Milletçe her zaman övündüğümüz bir husus var, Osmanlı İmparatorluğu olarak bir zamanlar tam 10 milyon kilometrekareye hükmediyorduk. Dile kolay, şu anki Türkiye sınırlarının 15 katı. 3 kıtada devasa toprakların sahibiydik. Kimseye eyvallahımız yoktu. Devrin kralları bile adeta birer valimiz gibiydi. Günümüzde ise o zamanlar belki bir köy, mahalle veya belde hükmünde olmayan ve şu an yüzölçümü 10 bin kilometrekare olan (Türkiye’nin Kars veya Bursa ili büyüklüğünde) Katar adlı butik ülke bize yarım milyar dolarlık Boeing 747-8 tipi süper lüks bir uçağı hediye/hibe ediyor. İlk önce Katar yetkili makamları tarafından uçağın “satıldığı” belirtildi, sonrasında Türk yetkili makamları tarafından bunun bir “hibe” olduğu dile getirildi ve sonrasında ise Cumhurbaşkanının şahsına değil, Türk devletine hediye / hibe edilmiş olduğu şeklinde bir ilavede bulunuldu. Hangi alternatif açıklamayı doğru kabul edeceksek edelim, bu bizim ülkemiz, devletimiz ve milletimiz bakımından pek de övünülecek bir husus değil herhalde. Zira “veren el alan elden üstündür” mealinde bir hadis bile var...

Günümüzde pragmatist muhafazakâr veya Türkiye/Anadolu tarzı siyasal İslam diyebileceğimiz yapıda şöyle bir anlayış mevcut olduğuna emin olabilirsiniz; Nasıl ki bir mahallede yıkık dökük ve pejmürde bir gecekonduda yaşayan, doğru dürüst bir işin ucundan tutamayan, arabası da olmayan bir vatandaşa bir davranış ve yaklaşım tarzınız vardır, nispeten mesafeli ve saygıdan az çok uzaktır. Diğer yandan müstakil bir villada oturan, altında son model ve pahalı bir aracı ve bir de şoförü olan, evinin girişinde “dikkat köpek var” yazan ve içinde pek çok hizmetkârı bulunan bir mahalle sakinine oldukça saygılı, alttan alan ve himmet bekleyen bir yaklaşım besler ve benimser mahalledeki diğer komşuları. Sonuçta dünya da bir tür mahalle değil mi, en üst mevkide ve seviyede ihtişamlı büyüklüğümüzü ve gücümüzü belli etmeliyiz ki, gereken adımlarını ona göre atsınlar, hizaya gelsinler, yanlış yapmasınlar... Bu arkadaşların herhangi birine bu uçak meselesini sorsanız, siz aynen bu veya buna benzer bir izahat getirecektir ve “büyük oyunu” gördüğü zannıyla müstehzi bir şekilde sırıtacaktır.

Oysa gerçekler az daha farklı. 1,5 milyar dolar ile dünyanın 3. büyük ihracatçısı konumunda bulunan ve dış ticaret fazlası 231 milyar dolar olan Almanya’nın Cumhurbaşkanlığı Sarayı Bellevue Sarayında (inşa tarihi 1785) sadece 265 oda bulunuyor. 150 milyon dolar ihracat yapan ve dış ticaret açığı 85 milyar dolar olan Türkiye’nin Beştepe Sarayında ise 1150 oda mevcut.

Son verilere göre geçen seneye oranla gayrimenkul satışları %12, beyaz eşya satışları %22 düştü. Fakat ülkede “kriz var” demek neredeyse suç, Cumhurbaşkanımız bu ifadeyi yasaklıyor. Bunun yerine ısrarla “manipülasyon” kelimesinin kullanılmasını öneriyor. 2002 yılından bu yana inşaat sektörüne (yani betona) tam 5 trilyon yatırım yapmış, yatırmış ve gömmüşüz. 2002’de büyümedeki oranı %10 iken, zamanla bu %50’nin üstüne çıkmış. Yani o şişirilmiş büyüme rakamlarının en az yarısını zaten şu an hızla küçülmekte olan inşaat sektörü temsil ediyordu.

Bu sefer daha az terleyen Damat Bakanımız Berat Albayrak dün yine İşletmeye Giriş 101 niteliğinde bir başka konuşma ile dünya ve Türkiye ekonomisini yönlendirenlerin beklediği OVP’yi açıkladı. Aslında açıklarmış gibi yaptı, bazı genel ve yüzeysel başlıklara değindi. Adına da OVP yerine YEP koydu, yani Yeni Ekonomik Program. İçerik olarak oldukça kısır olsa da, doğrusu bu sefer hayallerden uzaklaşılmış ve gerçekçi tahminlere yer verilmişti. Bununla birlikte, beklentileri karşılayacak hiçbir somut cümle kurulmadı. Bol bol umut ve tahminler dile getirildi. Fitch’in bile ancak %3’lere düşürdüğü büyüme tahminini bizzat kendilerinin %2,8 olarak telaffuz etmesi ibretlikti. Dünya ekonomisinin lokomotifi ABD bile yılık %4’ün üzerinde büyüyor. Dolayısıyla, bugünden itibaren resmen “gelişmekte olan” değil, “gerilemekte olan” bir ülke sayılırız. Berat Albayrak’ın adlandırmasıyla YEP, tüm Türk halkı için kısaca “3 yıl dinleyeceğiz” anlamına geliyor…

Bu sefer Amerikalıların “babası” George Washington’ın güzel bir sözüyle bitirelim, “Artık hoşgörüden söz etmeyelim, sanki bir insan grubunun müsamahası sayesinde diğerleri doğuştan gelen doğal haklarını kullanabiliyorlarmış gibi...”