Türkiye’nin önde gelen Kürt aydınlarından biri Tarık Ziya Ekinci.

Ve Kürt kimliğine vurgu yaparak Meclis’e giren ilk milletvekili.

1965’te, Türkiye İşçi Partisi’nden Diyarbakır milletvekili seçilen ve 1967’de TİP’in başlattığı, bir yıl süren Doğu Mitingleri’nin tamamına katılıp zihin açıcı konuşmalar yapan Ekinci, demokrasi ve insan haklarının yanı sıra Kürtlerin kimlik ve kültürel haklarının asırlık savunucusu olarak tanınıyor.

1926’da Lice’de doğan Ekinci, Cumhuriyetin, Türkiye’deki solun, Kürt sorununun ve Kürt siyasi hareketinin kristalleştiği bir hayatın sahibi.

Bir asra yaklaşan bu hayat, Türkiye tarihinin de bir özeti gibi.

Fırat’ın doğusuna geçmenin yasak olduğu 1940’larda, 1950’lerde Kürt uyanışı denilen süreci yaşadı Ekinci. 60’larda o da Kürt siyasi aktörlerden biri oldu.

12 Eylül darbesiyle birlikte defalarca gözaltına alındı, işkence gördü.

Öldürüleceğini anlamasıyla yurt dışına çıkmak zorunda kaldı, Paris sürgünü sekiz yıl sürdü.

Dönüşünün ardından ilk Kürt partisi olan HEP’in kuruluşunda yer aldı ve sonrasında da Kürt siyasi hareketini hep çok yakından takip etti. Çok sayıda kitap yayınladı.

Ekinci bugün Kürt sorununda bir kilitlenme yaşandığını söylüyor. Çıkışı ise PKK-BDP-KCK hattının kendi içine kapanmaktan vazgeçip Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sunmasında görüyor.

 

CHP ve BDP mahkemenin tahliye etmediği tutuklu vekiller nedeniyle TBMM’yi boykot ediyor. Ne diyorsunuz?

Bu önemli bir sorun. Bunu aşmadan TBMM’nin çalışması hem Türkiye hem dünya kamuoyu hem de demokrasi açısından akıllıca olmaz. Yeni anayasa yapması söz konusu olan meclisin bütün gruplarıyla birlikte çalışacak bir konumda olabilmesi gerekir. Cumhurbaşkanı’nın girişimlerinden ne çıkacağını henüz kestiremiyoruz ama Başbakan, “sorumluluk tamamen size aittir. Siz hukukun üstünlüğünü ve kuvvetler ayrılığı ilkesini düşünmeden bu isimleri aday gösterdiniz, bu sonuçlara katlanmak zorundasınız” tavrı içinde. Parti yetkilileri de bu yönde açıklamalar yapıyor ve bu, CHP ve BDP’yi zora sokuyor ve sonuçları kabul etmeye zorluyor.

Siz ne düşünüyorsunuz?

Meclise katılmalarını, Başkanlık Divanı için aday göstermelerini bekliyor ve başka da yol göremiyorum. Bunu yapmaları şart. Başkanlık Divanı, küçük meclis demektir. Bütün parti gruplarının temsili gerekir. Divan’ın aldığı çok önemli kararlar olabilir çünkü.

MECLİSE MUTLAKA GİRMELİLER

Boykot kararlarını kaldırsınlar, diyorsunuz…

İster istemez kaldırmaları gerekir, eğer parlamentonun bütün etkinliklerine katılmak istiyorlarsa. Yoksa Ekim ayı geç olur. Önemli olan Başkanlık Divanı’nın oluşmasıdır ve kararı kaldırmazlarsa Divan’ın bütün üyeleri AK Parti ve MHP’den oluşur. Bu, hem AKP hem boykot eden partiler açısından son derece zor, çapraşık bir durum. Bu aşılmadan ekime kadar beklenmesi ve Başkanlık divanının oluşması yanlış olur.

CHP bu kararından vazgeçer de Divan’a üye verirse BDP’nin boykotu tamamen etkisiz hale gelir.

Hatip Dicle olayı çok daha karmaşık ve sıkıntılı görünüyor, değil mi?

Türkiye’de fiili bir durum var. Herkes Kürtçeyi rahatça konuşuyor, “Kürtler var ve hakları da tanınmalı” diyor, hatta Kürtlerin de kendi kendilerini yönetebilecekleri şekilde Türkiye geneli için böyle bir düzenleme yapılmalıdır, diyor. Bölgesel özerklik mi tanınacak, topyekûn Türkiye’de eyalet sistemine mi geçilecek diye tartışılıyor. Hem devlet, hem hükümet yetkilileri BDP’nin ve aynı zamanda PKK’nın önemsediği ve lider olarak gördüğü Öcalan ile görüşüyor. Artık bu aşamaya geldikten sonra bir kişinin Öcalan’ı methetmesi ya da Kürt meselesiyle ilgili bir konuyu açıklarken PKK’yı anmasında suç unsuru aranmaması lazım. Fakat yürürlülükteki kanunlarda bu var ve istediğiniz zaman uyguluyorsunuz. Biz konuşuyoruz, bir gazeteci yazıyor suç sayılmıyor ama bir başkası konuşunca takibat yapılıyor ve hüküm giyebiliyor. Hala x, w, q harflerini kullanmak kanunen yasak.

Yani fiili bir durum var ancak bunun yasal dayanağı sağlanmamıştır. Türkiye’de yasalar toplumsal gelişmenin çok arkasında kalmış durumda. Anayasayı, kanunları toplumsal gelişmeye uyduramadığımız müddetçe bu tür sıkıntıları hep yaşayacağız. Hatip Dicle’nin durumu böyle…

FİİLİ DURUM VAR, YASA YOK

Hatip Dicle’nin temsil ettikleri, sembolik anlamları üzerinden yürüyor sanki bu itiş kakış…

Hatip Dicle hem PKK’nın, hem BDP’nin çok etkin isimlerinden biridir. Vaktiyle HEP’in genel başkanlığını yapmış. 10 yıl cezaevinde yatmış. Çok önemsenen bir şahsiyettir. Böyle bir zamanda mutlaka parlamentoda olmalı deyip aday göstermişler. Savcılar, yargıçlar da herkesin ifade ettiği bir şeyi söyledi diye tutmuş onu yargılamış ve Yargıtay da onaylamış. Gerekçe olarak da bölücü eylemlerde bulunmayı alışkanlık haline getirmiş olması demişler. Oysa bu kararı vermeyebilirlerdi. Bu açıdan, toplumsal gelişmenin gerisinde kalan yasaların böyle keyfi biçimde uygulanmasına Türkiye’nin tahammülü yoktur.

Yasaların fiili duruma denkliği sağlanmalı o halde, herhalde?

Hükümetin de öteki partilerin de bunu böyle görmesi lazım ve fiili durumla yetinmek yerine yasaları yapmaları lazım. TRT Şeş fiili bir durumdur ama özel bir yasası yok, sadece Türkçe dışında yayın yapılmasının önündeki engel kaldırılmış. Pekala başka bir hükümet bunu ortadan kaldırabilir. Terörle Mücadele Kanunu açıkça olağanüstü halin devamı anlamına gelir. DGM’ler kaldırıldı ama özel yetkili mahkemeler kuruldu. Ceza Kanunu’ndaki düşünceyi suç sayan maddelerinin ayıklanması gerekiyor. Meclis’in bir an evvel bunlara el atması lazım. Burada da en büyük sorumluluk AK Parti’ye düşüyor.

CHP İKİ RUHLU ŞİZOFRENİK BİR PARTİ

Yeni CHP’nin kendini “Ergenekon’un avukatı” ilan eden eski CHP’nin politikasını sürdürerek Ergenekon ve Balyoz davası sanıklarını aday göstermesi şaşırttı mı sizi?

Valla ben yeni CHP’yi şizofrenik bir yapı olarak görüyorum, iki ruhlu bir siyasi parti CHP. Bir yandan çağdaş sosyal demokrat parti olma iddiasıyla adımlar atıyor, demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü ön plana çıkarıyor, ezilen kesimlerin ekonomiden daha fazla pay almasını istiyor, öneriler getiriyor. Öbür yandan da bu düşünceleri benimsemeyip ulusalcılığı ön plana çıkaran Sinan Aygün, Haberal, Mustafa Balbay Necla Arat gibi bir nevi eski, Baykal CHP’sinin devamı olana şahsiyetleri, ulusalcıları partiye getiriyor. Mesela Süheyl Batum. Bu zatın sosyal demokrasiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesine karşı olduğunu söylüyor ve CHP’ye de bu kararı aldırdı. Oysa yeni bir anayasa yapma kararınız varsa anayasanın temel felsefesinin değişmesi gerekiyor. Yoksa yeni bir anayasa yapmış olmazsınız.

ANAYASA ÖNERİSİ DE GAYRİ CİDDİ

Türk vatandaşı yerine Türkiye vatandaşı diyebiliriz, dediler. Bunu CHP için ileri bir yaklaşım olarak değerlendirmiyor musunuz?

Bunu demek hiç bir şey ifade etmez. Anayasanın ilk üç maddesine dokunmadığınızda bir şeyi değiştirmiş olmazsınız. Mesela “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” deniyor. Atatürk milliyetçiliği nedir? Herkese göre ayrı bir tanımı var. Spekülasyonlar yapılıyor. Atatürk “Bu cumhuriyeti kuran herkes Türk’tür” demiştir deniyor. Halbuki Atatürk milliyetçinin özünde, temellinde onun zamanında çıkarılan kararnameler vardır. Uygulamalarını da biliyoruz. Mesela 1934 tarihli Mecburi İskân Kanunu’nu Atatürk çıkarmıştır. Keza 1925 Şark Islahat Planını ve bunları yaşamı boyunca da uygulatmıştır.

Bunlar bir jandarmanın çıkardığı bir raporla istediği insanı sürgün etmesi anlamına geliyor. Mesela maddelerden biri şöyledir: Bunlar (Kürtler) batı illerinde çoğunluk sağlamayacak bir biçimde köylere ve kasabalara dağıtılır”. Dolayısıyla bu bir nevi asimilasyon politikasıdır. Demek ki Atatürk milliyetçiliği bana göre asimilasyoncudur. Bunlar değişmeden anayasayı değiştirelim demek gayri ciddi bir şeydir.

Türkiye vatandaşı denmesinin de anlamı kalmıyor o zaman?

Kalmaz çünkü AYM onu da iptal eder.

DEVLET DE TOPLUM DA ÇÖZÜME HAZIR DEĞİL

Bugün Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapan BDP’nin de desteklediği Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloku, 35+1 vekil çıkardı. Boykot kararı taban, Kandil ve İmralı tarafından destekleniyor. Daha çoğulcu bir yapı ve güçlü bir temsil yeteneğinin yanında geniş bir network ağına, terör eylemi yapan silahlı bir güce sahip. Siz ise 1965’te TİP milletvekili olarak Kürt kimliği ile Parlamentoya giren ilk kişisiniz. O dönemde Kürt’lerin adı yoktu, soruna da Doğu sorunu deniyordu. Siz Kürt siyasi hareketini fiili ve psikolojik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben devletin henüz bu sorunu çağdaş anlamda, evrensel demokratik hukuk normları içinde çözecek bir anlayışa geldiği kanısında değilim. Devletin buna bu kadar uzak durmuş olmasıyla birlikte hükümet de ister istemez mesafeli duruyor. Ufak tefek adımlarla bu işi atlatabilirim düşüncesi içindedir. Onların öngördüğü şekilde yani Kürtçenin eğitim idili olarak kullanılması ve Kürtlerin özerk yönetim oluşturmaları taleplerinin gerçekleşmesini kolay görmüyorum. Devletin buna hazır olduğu kanısında değilim.

Türkiye toplumu hazır mı?

Yapılan anketler hazır olmadığını gösteriyor. Toplumun yüzde 70’nden fazlası Kürtlerin an dilde eğitim görmesini istemiyor. Kürt sorununun Türkiye’nin başına dış devletler tarafından sarıldığını, bu taleplerin de Kürtlerin kendi talepleri olmadığını, Kürtlerin yabancılara alet olduklarını söylüyor. Hava biraz daha olumlu olmasına rağmen Kürtlerin taleplerinin tam anlamıyla karşılanmasını kabul edecek bir düzeye gelmiş değildir kamuoyu.

SİLAHLA HİÇ BİR ŞEY KAZANILMAZ

Ne olacak peki? Durum buyken PKK-BDP hattı, taleplerde ısrar ediyor ve şiddet kartını sürebiliyor. Mesela Öcalan son görüşmede, talepler yerine gelmezse 50 bin kişi değil 500 bin kişi ölür gibi bir cümle kurdu…

Bunlar söylemde kalan laflar. Görüyoruz ordunun yaptığı mücadeleyi. Ve bu alanda büyük deneyim kazanmıştır ordu, en ileri derece teknolojiyi kullanmaktadır. Dolayısıyla PKK’nın bu işi silahlı mücadeleyle götürmesi, başarı kazanması mümkün değildir. Bunu PKK da kabul ediyor. BDP’deki aklı başındaki adamlar da bunu böyle söylüyor.

Ama silah hala bir tehdit unsuru olarak masada duruyor…

Geçerliliği yok bunun. Bu aşamada pek çok şey kazanılmıştır, onu kabul etmek lazım. Artık her şeyi konuşuyoruz, yapıyoruz. PKK’nın durumunu konuşuyoruz. PKK’yı BDP’nin bir organik uzantısı olduğunu söyleyebiliyoruz. Öcalan’la görüşülüp müzakereler yapabiliyoruz. Bütün bunlar önemlidir. TRT’de Kürtçe yayın var, başka tv’ler var. Kürtçe kurslar açılabiliyor. Dünya kamuoyunda kimsenin haberi yoktu Kürtlerin varlığından, bugün var. Avrupa’da önemli bir Kürt diasporası var. Kimse Kürdüm demekten utanmıyor. Romanlar piyesler yazılıyor. Önemli mesafe kazanılmıştır.

BDP’NİN YAPABİLECEĞİ BİR ŞEY KALMADI

Bundan böyle ne yapılmalı?

Oturup düşünmek lazım, bundan sonra ne yapılabilir diye. Fiili olan kazanımların yasal dayanağı yok. Bunun için BDP’ye çok büyük görev düşüyor. BDP sadece marjinal solu temsil eden birkaç kişiyi ya da Kürt hareketi içinde örgütlü liderleri saflarına katmakla bir sonuç alamaz. İşte ortaya da çıktı. Aldıkları oy oranı yüzde 6 buçuk. Daha evvel de aldıkları oy bu civardaydı. Beş buçuk, altı, altı buçuk… Kendi oyunu aşmış değildir BDP. Bu, oylarının sağladığı imkanlar bakımından bir başarı değildir.

KÜRTLER DEMOKRASİYE KATKIDA BULUNSUN

Öneriniz ne?

Bana göre BDP’nin ya da Kürt siyasi hareketinin, evrensel boyutlarda demokrasinin kurulmasına katkı yapması gerekir. Hem demokrasiye katkı yapacak, hem de Kürt sorununu çözecek. Kürt sorununu bu minvalde çözebilmesi için parlamentoda kilit konumuna gelmesi gerekiyor BDP’nin. Bu konuma gelmeden artık bundan sonra Parlamentoda yapabileceği bir şey kalmamıştır.

YENİ PARTİ TÜRKİYE PARTİSİ OLMALI

Nasıl gelebilir kilit konumuna?

Türkiye kamuoyunda, aydın kesiminde özellikle kendisine demokrat liberal ve sol demokrat, sol liberal diyen geniş bir kitle var. Hatta karizmatik liderler var. Bu isimler Kürt sorununu samimiyetle savunuyor ve Türkiye’de demokrasi gelişecekse mutlaka Kürt sorununun çözülmesi gerekir, diyorlar. Türkiye’de Kürt sorunu Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir nevi temel dinamiği haline geldi. Bu aydın kesimi, bu çalışmaları da yürüttüler. Yapılması gereken, bunlarla bir demokrasi hareketi, bir Türkiye partisi oluşturabilmek. BDP bunun önderliğini yapabilir. Baskın Oran’lar, Ahmet İnseller, sayamayacağım kadar çok insan var. Ortak bir program hazırlanabilir. Yeni parti Türkiye partisi olmalı, sadece doğuya kapanan bir parti olmamalı. Türkiye’nin bütün sorunlarına ilişkin görüşler ortaya koymalı, ama programında Kürt sorununa da önemli yer vermelidir. Böyle bir parti en azından yüz, yüzeli milletvekili çıkarabilir ve kilit parti olabilir. Ancak o zaman Kürt sorununu daha iyi çözebilirsiniz ve demokrasiyi de geniş anlamda gerçekleştirebilirsiniz.

BDP TÜRKİYE PARTİSİ OLAMADI

BDP sadece bölgede oy almıyor, Batıda büyük şehirlerden de alıyor, farklı politikaları da var fakat BDP ne kadar Türkiye partisi olabildi?

Hiç olamadı.

BDP (o zaman DTP idi) 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 367 saçmalığı yaşanırken Meclis’e girmedi, yokluğu vesayetçi bloğa yaradı. Anayasa değişiklik çalışmalarında da yoktu Meclis’te, referandumu boykot etti. Şimdi de Ankara’da değil, Diyarbakır’da. Kürt sorunu Türkiye’nin eksik demokrasisinin bir sorunu sonucu iken BDP Türkiye’nin genel demokratikleşme ve sivilleşmesi çabasına neden katkı sunmuyor sizce?

BDP artık Kürt sorununu Türkiye’nin bütünlüğü içinde çözmeyi amaçlayan bir parti olduğuna göre, ayrılıp bağımsız bir devlet kurmayı düşünmüyorlar, bu düşünceden vazgeçmiş bulunuyorlar, düşündükleri Türkiye’nin bütünlüğü içinde Kürtlerin demokratik haklarının en geniş anlamda yaşama geçirilmesi ve kendilerini yönetebilecekleri bir formülün bulunmasıdır, yani eşit haklı vatandaşlık. Bunu böyle düşündüklerine göre de sorunlarını Türkiye’nin demokratikleşmesinden ayrı düşünemezler. Türkiye demokratikleştikçe, devletin vesayeti ortadan kalktıkça Kürt sorununun çözümü daha da kolaylaşır ve rahatlaşır. O halde Türkiye’de bugüne kadar geçerli olan vesayet rejimine karşı olmaları gerekirdi. Balyoz ya da Ergenekon gibi davalara müdahil ve sürdürülmesine taraf olmaları gerekiyor. Hükümeti bu konuda savunmaları gerekiyor. Bu yönde hiçbir davranışlarını görmüyorum.

REFERANDUMA EVET DEMELİYDİLER

Demokratikleşmeyi, sivilleşmeyi neden desteklemiyor olabilirler?

Hala kendi sorunlarıyla devletin ve Türkiye’nin demokratikleşmesi arasında organik bir bağ kuramadılar. Bu lafta kalıyor, hayata geçirme çabaları yok. Anayasa değişikliğini savunmaları, oy vermeleri gerekiyordu.

Parti kapatmayı zorlaştıran maddeye, Ergenekon davalarını etkisizleştirmek için düzenleme yapmaya kalkan o günkü HSYK’nın değiştirilmesine destek vermeleri gerekiyordu. Karşı çıkmaları veya nötr kalmaları yanlış bir davranış oldu. Ben deklare ettim, bu Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı veriyor dedim.

KÜRT KAPİTALİSTLER UZLAŞMA İSTİYOR

Türkiye’deki Kürt nüfusun yüzde 15 olduğu sanılıyor. PKK-BDP hattının oyu ise yüzde 6 buçuk. BDP yüzde 10 barajına takıldığına göre tüm Kürtlerden oy alamıyor. Bu, soruna ve çözüme yaklaşım konusunda Kürtlerin yaklaşık 3'te 1'nin desteğini aldıkları şeklinde yorumlanabilir. Dolayısıyla BDP-PKK hattı taleplerini ne kadar net ve sert bir dille ifade etse de, devlet ve toplum algısı açısından ortada bir ikilik, bir fluluk var. Siz ne düşünüyorsunuz bu farklılaşma konusunda?

Kürt toplumu Türkiye toplumunun bir parçası. Kürt toplumu da Türkiye’deki genel değişime paralel bir değişme gösterdi. Özellikle 1950’den sonra kapitalist ilişkiler kuruldu. Tarım kesiminde Kürtler arasında da etkin bir tarım kapitalist sınıf çıktı ortaya. Aynı zamanda etkin bir ticaret burjuvazisi de oluştu. Devlet kredi verdi, traktör verdi, tohumluk verdi, mallarını aldı. Öyle bir zümre çıktı ki ortaya, devletle bağları koptuğu anda sudan çıkmış balığa dönerler. Keza ticaret burjuvası de öyle. Bunların işlevi de, Batıdaki büyük sermayenin ürettiği malları getirip doğuda satmaları, ticaretini yapmaları. Yani ayrı bir pazarın peşinde değiller. Türkiye pazarı içinde iş yapıyorlar. Bu iki sınıf,  hem ekonomik, hem sosyal bakımdan güçlü ve farklı bir siyasi görüşleri var. İkisi de devletle ihtilafa girmeden, uzlaşarak bu sorunları çözmek istiyorlar.

KÜRT HAREKETİNİN SAĞLIKLI BİR POLİTİKASI YOK

Peki ya PKK’yı oluşturan destekleyen Kürtler?

Kapitalistleşme olurken öte yandan da güçlü bir aydın küçük burjuvazisi de yetişti. Bunlar üniversiteyi bitirmiş gençler. Sosyalist düşüncelerin, ulusların kendi kaderine hakim olması düşüncesinin yaygın olduğu, sömürge ülkelerin birer birer bağımsız olduğu bir aşamada Türk gençliğinde olduğu gibi Kürt gençliğinde de böyle bir kuşak yetişti. Üniversiteyi bırakıp dağa gittiler. Ya da kardeşi öldürülmüş, köyü yakılmış gençler öfkelendi, dağa çıktı. PKK bir sosyal katman değildir. Entelektüel bir sınıftır ve bunların öncülüğünde oluşan bir harekettir.

Bu hareketin en büyük özelliği de sağlıklı bir politikasının olmayışıdır. Günün koşullarına göre bir politika belirler. İlk çıktıklarında bağımsız bir Kürdistan davası güttüler. Bunun için inanarak mücadele de ettiler ama hayat bunları öyle bir yere getirdi ki artık bunun bir ütopya olduğunu, gerçekleşme imkanı olmadığını gördüler. Türkiye’nin bugünkü koşullarında, eşit haklı vatandaş olmanın yeterli olduğunu düşünüyorlar. İçlerinde hala eskisi gibi söyleyenler varsa da az sayıdalar, belirleyici değiller. Ekseriyeti şiddetin bir çözüm getirmeyeceğini görmüş ve devletin bir çözüm bulmasını istiyor. Ama devlet çözüme yanaşmıyor anladığım kadarıyla. Ufak tefek rötuşlarla atlatmak istiyor. Devlet Öcalan’la görüşüyor ama bir şey çıkacağına ihtimal vermiyorum. Ama parlamentoda pazarlık gücü olan bir parti haline geldiğinizde durumlar değişiyor.

Çatı parti konusunda bir hareketlenme oldu ama sanki çok yakın bir gelecek gibi görünmüyor. Oysa Karayılan ve Öcalan’ın açıklamaları dar bir zamanda ya çözüm ya sabrın sonu havası yaratıyor?

Şu an bir kilitlenme hali var, ama bu böyle gitmez. Ne devlet adım atar, ne onlar istedikleri sonuca ulaşabilirler. Bu kilitlenmeyi aşabilmenin tek yolu demokratikleşmedir. Bu da ancak ciddi etkin bir siyasi hareket yoluyla olur.

KARDEŞİMİN KATİLİ DEMİREL’DİR

Kardeşiniz Yusuf Ekinci, 17 bin beş yüz faili meçhulden biri. Ancak, Susurluk davası hükümlüsü eski özel harekat polisi Ayhan Çarkın yaptığı dehşet verici ama çok önemli açıklamalarla gerçek faillere giden yolu açtı…

Konunun peşindeyim ısrarlı şekilde. Kardeşim öldürüldüğünde ortaokulda olan oğlu şimdi avukat oldu, babasının bürosuna oturdu. Ben de sürekli takip ediyorum. Beklentimiz Ayhan Çarkın’ın ifadesiyle bizzat Uzi marka silahla Yusuf’u öldüren Ayhan Akça’nın ifadesinin alınması. Ayrıca bizzat o zamanki MGK üyelerinin dinlenmesini istiyoruz. Çünkü bu cinayetlerin MGK kararıyla işlendiğine dair ifadeler, söylentiler var. Yusuf da mı MGK kararıyla vuruldu? Mesut Yılmaz’ın görevlendirmesiyle Başbakanlık Teftiş Kurulu adına bir kişi inceleme yaptı. O incelemenin bir kısmı gizlendi. O kişinin savcı tarafından dinlenmesini istedik, dinlendi. Ve bu işi organize eden kişinin İbrahim Şahin olduğunu belgeledik, tanık ifadeleriyle gönderdik. Tanıklardan biri Sağlar’dı. Fikri Sağlar, Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Başkanı iken rica ettim, kardeşimin kimin tarafından vurulduğunu, dinlediğiniz isimlere soruver, dedim. Şahin’e sorunca o bir bocalama geçiriyor. Anladık ki emir veren o. Ayhan Çarkın da böyle anlatıyor zaten.

Sorumlu kişi o mu yani?

Ben kardeşimin katili olarak Süleyman Demirel’i görüyorum. Demirel o zaman cumhurbaşkanı olarak MGK’ya başkanlık ediyordu. MGK’nın aldığı bir karar var. İsmet Berkan görmüş o kararı ve açıkladı da. Dolayısıyla bu insanlar MGK’nın aldığı kararla tek tek öldürüldü. Çiller’in PKK’nın para kaynağını kurutmak için bir liste hazırlattığı söyleniyor. Kardeşim iyi bir avukattı, varlıklıydı, zengindi. Büyük ihtimalle bu nedenle öldürdüler.

PKK ile bir şekilde herhangi bir irtibatı var mıydı?

Hayır, hiçbir irtibatı yoktu, siyasetle de ilgili değildi. Ancak uyuşturucu ticareti yaptığı söylenen Behçet Cantürk, çok varlıklı birisiydi. HADEP, DEP döneminde çıkan gazetenin kurulması için büyük paralar verdi, o günkü parayla birkaç yüz milyon lira para bıraktı. Bu Behçet kardeşimle sınıf arkadaşıydı, o da Lice’liydi. Tanışırlardı, gelip giderdi Yusuf’un bürosuna. Behçet’i vurduktan sonra öldürdüler kardeşimi, belki böyle bir bağ kurmuş olabilirler. 

ÖFKEMİ HUKUKLA BASTIRIYORUM 

PKK’nın kitleselleşmenin ilk nedeni Diyarbakır Cezaevi. İnsanın bir yakınının işkence görmesi, öldürülmesi insanda büyük bir öfkeye yol açabilir, hele de hukukun h’sinin olmadığı bir dönemde. Kardeşiniz faili meçhul bir cinayete kurban gittiğinde, siz nasıl baş ettiniz o duyguyla?

Ben bunu devletin bir suçu olarak görüyorum. Devlet anlayışının bir suçudur ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin itibarını sarsan, onu devlet olmaktan çıkarıp bir nevi aşiret, bir eşkıya mesabesine indiren bir girişimdir bu. 17 bin faili meçhulden bahsediyoruz. Ve bunu devlet organize etmiştir. Dolayısıyla devleti suçlayarak, bu işin öncülüğünü yapan, bu işi devlet adına yapan kişileri suçlayarak kendimi tatmin etmeye çalıştı ve aynı zamanda demokrasi mücadelesine başladım. Bu işin ancak demokrasiyle aşılabileceğine ve devletin de ancak demokratikleşerek bu badireyi atlatıp çağdaş bir devlet haline gelebileceğine, eşkıya devlet olmaktan çıkabileceğine inandım. Ben o öfkeyle böyle baş ettim.