Babasının „kara üzüm gözlüm“ diye sevdiği kız büyümüş, „Ben doğmadan önce...“ diye söze başlayıp da bitiremediği cümleyi anılarının unutulmuş bir köşesine atalı yıllar olmuştu. Erkek kahkahalarından korkmuyordu artık. Sadece gündüzleri değil, geceleri de kabuslar görmüyordu. Gazetecilik okulunu bitirmiş, bir gazetede iş bulmuş, aşık olmuş, terk edip terk edilmiş, sonunda yolu İspanyolca’yı Santiago şivesiyle konuşan bir Almanla çakışmıştı.

Bayan P, o romantik Almanın peşi sıra Köln’e geldiği için hiç pişmanlık duymadı. Gelir gelmez dil öğrenmek için kurslara yazıldı ama, umut ettiği hızda Almanca’yı sökemedi. Bütün dilbilgisel kavramları, tanım edatlarının dildeki işlevini, isim ve sıfat çekimlerini, zarfları, fiilleri, ana ve yan cümleleri, „hem... hem de“ bağlacını öğrendi. Yine de „Telefon etmek istiyorum“ cümlesini söylerken zorluk çekiyordu. Belki de sorun, kocasının İspanyolca’yı su gibi konuşuyor olmasıydı. Gerçi yeni evliler, evde Almanca konuşmaya karar vermişler, ama uygulamada doğrusu pek de tutarlı davranamamışlardı. Almanca ikisini de yoruyordu.

Kocasının daha geç saatlerde eve döndüğü salı günlerinden birinde, yeni tanıştığı Alman arkadaşının evine uğradı. Onunla konuşurken heyecanlanmıyor, acaba fiil çekimini doğru yaptım mı diye kaygılanmıyordu. Üçüncü bir dil keşfetmişlerdi. Bu dil ne Almanca, ne de İspanyolca’ydı; her hangi bir dil grubuna da dahil edilemezdi. Hareketler, bakışlar, mimikler dilin ana çatısını oluşturuyor, kelimelere pek de gereksinim duymuyorlardı.

Birlikte kahvaltı yaptılar. Kahvaltıda pantomim ağırlıklı derin bir sohbete daldılar. Sonra da, saçına başına aşırı özen gösteren arkadaşı banyoya gitti.

Banyodan dönen arkadaşının beraberinde getirdiği portakal çiçeği kokusu, aynı gün Bayan P’nin başına gelecek olan felaketin başlangıcı oldu.

Arkadaşı çocukluk yıllarının kokusuyla odaya geri dönünce, heyecana kapılmış, „Santiago“ kelimesi dökülmüştü kulaklarından. Arkadaşı da şaşkındı.

–Ne kadar keskin burnun var öyle, üstelik parfümlerden nefret ettiğini söylemiştin?

–Doğru ama, dedi Bayan P, bu benim ağacımın kokusu. Çocukluğum portakal ağaçları arasında geçti.“

Arkadaşı yeni keşfettiği Santiago parfümü sık kullanmadığı gibi, portakal çiçeği kokusu olduğunu da bilmiyordu. Öyle ahım şahım, pahalı bir şey de değildi. Fazla düşünmedi, turunç renkli küçük şişeyi Bayan P’ ye hediye etti. Arkadaşı parfümü nereden aldığını hatırlamıyordu. „Ama,“ dedi, „ana caddedeki parfümeri dükkanında bulamazsan, insanın başını döndüren o hayvani alışveriş merkezinde kesinlikle bulabilirsin.“

Cebinde çocukluğunun kokusu sevinçle eve döndü. Doğrudan duşa girdi. Kurulandı, çocukluğunun kokusunu biraz da abartarak süründü. Sonra alışverişe çıktı.

Parfümeri dükkanında, doğrudan rujların satıldığı bölüme yöneldi. Sürüldüğünde dudağı yıldızlarla dolu bir gökyüzü gibi yansıtan rujlardan bulamadı. Ünlü bir Alman firmasının derinin kurumasına karşı ürettiği yeni bir ürünü evirip çevirdikten sonra, aldığı yere bıraktı. Arkadaşının başını döndüren, şehir merkezindeki futbol sahası büyüklüğündeki alışveriş merkezine gitmeye karar vererek kapıya yöneldi.

Beş adım kadar önünde yürüyen biri takım, diğeri spor giyimli iki adamın peşi sıra kapıdan çıkarken alarm çalınca durakladığı anda, yanı başında biten bir tezgahtar koluna yapıştı.

–Çantanızı açar mısınız lütfen, dedi tezgahtar. Sesi buyurgandı. Yüzü de öfkeli.

–Niçin, ne yaptım ki ben?

–Size çantanızı açın dedim!

Bayan P, çekinerek çantasını açtı. Kocasının hediyesi olan dolmakalemi, küçük not defterini, banka kartını çıkardıktan sonra „Santiago“ marka parfümünü de çıkarınca, Tezgahtar hanım parfümü kaptığı gibi dış kapıya yöneldi.

Ve alarm çaldı.

Başının belada olduğunu anlamıştı ama, çok da tedirgin olmadı. Nasıl olsa hediyeydi o; herhalde bilmediği teknik bir nedenden fiyatı ödenmiş parfüm alarm çaldırmaya devam ediyordu. Ancak bu iyimserliği, „derhal çaldığınız malın fiyatını ödeyin“ sözleriyle son buldu.

–Ben bir şey yapmadım, dedi ve ekledi, görmüyor musunuz portakal kokuyorum ben!

Bu cümleyle daha yirmi dakika önce parfümü bol bol dökündüğünü anlatmak istemişti ama, ya kurduğu cümle bozuktu, ya da gözleri ateş saçan tezgahtar hanım dinlemek istemiyordu. „Hırsız!“ diye homurdanınca, Bayan P öfkelendi. „Hırsız sizsiniz“ dedi, „Polis istiyorum!“

Tezgahtar biraz şaşırdı, şimdiye dek hırsızlardan hiçbiri polis istememişti. Telefon ahizesini kaldırdı.

Bayan P, polis geldiğinde durumun açıklığa kavuşacağını düşünerek rahatlarken, parfümeri dükkanının bütün kokularını sürünmüş olan Müdüre Hanım da çıka geldi. Durumu öğrendi ve konumuna yakışır bir otoriteyle söylevine başladı. Almanya’da nasıl alış veriş yapılacağını yaşlı bir ilkokul öğretmeni edasıyla anlatırken o, Bayan P büzüşmeye başladı. Otoriter söylev bunalttı onu. Müdire Hanımın „Almanya da bir şey satın alınınca parasının ödenmesi gerekir“ şeklindeki sözlerinden sonrasını anlamamıştı.

–Ne dediğinizi anlamıyorum, dedi Bayan P.

Müdüre Hanım, tezgahtara göz attı, alaycı gülümsedi ve, „İşlerine gelmedi mi böyle söylerler“ dedi.

Saatine baktı o sırada: Üçü çeyrek geçiyor, kocasının eve dönmesine daha çok var. Masanın üzerine duran parfüme uzandı; hiç olmazsa seri numarasını yazarsa, o paketin o dükkandan alınmadığını kanıtlayabilirdi. Ancak o daha portakal çiçeği kokusuna dokunamadan, Müdüre Hanım elini itmekle kalmadı, payladı da onu. Sonra uzun uzun bir şeyler söyledi.

–Ne dediğinizi anlamıyorum, hızlı konuşuyorsunuz.

Müdüre Hanımın cevabı bir çekiç gibi indi tekrar:

–Hep böyle söylersiniz zaten.

–Polis istiyorum, diye karşılık verdi yine Bayan P.

Polis çağırmak bu tatsız durumdan ve yıkıcı söylevden kurtuluşun tek yolu görünmüştü ona. Polisler onu tedirgin ederdi ama Almanya’nın polisleri başkaydı. Almanca öğrenmek için seyrettiği, kahramanları polisler olan televizyondaki dizi filmleri çok ilginç bulmuştu. Gerçi Alman polisleri, Colombo gibi pejmürde giyinmiyorlardı. Onun kadar sevimli de değillerdi. Ancak diğer Amerikan filmlerindeki polisler gibi şiddete sık başvurmuyor, suçlulara kurşun yağdırmıyorlardı. Kibarlardı her zaman, „İyi günler“ demeyi, konuşurken gülümsemeyi, ince sözcüklerle vedalaşmayı çok iyi biliyorlardı. Gerçek hayatta da olumsuz bir tecrübe yaşamamıştı. Zaten sokaklarda polislerle sık karşılaşma olanağı da yok gibiydi. Hatta başlangıçta, Alman polislerinin karakollarda pineklemekten başka bir iş yapmadıklarını sanmıştı. Ancak şahit olduğu bir kavga bu düşüncesini değiştirmeye yetmişti. Bir Türk bakkalının önünde kavga eden, ikisi de bıyıklı adam, daha birbirinin gözünü morartamadan, ekip arabası peyda olmuştu da, Bayan P, onların bu kadar hızla olay yerine yetişmelerine ve kavgayı büyümeden yatıştırmalarına şaşıp kalmıştı. Akşama olayı kocasına anlatmış, „Ne şanslısın“ demişti ona, „polislerin güler yüzlü ve kibar oldukları bir ülkede doğdun sen!“. Kocası, „Senden daha şanslı olduğum doğru ama, bizimkiler de bazen çok boktan şeyler yaparlar.“

O inanmamıştı tabii. Kocası ne de olsa Almandı. Kendi polislerinin kadrinin ve kıymetinin farkında değildi. Eğer yıllar önce Santiago’da kimlik taşımadığı için başına gelenleri, gücü yetip de anlatabilseydi, aradaki farkın ne olduğunu anlardı o zaman.

Kimliğini unuttuğu günün resimleri daha şekillenmeden, biri bayan iki genç polisi karşısında görünce gülümsedi ama, polislerin yüzündeki anlamı fark edince gülümsemesi yüzünde donuverdi.

–Papiere bitte!

Kimliği yanında yoktu. Banka ve sigorta kartını uzatırken, kötü bir Almanca’yla parfümün arkadaşının hediyesi olduğunu, hemen şuracıkta oturan arkadaşına telefon edebileceklerini anlatmaya çalıştı.

–Kapa çeneni! derken polislerden erkek olanı, bayan polis çantasını elinden çekip aldı. „Seriennummer... Seriennummer...“ diyerek, polislere seri numarasını kaydetmelerini anlatmaya çalıştıysa da Bayan P, polisler onun hırsız olduğundan öyle emindiler ki, seri numarasını kaydetmediler.

–Bizimle geliyorsunuz!

Bayan P hediyesini almadan gitmek istemiyordu. „Hediyem, hediyem...“ diye tekrar ediyor, bu inatçı tutumu, bay ve bayan polisin homurtularına sebep oluyor, iki koluna iki el yapışıyor, Bayan P polis otosuna, hediyesi, hiç uğramadığı Parfüm reyonundaki rafına götürülüyordu.

Parfümeri dükkanının önüne park edilmiş polis otosuna varır varmaz „Kaldır ellerini diyordu „ erkek olanı. O ellerini kaldırırken çevrede toplanan meraklı kalabalığın arttığını görüyor, damarlarındaki kan katılaşıyor, adeta bir korkuluğa dönüşüyordu.

Korkuluğun gözyaşları akmaya başlıyordu sonra, „Hediyeydi o...“ diyordu göz yaşı, „Ben bir şey yapmadım... Kocama haber verin... „

Bayan P’nin gözyaşları böyle konuşuyordu ama, polisler gözyaşı dilini bilmedikleri için ne dediğini anlamıyorlar, „Steigen Sie ein!“ emrini, „Bitte!“ kelimesiyle kibarlaştırıp, Bayan P’yi polis otosunun arka koltuğuna oturtuyorlardı.

Hareket eden Polis arabası, sanki Bayan P’yi Köln’ün en sempatik semtinin karakoluna değil de, kimliğini evde unutmuş kara üzüm gözlü genç kızı Santiago’nun adından ürpertiyle söz edilen sorgu merkezine götürüyordu.

Çocukluğu, gölgeleri fotoğraf albümlerde kalan mezarsızların öykülerini dinlemekle geçen kara üzüm gözlü kızın kimliğini evde unuttuğu günlerde, gerçi Santiago polisi, insanları sorgusuz sualsiz kurşuna dizme huyunu bırakmıştı. Gel gör ki sokaklarda dolaşmak, halen en tehlikeli kusurlardan biri sayılıyor, Allende’nin Başkanlık Sarayı’nda direndiği günlerdeki gibi ölümcül sonuçlara yol açabiliyordu. Onu sorgu merkezine götürenler gözlerini bağlamışlar, bir kapıdan geçtikten sonra gözlerini açtıklarında; Bayan P, doğrudan askıda sallanan, kendini kaybetmiş kendi yaşıtı çırılçıplak bir genç kızla karşı karşıya kalmıştı. „Onu görüyor musun?“ diye sormuştu adamlardan biri, „Hemen olanı biteni ve ilişkilerini anlatmazsan o boruya seni asarız!.. Hem de baş aşağı.“

Onlara ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Ama öylesine korkmuştu ki, „Tamam her şeyi anlatacağım“ diye kekelemişti. Sonra, „Ben doğmadan önce...“ diye başlamıştı da söze, adamlar hep bir ağızdan makaraları koyvermişlerdi. Etrafa emirler yağdıran ve „her şeyi dedikse de doğumundan öncesini kastetmedik...“ diye konuşan adam, „Götürün bunu, bize ne söylemesi gerektiğine hücrede karar versin.“ diye emretmişti.

Ve şimdi hücredeydi işte Bayan P.

„Çıkarın beni buradan!.. Çıkarın beni buradan!..“ diyen çığlığı, „RUHE!... RUHE!...VERDAMT NOCH MAL!..RUHE!....“ (Sakin ol Allahın belası... Sakin ol!) diye yankılanarak paslı metal kapının parmaklıkları arasından süzülüp, Bayan P’nin parçalanmış ruhuna çarpıyordu.