Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı akademisyenlerinden Dengin Ceyhan, Gezi Direnişi’nde piyanist Davide Martello ile birlikte konser vermiş, sonrasındaki Gezi anmaları etkinliklerinde konserlerine devam etmiş, Soma’da hayatını kaybeden madencilerin üniversiteye başlayacak çocuklarına üniversite hayatları boyunca burs vermeyi hedefleyen ve yedi ilde yapılması planlanan “Piano for Soma” etkinliklerinde yer almıştı.

Cumhurbaşkanı’na hakaret içerdiği iddia edilen bir mesaj gerekçe gösterilerek gözaltına alınıp sekiz gün bekletildikten sonra tutuklanan Ceyhan, daha sonra savcılığın itirazı üzerine tahliye edildi.

Sanatın ve sanatçının doğası gereği muhalif olması gerektiğini ifade eden Ceyhan, “Sanatçı sonradan muhalif olmaz, olması gereken konum muhalifliğin kendisidir. Biz bir eser çalıştığımız zaman onu iyi hâle getirene kadar çok emek sarf ediyoruz, bazen kendi çaldığımızı da beğenmiyoruz, kendimize muhalif oluyoruz ki daha iyisini yapabilelim. Diğer konulara da böyle bakmak zorundayız, sanatçı muhalif olmak zorundadır ki daha iyisini görelim. Ne sanat adına ne de sanatçı adına pozitif yorumlayabileceğim bir şey oldu şu son 16 yılda” diyor.

Ceyhan, Susma 24’den Sibel Oral’ın sorularını yanıtladı.

BirGün‘de çıkan yazınızda, “Yapılan her yanlış, yaşatılan her zulüm gelecekte insanlara en vurucu şekilde sahnelerde, sergilerde, konserlerde gösterilecektir. Bunun başlayacağı nokta ise insanların artık ‘Tamam’ dediği yerdedir” demişsiniz. Sizce artık gerçekten de insanların tamam dediği yere geldik mi?

Sanırım bu yere daha önceden gelindi, özellikle 2013’teki Gezi Direnişi bunun ilk göstergesiydi. Fakat halkın hem ekonomik hem de diğer yaşamsal sorunları öyle tavan yapmış durumda ki, ancak şu günlerde toplumun her kesiminden bir isyan çığlığını duyuyoruz. Mevcut iktidara oy veren insanlardan bile. Hoş, halkın çoğunluğu tamam dese de bu oy oranlarına nasıl yansır ya da nasıl yansıtılır orası bir muamma…

Bu noktaya geldiğimizde, nasıl bir Türkiye görüyorsunuz? Sindirilmiş, bastırılmış bir toplum mu yoksa hâlâ umudu olan bir toplum mu?

Sorunuzun içindeki tüm kelimeler aslında bizi yansıtıyor. O kadar çok yorgunuz ki, çok ağır travmalar yaşadı bu halk fakat her şeye rağmen nefes almaya devam ediyoruz ve nefes aldıkça umudumuz yaşamaya devam ediyor çünkü bizler böyle insanlarız. Umut olsun diye yaşamıyoruz, yaşam tarzımızın kendisi umut. On altı yıllık mevcut iktidarın kendisine oy vermeyenlere yaptığı baskıları, hatta kendisine oy verenlere bile belli sınırlar içinde davranılmasını benimseten politikaları artık ezberledik.

Gezi, Ankara Gar Katliamı, Güvenpark, Diyarbakır, Kayseri, Atatürk Havaalanı, Sultanahmet patlamaları sadece bir nefeste aklımıza gelen terör saldırıları, dahası da var üstelik. Her gün iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçiler, Soma ve Ermenek, sayısını tutamıyoruz artık… Her gün duyduğumuz kadın cinayetleri, kadın istismarları, çocuk istismarı, çocuk ölümleri. Bir türlü engellenemeyen ölümler. Bu kadar çok olay halkta tabii ki kalıcı travma bıraktı. Aynı acılar yaşanmasın diye herkesin çabası. Bu çaba da gelecek günlere umut ile bakmamızı sağlıyor. Sindirilmiş, bastırılmış ama her şeye rağmen umudu olan bir halkın çabası söz konusu.

Sanatın bugün iktidar mekanizmaları tarafından bastırılıp engellenmesi, yasaklatması, sanatçıları hedef göstermesi, aslında o mekanizmanın sanattan korktuğu anlamına mı geliyor?

Mevcut iktidarın en büyük isteği, hangi meslekten, hangi dilden, hangi dinden, hangi soydan olursa olsun, kişinin kendi zihniyetinde olması. Ne yaparlarsa yapsınlar ama bana oy versinler, benim zihniyetimi benimsesinler mantığı var. Belki birçok alanda bunu yapabildiler ama sanat alanında yapamadılar, yapamazlar; hiçbir iktidar yapamaz. Bu nedenle sanat kimsenin kölesi olarak kullanabileceği bir varoluş değildir. Yaptığımız iş çok emek sarf ettiren, dinlemeyi, görmeyi öğreten bir iş. Bunu yapabilenlerin bir yere bağlı olması, hele ki siyasî bir zihniyete, hele hele şu anki zihniyetteki bir siyasî oluşuma yakın olması söz konusu olamaz.

Peki, bu sizce biraz da, “muhafazakâr” bir çatısı olan iktidarın bunca yıllık icraatları arasında kültür sanat alanında çok ama çok zayıf kalmasından da kaynaklanıyor olabilir mi? “Çaykovski vesaire dinletirsek millet adam oluruz zannedildi” diye bir cümle kurdu sonuçta bu iktidar.

İktidar 16 yıl boyunca sanatın hiçbir alanına tek bir katkı bile yapmamıştır. Zayıf kalmayı geçtim, o kadar çok geriletildi ki her şey; bu da maalesef bilinçli bir politikanın sonucu. “Adam olmak” cinsiyetçi bir söylem, bunu kabul edemem, biz ona “insan olmak” diyelim. İnsan olmanın gerektiği şeyleri sıralamak gerekirse, okumayı, anlamayı, hoşgörüyü, yardım etmeyi, sevgi ve saygının ne olduğunu bilmektir. Bunlar bir kişide eğer yoksa, Çaykovski’nin de yapabileceği pek bir şey yoktur maalesef. Ayrıca klasik müziğin özellikle anne karnından itibaren çocuğa dinletilmesinin ve insanların günlük yaşantılarında klasik müzikle iç içe olmalarının ne kadar büyük faydası olduğu bilimsel bir gerçektir. Yıllar boyunca bu konu ile ilgili makaleler ve bilimsel tespitler yapılmıştır.

Sizin hikâyenizden devam edelim. Gözaltı ve tahliye sonrası hayatınızda ne değişti?

Değişik bir süreçti, tek yapmaya çalıştığım şey normal hayatımın akışına dönme isteğiydi. Ben sadece bir piyanistim ve siyasî bir figür olarak ortaya çıkma gibi bir isteğim ya da niyetim yoktu, o nedenle bir süre dışarıya kendimi kapatıp genelde piyano çalışmakla geçti diyebilirim o süreç.

 Hem o süreçte hem de sonrasında sanat camiasından -kişi ve kurumlar dâhil- nasıl destek aldınız? “Yalnız değilim” dediniz mi yoksa tüm bu olanların sonrasında sosyal medya destekleri sadece orada, ekranda mı kaldı?

Açıkçası beklediğimin çok çok üzerinde bir destek almışım, dışarı çıkınca bunu fark ettim. Güzel insanlar birikmiş etrafımda, herkes çok yardımcı olmaya çalışmış o süreçte, şanslı olduğumu hissettiğim bir süreçti.

“MADDE 64. – Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.” Siz, Anayasası’nda böyle bir maddesi olan bir ülkenin sanatçısısınız. Türkiye’de “muhalif sanatçı olmanın bedeli…” diye başlasam, nasıl devam ettirirsiniz?

Sanatçı sonradan muhalif olmaz, olması gereken konum muhalifliğin kendisidir. Biz bir eser çalıştığımız zaman onu iyi hâle getirene kadar çok emek sarf ediyoruz, bazen kendi çaldığımızı da beğenmiyoruz, kendimize muhalif oluyoruz ki daha iyisini yapabilelim. Diğer konulara da böyle bakmak zorundayız, sanatçı muhalif olmak zorundadır ki daha iyisini görelim. Ne sanat adına ne de sanatçı adına pozitif yorumlayabileceğim bir şey oldu şu son 16 yılda.

Sansürün Türkiye’de sadece “yasaklama” ile sınırlanarak yanlış algılandığını düşünüyor musunuz?

Mesela hedef gösterme, engelleme, ötekileştirme de birer sansür. Bu şekilde baktığımızda, herhangi bir vakada, özellikle sosyal medya kanallarında tüm bunların ve daha fazlasının yapıldığını görebiliyoruz…

Özellikle devlete bağlı sanat kurumlarının hiçbiri özgürce hareket edemiyor; yukarıdan bir uyarı gelir mi, şimdi laf yemeyelim mantığıyla hareket ediliyor. Bunun dışında daha çok muhalif görünen sanatçıların konser iptallerinden tutun da, sanatçılara yöneltilen tehditlere kadar her şeyi görüyoruz. Bu gelinen nokta da politik bir sebepledir. Huzursuzluk ve baskı ile bir şeyi çözmeye çalışanların çabasıdır.

Sanatta ifade özgürlüğü dendiği zaman, sanatın da “toplumsal hassasiyetlere saygı göstermesi gerektiği” söyleniyor. Bu toplumsal hassasiyet meselesi aslında birçok alanda karşımıza çıkıyor. Sanatta ifade özgürlüğünü siz nasıl tanımlıyorsunuz?

Toplumsal hassasiyet insanların işine geldiği gibi yorumlanabilecek bir şey değil, fakat günümüzde toplumsal hassasiyet bahane edilerek birçok şey kısıtlanıyor. Eğitimi tam oturmuş bir insan zaten karşısına ne gelirse gelsin ona göre adım atmasını ve ne söylemesi gerektiğini bilir. Herkes her şeyi sevmek zorunda değil ama sevmediği şeyi de aşağılamak kimsenin haddine değil, hele ki sanat konusunda. Elbette yapılan şeylerde dikkat edilmesi gerekir, hassas olmak gerekir. Fakat bu toplumsal hassasiyet bir siyasî oluşumun tekeli altında yorumlanabilecek bir şey değil.

Ve tabii aslında bir de hiç konuşulmayan otosansür var. Hiçbir sanatçı otosansür yaptığını söyleyemiyor…

Çok fazla baskı olsa da her şeye rağmen bir şeyi dile getirmek isteyen, ya sahnelerde ya şarkılarında ya da sergilerinde anlatıyor anlatacağını. Diğerleri ise zaten beş kuruş daha fazla kazanmak için kendinden vazgeçen kişilerdir…

Sizin otosansür yaptığınız, kendinizi frenlediğiniz oluyor mu?

Çok düşünmüyorum, sadece kontrollü olmanın doğru olduğunu düşünüyorum. Cevabını veremeyeceğimiz bir davranışın ya da bir söylemin kötü bir şekilde kullanılıp bize döneceği durumu söz konusu. Ama doğru olanı savunmaya elimden geldiğince çabalıyorum.

Bir de şu var; devletin Kürt bölgesindeki sanatçılara ve sanat kurumlarına karşı yürüttüğü sistematik bir baskı politikası vardı ve bunu aslına bakarsanız 90’lardan beri yapıyordu. Şimdi sadece Kürtlere değil, merkezde olanlara; İstanbul’a Ankara’ya ve salt sanatçılara değil, akademisyenlere, sanat kurumlarına da yapıyor. Zamanında Kürt bölgelerindeki sanatçılara merkezden destek verilseydi, dayanışma kelimesi anlamını daha dolu dolu bulur muydu?

Benim de içinde bulunduğum Y Jenerasyonu yıllarca doğuda olup bitenleri bilmedi, çünkü bunu gösterecek bir medya yoktu. 2013’te Gezi Direnişi itibariyle insanların kafasında birçok şey oturmuş oldu, insanlar empati yapmayı öğrendi; ülkenin her yerinin aynı olmadığını, herkesin eşit koşullarda yaşamadığını… Bu durumun yine en büyük sebebi de medyanın gözler önündeki durumudur. Ama artık eskisi gibi değil hiçbir şey, artık herkes birbirini daha iyi anlamaya, empati yapmaya çalışıyor. Geçmişte de günümüzde de hiç yalnız bırakılmaması gerekenler, dayanışma içinde olunması gerekenler çok yalnız bırakıldı, terk edildi. Bu, kendini solcu/sosyalist olarak görenlerin büyük bir ayıbıdır. Sadece sanat konusunda değil, her konuda… Bu durumlardan ders çıkarıp, geçmişte yapılan yanlışların tekrarlanmaması gerekir. Bizi bu karanlıktan kurtaracak en önemli şey dayanışmadır, her kesimin bunu çok iyi bilmesi gerekir.

Biraz da medyaya gelelim; çok değil, mesela beş yıl önce, en azından gazetelerin kültür sanat sayfaları vardı. Şimdi birçoğunun yok, olan da basın bültenleri, yandaş kurumların haberleri ile dolu. Bir ülkenin kültür ve sanat medyasının olmaması, o ülkenin sanatçısı için ne ifade ediyor?

İnsanlara sunulan şey kalitesiz bir popüler kültür, genel olarak kalitesizliğe sürüklenmesi istenen bir toplum var. İyi ve güzel ne varsa, insanlardan kaçırılıyor. Sanat gibi. Medya deseniz, zaten yorum yapacak kelime bulamıyorum. Tek dileğim, umarım bir an önce değişimin gelmesi, insanların rahat nefes alması ve sanatçıların da özgürce sanatlarını icra edebilmeleri ve bunu halkla buluşturabilmeleri. Umarım medya da biraz kendine gelir bu süreçte.

Peki, sizinle bitirelim. Kendinizi bu ara nasıl hissediyorsunuz? Yeni konserleriniz var mı?

Yoğun bir konser sezonunu geride bıraktım kişisel olarak. Ben ne kadar sahnede olursam o kadar kendimi iyi hisseden biriyim. Ama malûm koşullarda her yerde sahneye çıkamıyorum. Buna rağmen, yoğun ve keyifli bir konser sezonu geçirdim diyebilirim. Önümde bir iki konser kaldı, ufak bir sakatlığımın olması sebebiyle yaz tatilini biraz tedavi ile geçireceğim. Sonrasında yeni sezon için yeni bir repertuar çalışmaya başlayacağım. Umarım her şey yolunda giderse, ülkenin her yerinde konser vermek istiyorum. Tabii, bu da ülkedeki durumlara bağlı. Yine de insanlarla buluşmak için elimizden geleni yapacağız mutlaka.