Epey bir süredir Antalya’da yaşıyorum. İki gündür dostlarım durmadan arayıp soruyor, "iyi misin, lütfen dikkatli ol, dışarı çıkma, ortalıklarda dolaşma, ortam sakinleşene dek bizde kal, misafirimiz ol, evinde kalma bize taşın" diyorlar. Annem-babam ısrarla ve bıktırırcasına "sakın sokakta Kürtçe konuşma, kimseyle muhatap olma, mümkünse sokağa çıkma" diye tembihte bulunuyor, sık sık da telefonla yokluyorlar. Slogandan çok ürkütücü bir uğultuyu andıran sesler, korna sesleri, ambülans ve polis sirenleri odama doluyor. Bu kavurucu sıcaklara kara/karanlık ve amorf bir kalabalığın yarattığı dehşet duygusu eşlik ediyor.

Annemi sabah kemoterapi için hastaneye götürdük; “sakın Kürtçe konuşma” diye sıkı sıkıya tembih ettik, zaten Türkçeyi de yok denecek kadar az biliyor; yani sus dedik. Kürt kadınlarına özgü başörtüsünü çıkarıp bir yazma takmasını teklif ediyor aileden biri, annem “öldürseler de böyle gideceğim,” diyor. Hastanede yengem telefona cevap verirken boş bulunup Kürtçe konuşuyor, yan taraftan bir adam hışımla gelip, “ne olacak askerlerimizin polislerimizin hali,” diye çıkışıyor, yengem hızla uzaklaşıyor oradan. Neyse ki sağ salim çıkabiliyoruz hastaneden. Ama yarın da gitmemiz gerekiyor. Sonra öbür gün…

Bir arkadaşım, Gülay, telefonda ısrarla seni alayım bizim evde kal, diyor. Şimdilik gerek yok, diyorum, sorunun tek başına benim kişisel güvenliğim olmadığını, bu simsiyah tablonun beni üzdüğünü anlatmaya çalışıyorum. Çok sevdiğim kadın bana “düzelir her şey, hak yerini bulur, buna inanıyorum, çünkü biz mazlumuz,” diyor,

“BEN TAŞTAN BİR ÇİÇEĞİM”

Sokaklarında yere düşen çöpleri topladığım, sokaklar kirlenmesin diye çer-çöpleri cebimde taşıyarak yaşadığım bu şehir bir tür hapishane olmuş sanki. Hoş hapishane deneyimi hayatımın bir parçası, yabancısı değilim. Gece yine şehrin tüm seslerini bastıran kulak tırmalayıcı bir gürültüyle "ava çıkan" nefret dolu bu kara kalabalığın tehditkâr saldırganlığı canımı sıkıyor. Işığı ve şiiri sönmüş o karanlık zindan gecelerini anımsatıyor bana. Müzik açıyorum, bu sinir bozucu uğultuyu duymamak için. Ömrü sürgünde son bulmuş İranlı sanatçı Hayedeh’i dinliyorum, Gola Sangam, diyor, “Ben taştan bir çiçeğim/Özlem dolu gönlüme dair ne söyleyeyim/Eğer benim üzerime güneş gibi parlamazsan/Soğuk ve renksiz olacağım.”

DEĞİŞEN PEK BİR ŞEY OLMAMIŞ DEMEK Kİ

Sosyal medyada nefret, intikam ve şiddet dolu çağrılar yaparak bu kötülüğün bir parçası olan birçok insanı tanıyorum; geçmiş günlerde onlarla edebiyat, sanat, siyaset, hayat ve aşk üzerine epey muhabbet etmişliğim var. Şimdi intikam ve nefret kakofonisine katılıyorlar. Ölümü çağırıyorlar. Komşularının, ”kardeşiz” dediklerinin cesetleri üzerinde tepindiklerinde her meselenin çözüleceğini söyleyenlere ortak oluyorlar. Ölüm haberleri geliyor. Yağmalanan işyerlerinin, evlerin, linç edilen tarım işçilerinin görüntüleri, Atatürk büstünü öptürdükleri Kürt işçinin fotoğrafları düşüyor bilgisayar ekranına. Gözlerimin önünde işkencehanelerde ve hapishanelerde işkence altında bize bayrak öptürdükleri, işkence olsun diye kulak patlatırcasına İstiklal Marşı okuttukları görüntüler canlanıyor. O günden bugüne bu “kutsalları” öptürerek diz çöktürdüğünü sanan anlayışın kitleselleşmesi dışında değişen pek bir şey olmamış demek ki.

Ben hayatım boyunca, sokakta Türkçe konuştuğu veya Türk olduğu için bir tek fiske yiyen birini görmedim, duymadım memleketim Batman’da, bilakis ihtimam gösterilmiştir.

NASIL BAKACAĞIZ BİRBİRİMİZİN YÜZÜNE?

Peki, şimdi ne yapmamız gerekiyor? Ben de birlikte bir yaşam imkânı yaratabileceğime dair umudumu nefret dilini pompalayarak mı büyüteceğim? Her an yolumu bir yerden kesecek bu tehditkâr ve zalim kalabalıktan uzak durarak bu şehirde nasıl sürdüreceğim yaşamayı? Daha da önemlisi nasıl bakacağız birbirimizin yüzüne? Ben “halkların kardeşliği”ne inanmayı sürdürsem de o her tarafı paralanmış halde Atatürk büstünü öptürdükleri ve bu “zaferi” göstermek üzere fotoğraflarını sosyal medyada paylaştıkları yoksul işçi inanacak mı bir daha bu kardeşliğe? Vurulmuş 10 yaşındaki çocuğunu derin dondurucuda bekleten anneye kim, neyi, nasıl anlatacak?

Üzgünüm. Çok üzgünüm…