Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in, Türkiye’yi de içine katarak, “Geçmişteki imparatorluklar geri geliyor!” uyarı ve benzetmesinden gaz alan ve “Asırlık Uyanış” perspektifi ile yeni bir açılımda bulunan dış politika çizgimiz, şahlanarak hedeflerine doğru koşarken, Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın “en samimi demokrasi” anlayışının Türkiye’de hayat bulduğu tezini öne sürmesi, dosta ferahlık ve düşmana azap sunulmasına sebep oldu. Bütün ölçütleri Batı ülkeleri koyuyor, biz ise ite kaka bunlara uymaya gayret ediyor ve doğal olarak arada bir bu yolda çuvallıyoruz. Belli olmaz, bu gidişle ileride Türkiye olarak “demokrasi samimiyet endeksi” teşkil edilmesi çalışmalarına öncülük edebiliriz. Birilerinin kafayı takarak sürekli takip ettikleri CDS primine rakip olarak, “ekonomik samimiyet puanı” oluşturabilir ve kafamıza göre dünya ülkelerine puan dağıtır, gereğinde bu puanlamayı bir nevi Osmanlı şamarı olarak kullanmayı biliriz. Bir asırdır bize dayatılan ve anlatılan masallardan sıyrılmak suretiyle kendi hikayemizi ortaya koymak işte böyle bir inisiyatif ve liderlik gerektirir. Hatta şüphesiz elzemdir. Şüphe duyanlarsa muhtemelen münafık ve fitnecilerdir.

Gerçekten de ülkelerin genel politika ve stratejileri yıldan yıla, dönemden döneme değişmez, en azından değişmemelidir. Örneğin, 1897 yılında Basel şehrinde toplanan Siyonist kongresinde, Avusturya asıllı Yahudi gazeteci Theodor HerzlEn geç 50 yıl içinde İsrail Devleti kurulacaktır” dediğinde, sayısı 200’ü bulan Yahudi delegelerden bile tepki almış ve kabul görmemiş, hayalcilikle suçlanmıştı. Zayıflamış da olsa, halen Osmanlı Devletinin egemenliği söz konusuydu ve Avrupa ülkelerinden, ABD ve Rusya’ya kadar dünyanın dört bir yanından Yahudilerin her şeylerini bırakarak ve hayatlarında kökten bir değişikliğe giderek Orta Doğu’daki bu topraklarda toplanması için keskin, net ve ikna edici bir neden yok gibiydi. Aradan geçen zaman içerisinde Osmanlı yıkıldı, anılan bu kongrede kararlaştırılan Siyonist programı doğrultusunda oluşturulan fon ile Filistin’de topraklar satın alındı ve bir devletin altyapısı meydana getirildi. Netice itibariyle, neredeyse bu toplantıdan 50 yıl sonra, 1948’in Mayıs ayında, İsrail Devletinin Kuruluş Deklarasyonu ilan edildi. Bugün aşağı yukarı tüm dünya ülkeleri tarafından tanınan bu devlet, büyük abisi ABD ile birlikte dünyayı yönetiyor, Müslüman Arap ülkelerini bile kendi safına çekiyor, savaş ve barışı avucunda tutuyor.

11 Eylül 2001 saldırılarından 1 ay önce 14 Ağustos tarihinde Ak Parti kurulmuştu. 7 Ekim 2001’de ise ABD, Afganistan işgaline başlar. Bu sırada Ekim 2002’de Bahçeli’nin koalisyonu bozarak aniden “seçim istiyorum” çıkışı üzerine, Türkiye’de seçim yapılması kararlaştırılır. 2 Kasım tarihli genel seçimlerde Ak Parti %34 oy oranı ile iktidara gelir. Ak Partinin birinci ve ikinci dönemleri arasında iç ve dış politikada olduğu kadar ekonomi yönetiminde de gerçekleştirilen ve yaşanan şaşırtıcı yaklaşım farklılıkları ve özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, yine Bahçeli’nin yön vermesi ve yol açması ile ulaşılan yönetimi biçimi (ve aslında rejim) değişikliği, Erdoğan’ın parti toplantılarında ve seçmenle buluşmalarında sıklıkla tekrarladığı 2023-2053-2073 hedeflerinin deruni ve gizil anlamları, içsel algılanmaları, potansiyel yansımaları ve emareleri hakkında birtakım ipuçları veriyor. Yaşadıkça görüyoruz, gördükçe yaşlanıyoruz...

“Her zaman doğruyu söylemeli, fakat her doğruyu her zaman söylememeli” mealinde bir söz vardır. Bilinen her hakikat ve her gerçek zamansızca dile getirildiğinde, birileri üzülür ve hatta pişman olur. Fakat bu ölçüt dâhil her şeye rağmen gerçeğin er geç ortaya çıkmak gibi de bir adet ve alışkanlığı vardır. Nicolaus Kopernik Polonya’nın Frombork kentinde 1543 yılındaki ölümüne çok yaklaştığını hissedinceye ve emin oluncaya kadar, dünyanın güneş etrafında döndüğünü ortaya koyan buluşunu yayınlamaya cesaret edememişti. Oysa daha cüretkâr olan gezgin ozan Bruno, ülke ülke gezerek Kopernik’in bu “dünya evrenin merkezi değildir. Sadece güneş sistemindeki herhangi bir gezegendir” fikrini yaymaya çalıştı. Bunun sonucunda on sekiz yıl boyunca hücrede yaşadı. Bu yaptığından pişmanlık duyduğunu söylemeyi bir türlü kabul etmedi. Neticede Roma’daki Campo dei Fiori’de, ciddi bir kalabalık önünde cayır cayır yakılarak can verdi. Öyle inatçıydı ki, ölüm anında bile dudaklarına yaklaşılan İsa figürlü haçı öpmedi ve başını diğer yana çevirdi. Bundan birkaç yıl sonra, kendi geliştirdiği teleskoplar ile 1610 yılında Sidereus Nuncius (Yıldız Habercisi) isimli kitabıyla Kopernik’in “Güneş Merkezli Galaksi” buluşunu teyit eden Galileo da keza “dine küfretmek” cezası ile hapse atıldı. Sorgulama sırasında çark etti ve bu sayede 1642’de 77 yaşına kadar yaşamayı başardı. Ömrü boyunca ev hapsinde tutuldu ve ölümüne dek herhangi bir şekilde kitap yayınlaması yasaklandı. Roma Katolik Kilisesi ancak 359 sene sonra Galileo’nun haklılığını kabullendi. Sözün kısası, her şeyin bizim etrafımızda döndüğü ve tüm dünyanın kafasını bize takmış olduğu sanrısı da, bir süre karşı çıkanların başını az çok belaya sokar. Ama gün gelir, o yalın gerçek elbette tebellür eder...

Burada bir de Yakup Kadri’nin şu sözlerine kulak verelim: “Bir adam; nasıl bir millet haline girer? Bir millet, kendini bir tek adamda nasıl bulur? Fertle kollektivite arasındaki bu ‘eriyip meczoluş’ hadisesi, ne gibi esrarlı cemiyet kanunlarının tesirleri altında vuku bulur? Bütün bu noktaların izahını bilgiç ve tahlilsever tarihçilere bırakırım. Böyle bir işi, ancak, gelecek nesillerin içinden yetişecek objektif bir zekâ başarabilir.”

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Atatürk”, 1991, sayfa 38)