Söyleşi: Eylem Yılmaz / [email protected]

Romanlarıyla Kürtçe’nin gelişmesine büyük katkısı olan Mehmet Uzun, Yaşar Kemal’in deyişiyle dikenli yolları açmıştır. Kürtçe, Türkçe, İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dile çevrilen yazarın değeri kendi ülkesinde ne yazık ki bilinememiştir. Ülkesinden ayrılmış, 1981’de Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır. 2001’de Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülü dahil olmak üzere pek çok ödüle layık görüşmüştür. Yaşamını yitirdiği 2007 yılında Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nda düzenlenen cenazesine 30 bini aşkın kişi katılmış, vasiyeti üzerine Yaşar Kemal, Şerafettin Elçi ve Ahmet Türk konuşma yaparak; barış ve diyalog çağrıları yapmıştır.

Kadını, “Kadın, bir dünyadır, bir hayattır, bir sevdadır. Ve kadın koca bir devrimdir...” diye tanımlayan Mehmet Uzun, aşkı ise “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” kitabında farklı noktalarda durup birbirine özlem ve sevgiyle bakan ama aşk için bile olsa ilkelerinden vazgeçmeyen iki genç üzerinden uygulanan ayrımcı politikayı eleştirerek anlatır.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne özel biz de eşi Zozan Uzun’la konuştuk. Mehmet Uzun’un kaybı ile hayatında neler değişti? Ne gibi zorluklar yaşadı? Türkiye’deki kadın politikaları ile ilgili neler düşünüyor? Kürt sorununun bugün geldiği noktaya ilişkin görüşleri ve önerileri nedir? Leyla Güven’in açlık grevi ve partilerin kadın temsiliyetine ilişkin görüşleri nedir?

Söz Zozan Uzun’da…

Siyasi ve toplumsal kutuplaşmanın artması ve Kürt sorununda tekrar çatışmalı bir sürece girilmesi yine en çok kadınları etkiliyor. “Analar ağlamasın” sözüyle başlayan bir çözüm süreci bugün anaların ağladığı bir sürece evrildi. Bu slogan kadını yalnızca anne olarak nitelendirdiği için eleştirilmişti de. Siz dünden bugüne yaşananları özellikle kadın özelinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyasal ve toplumsal kutuplaşmanın olduğu her ortamda maalesef biz kadınlar bu kutuplaşmadan en fazla nasibini alan toplum kesimi oluyoruz. Nitekim Türkiye’deki Kürd sorununun çözüme kavuşturulması yönünde başlatılan ‘çözüm süreci’nde öne çıkarılıp daha sonra mağdur duruma düşürülen ve bir araç olarak kullanılan gene biz kadınlar olduk. Bence ‘analar ağlamasın’ ya da ‘anne’ kavramlarına fazla takılmamak lazım çünkü asıl olan biz kadınların bu kavramların içini nasıl doldurup zenginleştirdiği ve işlevselleştirdiğidir. Maalesef bu iki kavramda da biz kadınlar erkekler tarafından cephenin önüne sürülüp işlevsizleştirildik. Bilinçli ya da bilinçsizce ve biz kadınlar bunun farkına ya varamadık ya da bize biçilen roller içinde kalıp işlevsizleştik. Oysa biz kadınlar, gerek kadın kimliğimizle gerekse anne, eş, evlat ya da adını ne koyarsanız koyun kendi öz kimliğimizle gerekli rolümüzü oynamadık. Ve o yüzden de bu süreçte tayin edici işlevsel bir rol oynamadık maalesef.

Çözüm Süreci’nde kadınların katılımı ile ilgili yaklaşım sorunlu bulunuyordu. Örneğin Akil İnsan Heyeti’nde kadınların sayıca azlığı ve yine sivil toplum kuruluşlarında da kadınların sayıca az olduğu biliniyor. Türkiye’de kadın temsilinin artması için sizce atılması gereken öncelikli adımlar nelerdir?

Ben şahsen kadınların oluşturulan heyetlerde ya da çalışmalarda niceliklerinden çok niteliklerine bakarım. Burada eğer biz kadınlar nitelik olarak yeterli donanımda olsaydık daha işlevsel olurduk diye düşünüyorum. Tabii ki nicelik olarak eşitlik sağlanması lazımdı ama kanımca işlevsellikleri ön planda olsaydı bütüne daha iyi bir etki edebilirdi ama olmadı. Türkiye’de kadın temsili tabii ki önemli ama bence biz kadınların temsiliyetini fazlalaştırsak da nitelik olarak artırıp geliştirmediğimiz sürece erkek egemen sistemin çıkarlarına hizmet etmeye devam edilecektir. O yüzden bence biz kadınların ve bizi temsil eden kadın kurum ve kuruluşların öncelikle kadınlarımızın bilgi, beceri, yetenek ve işlevsellik yönünden niteliklerinin arttırılmasına yönelmesi daha öncelikli olmalı.

BM Güvenlik Konseyi 1325 no’lu kararı (2000), kadınları çatışmaların yalnızca kurbanları (bir savaşma aracı olarak şiddet ve tecavüz de dahil) olarak gören bakış açısından, onları çatışmaların çözümlenmesi, barışın inşası ve korunmasında erkeklerle eşit şartlarda görev alan aktörler olarak gören bakış açısına geçişin öneminin altını çiziyor. Türkiye imzası olan bu kararın uygulanmasına yönelik ne yazık ki şu ana kadar hiçbir adım atmamış durumda. Türkiye’de kadın temsilinin artması açısından bu gibi kararların uygulanmamasını nasıl yorumluyorsunuz?

Şüphesiz BM Güvenlik Konseyinin 1325 no’lu kararı önemlidir ama bunun pratikleştirilmesi bence çok daha önemlidir. Tabi bu kararın bağlayıcılığı ve uygulanmasında kontrol edici olunmasını temenni ederdim. Çünkü Türkiye gibi sadece imza atmakla kalmayı yeğleyen ülkeleri yükümlülük altına sokardı. Öbür yandan sadece karar alıp ya da bu kararları ilan edip, imzasını atmış ülkelerin sayısını sıralayıp sonra BM Güvenlik Konseyi kararları arşivine yeni bir karar olarak atmak yerine uygulanmasını teşvik edici, sağlayıcı tedbirler alması daha iyi olurdu BM’nin. Yukarıda dediğim gibi Türkiye’deki kurum ve kuruluşlarda kadın temsilinin artması ve kadınların önüne konan cinsiyete dayalı ayırımcılığın önüne geçilmesi için öncelikle bu konuda çalışan, çabalayan kadınlarımızın nitelik yönünden daha gelişkin olması gerekir. Nitelik yönünden kendini kanıtlamış kadın hareketlerinin Türkiye’deki resmi ve sivil kurumlarda nicelik açısından yapılan eşitsizliği gidermeleri sorun olmaz diye düşünüyorum. Türkiye’nin bu kararları uygulamada ciddiyetsiz davranmasının bir sebebi de biz kadınların eylemsellik noktasında işlevsel ya da sonuç alıcı faaliyetlerimizin yetersiz olmasından ileri geliyor. Tabii bu benim var olan mücadeleyi, çabayı görmediğim anlamına gelmiyor. Bedeller vererek kazanılmış pek çok hak var ama sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi bütün bunlar kadının aleyhine olan olumsuz durumları gidermiyor.

Türkiye’deki kadın hareketi görece genç bir hareket. Sizce Türkiye’de kadın hareketi veyahut feminist hareket ne kadar yol aldı? Gelişimine ilişkin değerlendirmeleriniz neler?

Türkiye’deki kadın hareketinin genç bir hareket olduğu tespiti sizin tespitinizdir, ben bunun tam tersini düşünüyorum. Çünkü Türkiye kadın hareketi Cumhuriyetin kurulduğu hatta Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri süre gelen ve kökleri olan bir harekettir. Tabi zaman ve şartlara göre dönüşüm geçirip farklı durumların içine girdi. Hep fikir, düşünce, hareket ve eylemlilik noktasında genç kaldı ama köklerinden hiç kopmadı bence. Siyasal, toplumsal – sınıfsal mücadelenin içinde hep yerini aldı. Türkiye’deki feminist hareket, feminist inisiyatif konusunda hep dışa bağımlı olması, kendi içinde Türkiye’ye özgü ya da Türkiye şartlarında bir feminist hareket yaratmaması bence en büyük eksiği oldu. Oysa kendi özgünlüğünde bir hareket yaratabilseydi uluslararası feminist hareketlere de farklı alanlarda katkı sağlayabilirdi bence. Demem o ki Türkiye’deki feminist hareket biraz dışarıdaki feminist hareketleri taklit etti.

Marsha Lichtenstein feminizm ve dönüştürücü arabuluculuğun bazı ortak değerleri vurguladığını söyleyerek, bunlardan en önemlisinin dönüştürücü arabuluculuğun yani uyuşmazlık çözümünün feminist sosyal-psikolojiden “empati”yi öğrenmesi olduğunu söyler. Türkiye’de empati ve dinleme kültürü sizce ne kadar yaygın? Kadınlar bu alanda gelişimi sağlayacak öncü güç olabilir mi?

İşte tam da dediğim buydu. Türkiye’deki kadın hareketleri kendi sembollerini yaratmalıydı. Uluslararası kadın hareketleri öncülerinin perspektif ve çıkarımları Türkiye’deki feminist hareketler için tabi ki önemli, ama neden biz kendi öncülerimizi yaratamadık? Neden hep dışarıda bilindik feminist kişileri önceleyip kendi feminist ikonlarımı yaratamıyoruz? Oysa Türkiye’deki feminist kadınların toplumsal alanda karşılaştıkları zorluklar, engeller Avrupa ya da Batı’daki bir ülkede feminist kadının karşılaştığı zorluklar ile aynı değildir. Daha farklı ve zorludur. Bizim kendi şartlarımızı, kendi çözümlemelerimizi yapıp ortaya çözüm koymamız, bulmamız lazım diye düşünüyorum.

Türkiye’de kadın Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte “cumhuriyet kadını” olarak sembolleştirilirken bugün “anne” olarak öne çıkarılıyor. Kadının bu şekilde sembolleştirilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Özünde ‘Kadın’ mücadeledir, devrimdir, yeniliktir. Cumhuriyet’in kuruluşunda kadın yeterli olmasa da yerini almış, üzerine düşen rolü oynamıştır. Cumhuriyet’in dönüşmesinde önemli rol oynadığı için Cumhuriyet Kadını olarak sembolleştirildi. Sonrasında sadece sembol olarak kaldı ve kadına toplumda, siyasal ve sosyal alanda gerekli önem verilmedi. Eğitim alanında da geride bırakıldı. Ailede erkeğin insafına terk edildi. Ama kadın hareketi buna karşı mücadelesini hep sürdürdü. Kadının içi boş bir sembol olarak bırakılmasına karşı çıktı. Bunun için bedeller ödedi ve maalesef hala ödemekte. O yüzden tekrar vurgulamakta yarar görüyorum kadın hareketleri, örgütleri kendilerini bilgi, beceri, teknik, örgütlülük, dayanışma alanlarında daha vasıflı yani nitel hale getirmeli. Bu zorlukları, engelleri biz kadınlar, feminist hareketler ancak böyle aşabiliriz.

Geçtiğimiz hafta 28 Şubat’ın yıldönümüydü. Türkiye’de kadının bir de başörtüsü sorunu var. Halen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Sizin buna ilişkin görüşünüz nedir?

Bu toplumda hala kadının bir cinsel meta olarak görüldüğünün devam ettiğini gösteriyor. Kadının nasıl giyinip kuşanacağı, nasıl hareket edeceğine toplum ya da siyasi düzen karar vermemeli. Bireyin kendi kararı, kendi tercihi olmalı. Türk toplumu artık bireylerin dış görünüşünden çok beyinlerinin içindeki yaratıcı fikir ve düşüncelerle ilgilenmeli. Var olan toplumsal düzenin kadın - erkek ayırımı gözetmeksizin nasıl geliştirilip, sürekli gelişen teknik ve bilimsel gelişmelerle güncellenebileceğine odaklanmalı. Toplumu ve toplumu oluşturan bireyleri rahata, ideal olana ancak böyle ulaştırabiliriz. Türbana, çarşafa ya da bırakılan sakala, bıyığa takılırsak bir arpa boyu yol alamayız ve hep beraber kaybederiz bence...

Biraz da sıcak gündeme ilişkin değerlendirmelerinizi almak isterim. Yerel seçime gidilirken partilerin hem kadın temsiliyeti hem de genel politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yerel seçimlerde maalesef yeterli kadın kotası göremedim partilerde. Buna yaklaşan partiler oldu ama doğrusunu söylemek gerekirse bu temsiliyeti sağlayan ya da sağlayacak kadınların nitelik olarak ne kadar yeterli oldukları konusunda bilgi sahibi değilim. Sadece kadın olduğu için seçildiyse ve seçildiği makam ya da görevin hakkını veremiyorsa ya da erkek egemen zihniyetle seçildiği ya da seçileceği görevi, makamı yürütecekse gene biz kadınlar için değişen bir şey olmaz.

Kadın temsiliyeti dışında bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “HDP’lilerin bu ülkede yeri yok” açıklaması oldu. Buna ilişkin yorumunuz ne olur?

Ben sorunuzu anladım. Tek tek partiler arasında bir karşılaştırma yapmak yerine, daha çok nitelik anlamında temsiliyetin önemli olduğuna vurgu yapmak istedim. Şöyle ki; A partisinin listelerinde göstermiş olduğu kadın aday sayısı 100 ama B partisinin göstermiş aday sayısı 10. Ama B partisinin 10 tane kadın adayının nitelik, donanım ve yetkinlikleri o A partisinin 100 kadın adayıyla eşdeğer ya da daha fazla etki ve işlevselliğe sahip olabilir demek istedim. Cevaplarım yeterlidir.

Leyla Güven'in başlattığı açlık grevlerine ilişkin değerlendirmeniz nedir? Açlık grevi sizce doğru bir yöntem mi?

Leyla Güven’in başlatmış olduğu açlık grevi konusunda herhangi bir yorumda bulunmam doğru değil. O kendi kararıdır ve kararına saygı duyuyorum. Açlık grevine girmiş olan insan öyle ya da böyle fiziksel ve psikolojik olarak grevin belli aşamalarında bedel ödemeye başlıyor. Prensip olarak ben özellikle biz kadınların bedeller ödemeden haklarımızı elde etmemizin zamanının gelip geçtiği kanısındayım. Bedeller ödemeden, hakkımız olanı almak, elde etmek için yol ve yöntemler bulmamız, yeni teknikler, perspektifler geliştirmemiz lazım. Tabi bunun için de eğitimli, kalifiye birey öncelik olmalı...

Bugün birçok yazar, akademisyen, milletvekili tutuklu ve çok sayıda kadın çocuklarıyla hapishanede. Bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, maalesef pek çok gazeteci, yazar, akademisyen hatta parti başkanları tutuklu. Bunun yanı sıra anneleriyle bedel ödeyen onlarca masum, günahsız çocuk hapiste büyümekte. Bunlar insanın vicdanını yaralayan, toplumda ciddi travmalar açabilen durumlar. Siyasi farklılıklarımıza saygı göstermeli, diyalog dilini geliştirmeli ve toplumu ayrıştırmaya götürecek karar ve söylemlerden kaçınmalıyız. Bu kötü bir süreçtir ve umuyorum bu süreç en kısa sürede geçecektir, tekrar barışı konuştuğumuz zamanlar gelecektir.

Ahmet Altan örneğin “darbecilik” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Ahmet Altan, değerli bir entelektüel, yazar ve gazetecidir. Ona atfedilen suçlamalar ve neticesinde verilen hüküm doğru değildir. Türkiye için bir kayıp ve tarihine kara bir leke olarak geçecektir bu karar. Umarım bu yanlıştan tez zamanda dönülür ve sevgili Ahmet Altan’ı tekrar aramızda görürüz.

Yeni bir Çözüm Süreci başlar mı sizce? Sizce bir öncekindeki hatalar neydi, yeniden başlarsa neler yapılmalı, nasıl ilerlenmeli?

Tekrardan yeni bir çözüm süreci bağlayacağı umudunu hep korudum, korumaya devam ediyorum da. Geçmişte yapılmış şeyleri hata olarak nitelendirmek bize herhangi bir şey kazandırmaz ama ben eğer tekrardan yeni bir barış yada çözüm süreci başlarsa tarafların daha cesur kararlar vermesi gerektiğine inanıyorum. Korkarak çözümler aramak yerine cesurca ayrılıkları gidermeye çalışmaları daha yerinde olur. Çünkü savaşları başlatmak nasıl cesaret gerektiriyorsa barışı da getirmek cesaret gerektirir ve bu cesareti taraflar göstermeli bence...

Son sorumu biraz sizin özelinizde sormak isterim. Mehmet Bey'in kaybının ardından hayatınızda neler değişti? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

‘Pismam’ yani amcaoğlu derdim eşim Mehmed Uzun’a. Çünkü o aynı zaman da akrabamdı. Onun fiziksel olarak aramızdan, ailemizden ayrılması tarifi imkansız acılar yaşattı. Bana, ailemize ve Kürd edebiyatına bıraktığı paha biçilmez miras onu hem sevdiklerinin yüreğinde ölümsüzleştirdi hem de fiziki yokluğuyla bıraktığı büyük boşluğu bir süre sonra farklı bir evreye çevirdi. Zorlukları çok oldu. Hem bir anne hem bir eş olarak onun yokluğunu çok hissettik ama dediğim gibi onun bize bıraktığı manevi miras bizi ayakta tuttu, bize sürekli güç verdi ve hala da hem bana hem de çocuklarımıza vermekte. Gönül isterdi ki daha fazla imkan olsun Kürd edebiyatına daha fazla ölümsüz eserler kazandırsın ama maalesef ölümcül hastalık onu aramızdan erken aldı.