1800’lü yıllarda anavatanları Çerkesya’da uğradıkları soykırım ve sürgün nedeniyle çeşitli coğrafyalara dağılmış Çerkesler’in önemli bir kısmı da Anadolu topraklarına göçmüştü.

Bugün IŞİD cehenneminden kaçarak Türkiye’ye gelen sığınmacılardan hiç farkları yoktu. Aç, yoksul, hasta ve çaresizlerdi. Hepsinin üstünde de, büyük bir acı ve kederle yüklüydüler. Unutmamak gerekir ki; Çerkeslerin de zengin beyleri, hainleri ve işbirlikçileri vardı. Onlar geldikleri bu topraklarda da yaşamlarını garantilemiş, padişaha verecekleri hizmetler karşılığında makam-mekan sıkıntısı hiç çekmemişlerdi. Sürgün ve soykırımda payları olduğu gibi…

Çerkes kimliğinin ‘Müslümanlık’ çerçevesinde eritilerek ‘Ümmet’e hapsedilmesinde, Çerkes gençlerinin sarayın çıkarları için cepheden cepheye sürülmesinde ve başka halklara karşı tetikçi olarak kullanılmalarında, işbirlikçilerin ya da “kanaat önderi” Çerkeslerin çok önemli payı vardı.

Aradan 150 yıl geçti ama ne halkları birbirine, hatta kendi kendilerine kırdırma stratejileri, ne kimlikleri saray entrikalarıyla eritme stratejileri, ne de kerameti kendinden menkul ‘kanaat önderi’ işbirlikçilerin konumlandığı alan değişti.

İçim acıyarak, öfkelenerek, iğrenerek, isyan ederek izliyorum.

Bazılarının isimlerini yalnızca imitasyon siyasi oluşumlarından, ‘çakma’ derneklerinden, şaibeli geçmişlerinden, açıklanmaya muhtaç ilişkilerinden biliyorum.

Ama bazıları, bir zamanlar mesleki dayanışma içinde yol yürüdüğüm, Çerkes kimliği için ortaklaştığımızı zannettiğim isimler.

Görünen o ki; yalnız saray dehlizlerinde kaybettikleri kimliklerinden değil insanlıklarından da vaz geçerek, kanlı mekanlarda-makamlarda karar kılmışlar.

Halkımızın en değerli, en nitelikli, en fedakar evlatlarının mezarları üzerinden siyaset yapacak kadar alçalmışlar.

Suruç katliamında kaybettiğimiz Çerkes canlarımız Ferdane ve Nartan Kılıç’ın arkasından verdikleri mesajlara bakınca sadece Çerkes olarak değil insan olarak utanç duyuyorum.

Bugün varoluş savaşı veren Çerkes kimliğinin, dillerinin, kültürünün kurtuluşunun tek yolunun aynı akıbete uğramış diğer halklarla dayanışmadan, ortak mücadeleden geçtiğini anlamamakta ısrar edenlerin önünde sonunda varacakları nokta, kendi halkının karşısında yer almaktır.

Bazıları zaten baştan beri “Ankara’nın işaretiyle” bir araya gelmiş, son 10 yılda yeniden bilince çıkan Çerkes kimlik mücadelesine hançer sokmak üzere görevlendirilmiş, ‘mikser’lik misyonunu üstlenmiş yapılardı. Bu misyonu ‘demokratik’ söylemlerle örtmeye çalışmaları da pek işe yaramadı. Seçimler öncesi ve özellikle Suruç katliamından sonra takke düştü kel göründü!

Yeniden seçim atmosferine girildiği bu süreç, açık ki AKP devletinin ne pahasına olursa olsun iktidarı terk etmemek uğruna bütün silahları kullanacağı; yalan, iftira, hakaret, itibarsızlaştırma, birbirine kırdırma gibi bildik tüm devlet ve ‘vatandaş’ reflekslerini devreye sokacağı bir dönem olacak.

Ve yine belli ki, halklar, özellikle de halkların demokratik-eşitlikçi-özgürlükçü kesimleri ilk hedefler arasında yer alacak. Bunu da halkların kendi içinden devşirdikleri isimlerle ve yapılanmalarla yürütecekleri anlaşılıyor.

ÖNCE NUSH OLMAZSA KÖTEK

AKP, tek başına iktidar olmanın tek koşulunun HDP’yi baraj altında bırakmak olduğunu görerek seçim öncesi HDP ve Eş Genel Başkanlarını hedefe koymuş ama işe yaramamıştı. Şimdi ise AKP iktidarının çemberi genişleterek yalnız HDP ve Eş Genel Başkanlar değil, HDP’ye destek veren herkesi ve her kesimi, önce nush ile olmazsa kötekle hizaya getirme yolunu seçtiği görülüyor.

Örneğin Alevilerin evlerinin işaretlenmesi ve mahallelerine bomba süsü verilmiş paketler bırakılarak ihtar çekilmesi, örneğin bazı Çerkes oluşumlarının Ferdane ve Nartan’ı yasadışı bir örgüt elemanı olarak göstererek, bir kez daha infaz etmesinin yanı sıra açıkça suç işleyecek kadar cüretkar olabilmesi hep aynı planın parçaları.

Ya da Çerkes kimliği ile bilinen ama yerini saray gazeteciliğinde garantilemiş Fuat Uğur’un bir kadına, bir partinin eş genel başkanına en ağır hakaretlerle saldırmakta hiç tereddüt göstermemesi…

Bize öğretilen, bildiğimiz tüm Çerkes geleneklerini, değerlerini ve ahlakını çöpe atarak Çerkes gazeteci kimliğiyle prim yapabilen biri, bütün Çerkesler için utanç kaynağı olmalıdır.

Fuat Uğur’un yazdıklarını buraya aktararak, yeniden üretmek istemem. Zaten yazdıkları bir değer ifade etmediği gibi, ne HDP’yi ne de Figen Yüksekdağ’ı tarif ediyor. Uğur’un kaleminden çıkan bütün o satırlar, saraya biat etmiş bir zavallının, makam-mekan uğruna kendisine çizdiği yeni portreyi tanımlıyor. “Yeni” diyorum, çünkü eskisini de iyi bilenlerdenim.

O ve türevleri, sıcak seçim atmosferinde AKP ideolojisinden çok kendi yaşam standartları için daha çok hakaret, daha çok iftira, daha çok saldırıda bulunmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Kuşkusuz tek adamın seçim stratejisi içinde yeni görevler onları bekliyor.

Doğrusu Çerkesler içinde de safların netleşmesinin, saraydan ve halktan yana olanların açıkça anlaşılır hale gelmesinin, “kol kırıl yen içinde kalır” sahtekarlığının sona ermesinin çok yararlı olduğuna inanıyorum.

SEÇENEK FAZLA DEĞİL

Tarihin bu en kritik döneminde, kimse için seçenek fazla değil.

Ya savaştan yana olacak, tek adamın yönetimine teslim olacaksınız, ya barıştan yana olacak demokratik-özgür-eşitlikçi bir Türkiye için kol kola gireceksiniz.

Ya evlatlarınızı, bir adam yolsuzlukların, hırsızlıkların, katliamların, karanlık ilişkilerin hesabını vermesin diye kurbanlık koyun gibi teslim edeceksiniz, ya da “Yeter” diyeceksiniz.

Ya tabutlara sarılan bayraklar, naklen cenaze törenleri, timsah gözyaşları ile teselli bulup “Vatan sağ olsun” diyeceksiniz, ya da “Hayır, evlatlarımız sağ olsun” diyeceksiniz.

Seçim sizin!