Saroyan Ülkesi adlı filmi Moda Sahnesi’nde izledik. Yenilenerek, tiyatro ve cep sineması haline dönüştürülmüş, ayrıca drama atölyeleri de kurulmuş. Kadıköy'de tiyatro salonlarının, sanat atölyelerinin artması beni mutlu ediyor. Yaşadığımız dönemde bir kesim sanat evlerini yıkarken, diğer yandan zor şartlarda yeni yerlerin kurulması saygıdeğer..

Salonun kapasitesinin, neredeyse tamamının dolmuş olması günün güzel yanlarındandı. Dolu derken 50 civarında bir mevcuttan söz etmem gerek sanırım. Eski Modalı olarak salonda bulunanların çoğunun Ermeni olmadığını gözlemledim. Toplumu anlatmak için hiçbir gişe getirisi beklemeden yapılan bu çalışmaya gelip izleyerek destek verenleri gerçekten, değerli buluyorum...

William Saroyan Bitlisli bir Ermeni ailenin çocuğu olarak Kaliforniya'da dünyaya gelir. Babasını küçük yaşta kaybettikten sonra çocukluğunu yetimhanede geçirmek zorunda kalır.

Akademik bir eğitim almaması, resmi eğitime olan tepkisi Saroyan'ı anlamak adına altı çizilmesi gereken özel yanlardan. Hayatı boyunca yazarlık yapıp, onlarca kitap ve oyunları edebiyat dünyasına kazandırmış.

Saroyan 1939 yılında “The Time of Your Life” oyunu ile Pulitzer Ödülü'nü kazanmasına rağmen ödülü reddeder. Toplumun beğenisini Jüri ödüllerinden önde tuttuğunu dile getirir.

Sıradışı yazar klasik yazı şekli dışında yazdığından dolayı eleştiriler almıştır. Bugün dahi yazdığı oyunlar sahnelenmekte. Kitapları kitapçılarda yerini almakta.

Bitlisli Saroyan, öldükten sonra Erivan'a defnedilmiştir. Belki imkanı olsa Aram Tigran‘ın Diyarbakır’a gömülmek istediği gibi Saroyan da Bitlis'e gömülmek isterdi…

William Saroyan’n, atalarının yaşadığı toprakları ziyaretini konu alan film yönetmeni , Lusin Dink'in muhteşem sahneleriyle bizleri derin duygulara sevk etmekte. Saroyan'nın notları ve yazılarına bağlı kalınarak çekilmiş film. Binlerce Ermeni'nin ortak hissini de içinde barındırmakta. Özünden kopmak zorunda kalmış, yaşadığı coğrafyadan kazınmış bir toplumun travmatik hali barışçıl bir dille anlatılmış.

Saroyan’ın anlatımında fark etmekteyiz ki, bugüne kadar hiç görmemesine rağmen atalarının topraklarını biliyor. Ailesinin Amerika'da kendine anlattıkları doğrultusunda gezmeye giderek, Anadolu'yu tanımış. Memleketi olan Bitlis'te bulunan ve bildiği bir çeşmeden su içme sahnesi ve anlatımı aslında her şeyin ana fikri kıvamında bana göre...

Filmi izlerken, aklıma ailemin hikayeleri ile ne kadar örtüştüğü geldi. Memleketim olan Anadolu’yu, (Konya) Ereğli'yi esasında ailemden öğrendiğimi fark ettim. Ereğli’ye gitmeden özünü öğrenmiştim. Ailemin anlatımlarından hangi musluktan akan suyun güzel, nerelerdeki üzümün daha güzel şarap, pekmez yapılacağını, Ereğli'nin akkirazını ve onlarcasını...

Bizlerin aslında bir anlamda iyisi ile kötüsü ile atalarımızın doğduğu yerde halen ruhen yaşadığımızı film sonrası fark ettim. Filmin bir sahnesinde (Saroyan’ın) her Ermeni yerleşim yerinden topladığı taşlar çok duygulandırdı. Aklıma memleketimde bulunan ve varlığını korumak için çaba verdiğimiz mezarlığımızdan getirdiğim taşlar geldi. O taşları yine İstanbul'da bulunan yakınlarımın mezarına koyarak ruhlarının bir nevi huzura varacağı düşüncesindeydim...

Sıradışı yazar Saroyan gibi binlerce örnekten biri de, bildiğiniz gibi ünlü şarkıcı Aznavor. Adapazarı'ndan ailesinin Fransa'ya göç edişinin hayatında edindiği yer. Yaşamının birçok yerinde bu göç, sanatının bazı zaman önüne bile çıkmasına sebep olmakta. Umarım bir gün Saroyan Ülkesi gibi hayat hikayesini ele alan, bir belgesel kıvamında filmi çekilir. 

Yaşanan sorun çözümünde atalarının topraklarına gittiklerinde karşılaştıkları tabloların etkili olacağı şahsi kanaatim. Doğduğu topraklarda atalarını, bir yaşlı amcayı yada nineyi görmek , kendine ait bir taşın korunduğunu fark etmek başlangıç olabilir..

Saroyan ailesinin anlattığı, o çeşmeden içtiğinin en güzel su olduğundan o kadar eminim ki. O sahneyi izlerken, memleketime gittiğimde oğlumun dedemin dedesinin ektiği ekşi dut ağacından dibinde koşması ve dutu yerken babamın yüz halinde bunu gördüğümü hatırladım.

Duygularım sonrasında yeni kaybettiğimiz Madiba'nın (N. Mandela) sözü aklıma geldi. “Hiç kimse renginden, geçmişinden yada dininden dolayı bir diğerinden nefret ederek dünyaya gelmez! İnsanlar nefret etmeyi öğrenirler ve eğer nefreti öğrenebiliyorlarsa o zaman onlara sevmeyi de öğretebiliriz.”

Ermenicenin acının dili olduğunu anlatan yaya (nine) Saroyan’ın Mandela'nın sözünden yola çıkmışçasına sevgiyi öğretmesi gibi belki bir gün Ermenice'nin tekrar bu coğrafyada kültürün de dili olmasını sağlayabiliriz...