Osman Akyol

Öykünün yapısında bazı değişmeler ve bozulmalar olsa da, “Yaşanmış veya yaşanması mümkün olayları; kişi, yer ve zamana bağlı olarak anlatan yazı türüne öykü ya da hikâye denir” klasik tanımında, Giovanni Boccaccio’nun “Decameron”undan bu yana değişme olmadı diyebilirim.

İlk bozulma bölümlerinde oldu: serim, düğüm ve çözüm.

“Serim: Öykünün giriş bölümü olup olayın geçtiği çevre ve kişiler (karakterler) bu bölümde tanıtılır.

Düğüm: Öyküde geçen olayın/yaşantının bütün yönleriyle anlatıldığı ve okuyucunun meraklandırıldığı kısımdır.

Çözüm: Öykünün sonuç bölümü olup düğümün çözüldüğü, merakın giderildiği bölümdür.”

Bir klasik öykünün (olay öyküsünün) olmazsa olmazı başı (serim) ve sonu (çözüm) Rus öykücü Anton Çehov tarafından kaldırdı. Böylelikle öyküde yeni bir tür de ortaya çıkmış oldu: “durum öyküsü”.

Zamanla “anlatıcı” da çeşitlendi: dışardan biri, Tanrı, kahraman, karakterler… Geldiğimiz noktada, okuyucuda türbülans etkisi yapmasına rağmen, bu saydığımız anlatıcıların hepsi aynı öyküde kullanılabiliyor.

Öncülüğünü Franz Kafka’nın yaptığı, “modern öykü” de Çehov tarzıyla hemen hemen aynı dönemde klasik öyküye bir tepki olarak doğdu ve günümüze değin varlığını sürdürmeyi başardı.

Günümüzde her üç damar da taraftar ve okuyucu bulmakla birlikte yeni arayışlar da yok değil, “yaratıcı yazarlık” gibi.

Elbette değişim sürecek, sürmeli de. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisi” der filozof Heraklitos…

Değişimin bir sonucu olarak Kemalettin Tuğcu’nun uzun hikâyelerine, Ömer Seyfettin’in didaktik öykülerine benzer öyküler göremiyoruz günümüzde. Yepyeni tarzlar, yepyeni beğeniler, moda yaklaşımlar görüyoruz. Her biri kendi kulvarında bir ekol olan Murathan Munganlar, Cezmi Ersözler, Murat Gülsoylar, Mehmet Erteler, Murat Uyurkulaklar var artık.

Dedik ya, “değişim.” Değişimin (hareketin) önkoşulu ise bir karşıt-tezin olması… Anti-tezi (karşıtı) olmayan şey yürümez; dogma haline gelir ve bir süre sonra da ölür.

Tıpkı sanat gibi sanatçı da muhalif olmak zorundadır. Topluma, düzene, eskiye hatta kendine bile...

İlginçtir, “Öyküde ne, nasıl değişmeli?”den önce, “öykü nedir?” sorusu takıldı aklıma muhalif olduğunu düşünen bir okur/yazar olarak. Bir sorunsal olarak zihnimi meşgul etmeye başlaması yazmaya başlamamın hemen ertesinde olmadı elbette. Birkaç kitaplık öykü karalamam gerekti bilinç yüzeyine çıkması için bu sorunsalın. Ve işin bir başka ilginç yanı, ne zaman cevaba yoğunlaşsam hayat denen taşkın beni alıp bambaşka yerlere sürüklüyordu; sırrını vermek istemiyordu sanki.

Yanılmıyorsam 2011 senesiydi, İlahi Adalet Komünizm’i yazıyordum. Tam kaçarken yakaladım cevabı kuyruğundan. Viyaklamasına aldırmadan çektim çıkardım deliğinden.

Meğer “öykü”, yaşam denen sihirli taşkının ta kendisiymiş ve yıllarca içinde yaşamışız ama mükemmel bir şekilde kendini gizlenmeyi başarmış. Aklım başımda: Bu ön kabulle birlikte en iyi öykücünün de Tanrı olduğunun farkındayım-ki öyle.

Bu sırra erdikten sonra abartılı kurguyu bırakmaya karar verdim. Yaşam, yontabileceğimiz yeterince malzeme sunuyordu bize çünkü.

Bu farkındalık sanat anlayışımda da radikal bazı kırılmalara yol açtı. Özellikle öykü sonlarına sarkan betimlemeleri estetik açıdan sorunlu bulmaya başladım. En azından buralarda ukalalığı bırakıp işi Tanrı’ya devretmemiz gerektiği kanısına vardım.

Düşünmekle de kalmayıp bu doğrultuda öyküler de yazmaya başladım. İlk yazdığım öykü “Küp Kokusu” oldu. (Varlık dergisinin stoğunda, bugün yarın yayımlanacak.) Peşinden diğerleri geldi: “Tabip”, “Kardeşim Osman”, “Sızımtı”…

En sonunda “betimsiz kurgu” adını verdiğim bu yeni yazım tekniğini bir “tanım”la temellendirmem ve yazın dünyasının ve okurların beğenisine açmam gerektiğine karar verip 2 Ocak 2019’da yazarı olduğum NND Sözlük’e bir madde olarak eklemeye karar verdim. Reddedildi. Çünkü “betimsiz kurgu” edebiyat literatürüne henüz girmemişti… Girmemişti çünkü henüz deklare etmemiştim. Bu reddedilme bir başka açıdan da tapu senedim oluyordu zaten…

“Öykü, roman gibi kurgusal metinlerin daha çok sonlarında, ölüm, hastalık, sarhoşluk, bayılma, korku, heyecan, gürültü, kelimelerin anlamını yitirmesi gibi kaos anları yaratılarak betimlemenin devreden çıkarılması ve kurgunun etkili diyaloglar, sayıklamalar ya da kopuk dış seslerle yürütülmesi tekniği…”

Sloganımız da şu olsun:

“3… 2… 1… Kayıt! Hayat akıyor…”