. Ancak en önemli nokta şuydu: Fotoğrafın içinde yoğun bir felsefe vardı!

Filistin konusuna gelmeden önce devam edelim girişimize...

Yine fotoğrafçılığa başladığım ilk yıla dönersek eğer; o zamanlar sabah saat 6’da evden çıkıyor, otogara gidiyor ve çevre ilçelere giden ilk otobüse, neresi olduğuna bakmaksızın binip gidiyordum.

Yine böyle yolculuklarımın birinde yolum Kula’ya düşmüştü. Öğleden sonra bir kıraathanede çay içerken pencerenin kenarında oturmuş ve yüzünde inanılmaz hüzün olan bir adam gördüm. Fotoğrafik olarak çok elverişli koşullardı: Hüzünlü adam, yumuşak yatay bir ışık, önünde çay bardağı...vs.

Ben nasıl sohbete başlar da fotoğrafını çekebilirim (habersiz çekmeyi mecbur kalmadıkça sevmiyordum, hala da öyleyim) derken kendisi selam verip masasına davet etti. Yaşımı, okuduğum bölümü sordu. Ardından cebinden bir sınav sonuç kağıdı çıkarıp: ‘’Benim oğlum da seninle yaşıttı. Bak bu da sınav sonucu, 93 almış! Geçen ay trafik kazasında vefat etti; yaşasaydı öğretmen olacaktı...’’ dedi. Ve der demez de gözünden yaşlar boşalmaya başladı.

Ben olduğum yerde kalakalmış, sanki kafamdan sandalyeye çivilenmiştim! Bir süre sonra kalkıp akşama kadar sokaklarda anlamsız ve amaçsız bir şekilde dolaştım. Bu o kadar uzun sürmüş ki; İzmir’e dönen son otobüsü kaçırdığım için otostop yapmak zorunda kaldım...

O gün ve devam eden birkaç gün boyunca elim deklanşöre gitmedi, tek kare bile fotoğraf çekmek istemiyordum.

Bu olayda kendimi suçlu hissediyordum; suçlu gibi hissediyordum çünkü o adamı görünce aklıma gelen tek şey ‘güzel bir fotoğraftı’. Adam konuşana kadar başka umursadığım bir şey olmadığını anlamamdı beni bu suçluluk hissine iten!

Bir fotoğrafçıdan çok bir avcı (evet bir imaj avcısı!) gibi davranmıştım!

Belki şu an okuduğunuz satırlar sizin için çok anlamlı gelmeyebilir; ama bu olay benim için bir travma idi! Ve fotoğraftaki tekniğimi geliştirirken aynı zamanda düşünsel altyapı olarak da kendimi eğitmeli ve hatta ‘ehlileştirmeliydim’!

Bu amaçla fotoğrafın felsefesi konularında yoğun bir düşünme ve okuma sürecine girdim. Roland Barthes’le başlayıp, Susan Sontag’la devam eden bir süreçti bu...

(Hayır, konudan sapmış değilim; konu hala Gazze’deki vahşet!)

Susan Sontag’ın ‘Başkalarının Acısına Bakmak’ kitabı tam da aradığım kitaptı. Savaşlarda çekilen vahşet fotoğraflarından yola çıkarak bu fotoğrafların ‘işlevlerini’ sorguluyordu yazar.


Susan SONTAG

Şu sıralar Suriye’de, Rojava’da ve Filistin’de savaş ve katliamlar peşi sıra sürüyor. Ve her gün gazeteler, televizyonlar, Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlar vahşet fotoğrafları ile dolup taşıyor.

Bu tür fotoğrafları her görüşümde aynı soruyu soruyorum kendime: ‘Bu fotoğrafın amacı ne olabilir? Ne olmalı? Savaşın korkunçluğunu anlamamız mı? Peki anladık diyelim, ya sonra ne yapmalı?’

Bu noktada (ve birçok noktada) ben de Sontag gibi düşünüyorum. Bu görseller, önümüze yığılmış imajlar bizim savaşı hayalimizde tasavvur etmemizi, onu anlamamızı sağlayamıyor ne yazık ki! Evet, insanın empati duygusu güçlü bir tasavvur aracıdır; bununla birlikte fiziksel acıyı (mesela bir bacağın kopmasını) hayal etmemizi sağlayacak güçte değildir. Henüz!

Sontag kitabında "Edebiyat, bize dünyanın neye benzediğini anlatabilir."* diyor. Her ne kadar fotoğraf da edebiyat gibi çok güçlü bir ‘silah’ olsa da (Noviembre’deki Alfredo’ya selam olsun); her ‘silah’ gibi onun da bir menzili ve etki alanı vardır.

Fotoğrafın en önemli özelliklerinden biri ‘zaman’ı ‘şey’leştirip, ‘şey’leri de ‘zamanlaştırma’sıdır. Fotoğrafta çekilen kişi veya nesne için akıp giden bir zaman söz konusudur. Fotoğrafçı bu ‘zaman’ı alır, ‘dondurur’; eni ve genişliği yani 2 boyutu olan bir ‘şey’e (kağıda basılı bir fotoğrafa ya da aynı şekilde bir JPEG formatına) çevirir.

Benzer yöntemle fotoğrafın içindekileri yani ‘şey’leri de ‘zaman’a çevirir. Malum, bir fotoğrafa baktığımızda direkt olarak başka bir ‘an’a sıçrarız, o ana gideriz...vs

Elbette her dönüştürme işleminde olduğu gibi fotoğrafın bu dönüştürme işleminde de kaymalar, sapmalar olmaktadır. Bir ‘şey’ daha anlamlı ve güzel hale dönüşebileceği gibi, olduğundan daha vahşi ya da daha korkutucu bir hale bürünebilir.

Bu noktada sözü Ulus Baker’e vererek tekrar Filistin ve diğer savaş fotoğraflarına dönelim isterseniz.

Ulus Baker ‘Medyaya Nasıl Direnilir?’** başlıklı makalesinde ‘İletişim Çağı’nın üzerimizde yarattığı ‘sarhoşluk’tan bahsedip şöyle devam ediyor:

‘’Şimdi bu sarhoşluğun benim en önemli gördüğüm bir etkisine, sonucuna dikkat çekmek istiyorum: Medya “olaylar”ımızı kaybettiriyor bize. Dolayısıyla düşünce yeteneğimizi de... Çünkü her düşünce, kendisi de bir “olay” olmakla birlikte, olaylar üzerine olmak zorundadır. Medya ise bize “bireyleşmiş”, birbirinden kopmuş, yani üzerinde düşünemeyeceğimiz olaylar veriyor: Skandalların birbiri ardına sıralanışı, medyanın en esaslı iki tekniğiyle soyut, hayali ve düşüncesiz bir dünya anlayışını dayatmaktadır – yani tekrar ve ısrar teknikleri: birincisi gündeme getirilmiş bir olayı bıktırıcı bir tekrarla üsteleyerek kafalara işleme yoluyken ikincisi, kitle iletişiminin bütün kanallarını mobilize ederek, aynı olayı şurada duygusal, burada politik, bir yerde biçimsel, başka bir yerde enformatif biçimlerde, farklı mesaj türleriyle verip duruyor. Bu durumun en önemli sonucunun dezenformasyon yoluyla zihinleri etkileme değil, “olayları düşünülebilir olmaktan çıkarmak” ve tekdüzeleştirmek diyebileceğim bir durum olduğunu düşünüyorum...’’


Ulus BAKER

 ***

Genel olarak savaş, özelde ise Filistin fotoğraflarına dönersek tekrar:

1) Her ne kadar vahşet fotoğraflarına baktığımızda içimiz ‘acı’yla dolsa da; fotoğraf bize gerçek’i dönüştürerek sunar! Ve bu dönüştürme işlemi biçim ve içerik olarak bir çok ‘sapmayı’ da beraberinde getirdiği için, hissettiğimiz ‘acı’yı da ‘sapmış bir acı’ya dönüştürme tehlikesini içinde barındırır.

2) Fotoğrafların ‘tekrar ve tekrar, ısrar ve ısrarla’ yayınlanıp paylaşılmaları; insanların bu tür vahşetlere dayanma, tolerasyon ve alışma ‘kapasite’lerini yükseltir. Bu da (her ne kadar kabul etmesek de) beraberinde ‘normalleştirme’ sürecini de beraberinde getirir. Vahşet sıradanlaşır, ‘hayat’ın rutin bir parçası haline ‘evirebilir’...

3) Evet bir savaş ‘fotoğraf paylaşmakla’ sona erdirilemez belki de. Zaten bu fotoğrafların gitgide sıradan hale gelişinin en önemli nedeni de kişinin bu savaşların bu yolla bitmeyeceğine inanması, daha önemlisi bunu bilmesidir!

Peki ne yapmalı?

Fotoğrafın 3 sacayağı vardır.

             Gösterilen: Fotoğraftaki kişi veya nesneler.

             Gösteren: Fotoğrafçı.

             Gören: Fotoğrafa bakan, onu gören kişi...

Bu sac ayaklarından birinin yetersiz olması fotoğrafın etkisini düşürür.

Vahşet fotoğraflarını bu sacayakları ışığında inceleyecek olursak: Gösterilen yani vahşete uğrayan kişi fotoğrafın etkisinde maksimum payı olduğu için onu dışarıda tutuyoruz. Fotoğrafçı bu fotoğrafı en etkili şekilde anlatmak için tekniğini, öngörüsünü kullanır ve o da ‘görevini’ başarıyla icra eder.

Peki sacayaklarının 3.sü yani fotoğrafa bakan/yayınlayan/paylaşan kişi ne yapmalı? Nasıl ki bu yazının yan konusu olan (ana konu Gazze vahşeti) ‘Fotoğraf(çı) felsefesiz olmaz’ önermesi fotoğrafçıya bazı görevler yüklüyorsa; bakan/yayınlayan/paylaşan kişiye de bazı sorumluluklar yüklemektedir.

Bunlar da karşılaştığı acı, vahşet, katliamı gördükten sonra bu olayları önce olgulara; ardından da edimlere, yani eylemlere dönüştürmelidir.

Çünkü edime dönüştürülmemiş bilgi, tecrübe veya görsel; içsel rahatlamalarımızın bir ‘aracı’ olmaktan öteye geçemez...

Kısaca çözüm şu üçlüde gizli:

BAK, GÖR, EYLEME ÇEVİR!

--------------------------------------------------------

SON NOT: Dün yine bu konu ile alakalı olarak aşağıdaki kısa yazıyı yazmıştım. Ancak kapalı bir dil kullandığım için anlaşılamamış olma ihtimaline karşın buraya da alma gereği duydum. Yukarıda yazdıklarımla birlikte bir ‘anlam’a bürüneceklerini umuyorum...

Her şey bir imajlar silsilesi... Ve ‘gerçek’; imajlara dönüştükçe gerçekliğinden uzaklaşıp bir ‘veri’ haline dönüşüyor. Yani acı ve kan dolu bir katliamın, şairin şiirinde iki kelimelik bir ‘imge’ye dönüşümü gibi... İmgeler’in gösterdiği oku takip etmeden; ve dahi yorumlamadıktan sonra imaj’ları, kaybolup gitmeye mahkumdurlar...ve ne yazık ki oluyorlar da!

İmajları alıp yeniden ve yeniden üreterek ona ve barındırdığı gerçek’e dair (imajlar gerçeği barındırırlar ama onları direkt değil, istenen biçimde anlatırlar) yabancılaşma duygumuzu da harekete geçirmiş oluyoruz. Ve acı, katlanma, tahammül eşiğimiz de paralel bir şekilde yükseliyor! (Bir ölü yetmez 5 tane daha, bu bombadan daha büyüğü var...vs.)

2 boyutlu imajın dışına taşmak! Ve gerçek’in sınırlı da olsa güzelliğini, anlamını ve tüm acısını, dehşetini, kanını, avuç ve damar içlerimizde hissetmek! Ama nasıl?

Bunun çaresi ‘başkalarının acısına bakmak’tan ‘başkalarının acısına dokunmak’a geçmekte yatıyor belki de... Bu biraz da tanrı’yı hapsolduğu ibadethanelerden sokağa çıkarmaya benziyor ellerinden tutarak...

Terziler beyin kıvrımlarımızı birbirine dikmiş sanki ve yapıcılar aralarına çimento harcı dökmüş gibi!

Çık kafamdan sevgili!

‘Mutlu aşk yoktur...’***

---------------------------------------------------------------------

Dipnotlar:

* ‘Başkalarının acısına bakmak; Susan Sontag, s.146

** Medyaya Nasıl Direnilir?; Ulus Baker, Birikim Dergisi, 68-69

*** Louis Aragon, 1943