Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Hüseyin Bozkurt, 2009 yılında yayımladığı Gölgesi Ağrıyan Bir Memenin Suçuyum” adlı kitabının ardından Aşk’arya adlı ikici kitabını İzan Yayınlarından geçtiğimiz günlerde çıkardı.

Şairin şiiri ve şiir anlayışı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik…

MUSTAFA GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

HÜSEYİN BOZKURT: Yedi kardeş arasında sözcük kapma oyunu oynayarak başladı hayatım. 1964 yılıydı. Annem ilk şiirim, babam şiire kapı aralayan olanaklar sunan bir aşkın acısıydı bende. Büyümek gibi derdim yoktu önceleri. Büyümem gerektiğini fısıldadıklarında henüz yedi yaşlarındaydım. Gökyüzünde uçuşan kuşlara özenirdim. Bahçemizdeki erik ağacının, dut ağacının, incirlerin gülümsemesine hayrandım.

Mahalle ve sokak kültürüyle beslenmem, doğayla olan yakın ilişkim, insanı daha iyi tanımamda etkili oldu. İnsanın doğuştan şiir olarak dünyaya geldiğine inananlardanım. Zaman, insanı ya duyarsız bırakır ya da yaralar. Yaralarsa gerçek şiire adım atılmış olur.

Mevcut yapıyı eleştirme, dayatılmış her tür baskıya karşı çıkma gerekliliği hissettiğim bir duygu durum sokakta taşkınlık halleri, ruhumda fırtınalara açmazlara neden oluyordu. Kendimi ifade etmekte çoğu zaman güçlük çektim. Haklı olduğum halde haksız durumlara düştüğüm oldu. Toplumla sürekli bir çatışma içindeydim.

İçe kapanma hallerim, düşüşlerim, yanılışlarım, pişmanlıklarım da oldu diyebilirim. Yaşadıklarım bende hem olumlu hem de olumsuz izler bıraktı. Okullarda zorla terbiye edilmeye çalışılan asi bir çocuktum açıkçası, zamanın acımasız çarkında kurtulabilmenin yolunu ben de şiirde buldum. Şiirle o gün bugündür hemhalim böyle.

Beşinci sınıftayken öğretmenimiz, Samet Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”hikayesini okuduğunda çok etkilendiğimi ve sarsıldığımı anımsıyorum. Gerçi masal ve ninnilerle büyümüş biriydim. Fareli köyün kavalcısı olmak gibi derdim yoktu. Nedense kendimi bir derenin küçük kara balığı olarak görmek mutlu ederdi beni. Denizleri düşlerdim, geceleri yıldızları sayarsam deniz olurdu hepsi bende. Zayıfın yanında yer alma haksızlığa karşı direnme yeni bir kimlik üretti bende.

Özgürlük arayışım şiirle başladı. Orhan Veli, ilk hocamdı. Onun şiirlerini ezberleme ihtiyacı duyardım. Yüreğime dokunuyordu bu okumalar. Ardından Nazım Hikmet’i okuma sevdası tutkuya dönüştü, Enver Gökçe’den geleneksel akışkanlığı, Ahmet Arif, ötekinin varlığını tanımam etkili oldu. İkinci Yenici şairlerle buluşmam çok sonra oldu. Hayatıma çeki düzen verecek, bir yanda kurmaya çalıştığım dünyama adım atabilecek gücü okuduğum şairlerin şiirlerinden topluyordum. Şiir benim sığınağımdı. Mutluluk denilen bir sözcüğün şiirle bir ilişkisi ya da karşıtlığı olmalıydı. Mutluluğun resmi çizilmedi belki şiirin de. O gün bugündür bu sözcük etrafında dolanır dururum. Huzursuzum açıkçası. Dinlediğim ninni, destan ve ağıtların yüksek acılarından bana gerçekliğin o çılgın soğuk suları düştü. Acıyla beslenmemiş hiçbir yalnızlık şiire varamıyordu.

MG: Kitabınızın arka kapağında Koray Feyiz tarafından kaleme alınan tanıtım yazısında:” Günümüz şiirinde Ahmet Telli’den bu yana ortaya çıkan en toplumsalcı gerçekçi şair, şiirler. ” gibi iddialı bir tespit yapılmış. Şiirinizi siz bu bağlamda nereye koyuyorsunuz?

HB: ‘’Gölgesi Ağrıyan Bir Memenin Suçuyum’’ önceden yazdığım şiirlere bir karşı duruş olarak doğdu. Bir kesiminin, azınlıkların yaşadıkları baskı derinden etkiliyordu beni. Toplumdaki çatışmalar insanın her geçen gün değerinin yitirdiği zaman diliminde özelikle OHAL dayatmaları sonucunda köyleri yakılmış, boşaltılmış yerinden yurdundan edilmiş, gettolara sürülmüş insanların dramları şiirime konu oldu. Filistin meselesi mazlum Ortadoğu halklarının sorunları sorunum oldu. Ne yazık ki emperyalizmin halkları birbirine kırdırdığı süreç halen işliyor, sürgünler, Aylan bebekler bellekte kalıcı izler bırakmaya devam ediyor. Suya sabuna dokunmayan şiirlerin çabuk köpüklendiği bir ortamda, cesareti göze alıp şiirle mevzi kazanma çabalarım oldu. Bu, şair sorumluluğu gereğidir. Aksi takdirde şair vicdani sorumluluktan kurtaramaz kendini.

Kaynağını yaşadığı toplumdan almayan şiirin genel geçer duygular ürettiği ve çabuk tüketildiği göz ardı edilemez. Geleneği tekrar etmeyen ama gelenekten kopmuş bir şiir de yabancılaşmayı hızlandırır. Bu bilinç ve anlayış çerçevesinde karşılık bulan insanı önceleyen, emeği alın terini kutsayan bir anlayış, şiirlerimde kapalı da olsa bir şekilde yer almıştır, diye düşünüyorum.

Genel olarak, reel gerçekliğin estetik bir şekilde imgelerle şiirde boy göstermesi hedeflediğim şiir tarzıdır. İnsanın basit halleri, aşkın yalın hali, parkta sabahlayan bir insanın içinde taşıdığı umut ya da umutsuzluk, ayağa batan bir çakılın acısı da bir şekilde şiirlerime konu olmuştur. Haksızlık karşısında yüreğiyle direnen emeği sömürülmüş işçilerin, enkazda kalmış maden işçileri, kot taşlama işçilerinin sorunları da sorunumdu. Doğanın bilinçsizce talanı, HES’ler, çevre kirliliği, sel felaketleri depremler karşısında bir cevabım olmalıydı. Bunu şiirle gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Buna toplumcu gerçekçi şiir anlayışı denir mi bilmiyorum.

MG: “Bir Düş Bir Düşüş” adlı şiirinizde: “gül kokmalıydın acelem var/öpünce gök mavi yüreğinden” demişsiniz. Bu dizelerden hareketle şiir, çağın aceleci akışında incelikleri yansıtmak adına ne gibi bir tutum takınmalıdır?

HB: Şiiri, işveren gibi algılamamak gerekir, onun toplumla ve okuyucuyla olan ilişkisinde bir hiyerarşi olabilir. Beğeni kaygısı güderek iyi şiire varılmayacağı gerçeği doğrudur. Şiirin elbette bir sorumluluğu da olmalı, bilinci geliştiren evrilten, onu katmanlaştıran, onu yüceleştiren tavrı. Ancak bunu açık bir şekilde dile getirmek, sloganlarla ifade etmek şiiri yozlaştırır kanısındayım. Estetize edilmiş bir hazla kendini yeniden üreten imgesel yanıyla, sözcük işçiliğindeki özenle, içindeki ses uyumuyla bütünlüklü bir şiire varılabilir. Ne yazık ki birbirini üreten şiir ortamı, çok okunma telaşı, toplumda öne çıkma kaygıları şiirin önüne geçtiğinden, şiir çabuk tüketilen kapitalizmin bir ürünü haline geldi.

MG: “Akdeniz” adlı şiirinizde: ”yüküdür bunca taşıdığın/hırkası yazdan kalan” diyorsunuz. Sizce içinde yaşadığımız yıkımlar çağında, şairin dolayısıyla şiirin yükü nedir?

HB: Toplumla olan uyuşmazlığım şiiri bende diri kılıyor, boyun eğmeyen bir isyankar tavır vardır dizelerimde. Her şiirde bu huzursuzluğum kendini yineliyor, yazdıklarımın büyük çoğunluğunun anlaşıldığını sanmıyorum. Ama yazdıklarım anlaşılsın çabası içinde de değilim. Şiirde eksiltme, yalınlık, tek sözcükle yaşamı ve insanı anlatma çabası içindeyim. Bu ben de heyecan uyandıran bir çatışma alanıdır. Şiire ve dolayısıyla ona yüklediğim anlam ben de ki bir yanılsamadan ibaret. Uyandığımda boşlukta bulamadığım bir ben, onu aynalarda arama çabaları, bulamayınca hayal kırıklıkları, onarma hakkı ve adaleti tesis etme savaşımı şiir olarak yansımaktadır bana. Şiir ihtiyacı olana yazılır derler ve ben şiiri yazdıktan sonra onu bir şişenin içine koyup denize atarım.

MG: Eğitime yıllarını vermiş başarılı bir matematik öğretmenisiniz. Şiirin aritmetiği ve geometrisi üzerinden yola çıkarsak şiir ve matematik ilişkisi üzerine neler söylersiniz?

HB: Yazdığım kısa şiirim “insanoğlu çeşit çeşit/ artı eksi eşit eşit”. Bu şiir benim yaşam felsefem oldu. Üzerine günlerce düşündüm sonuçta şiir bir örüntüden ibarettir ve matematiksel bir karşılığı mutlaka vardır. Şiiri ve matematiği pür olarak algılayabiliriz. İkisinin de ispatlanamayacak kadar aksiyomları postulatları var. Üzerinde sorgulanacak kafa yoracak tartışılacak tarafı yoktur. Buradan hareketle İkinci Yeni şiirinin matematiksel bir alt tabanla örtüştüğü kanısına vardım. Sonuçta şiirin dili matematikseldir. Matematiksel düşünce ışığında şiirin evrensel değeri vardır. Şiir; zaman ve ötesi unsurlar taşıdığı ölçüde şiir olur. İmge çözümün bir aksiyomatik unsurudur, basit bir ayrıntısı. Esas olan şiire giden en kısa yoldur. Herkesin kavrayacağı, dünyayı anlama ve dönüştürme çabasında, dilin çok katmanlılığı geometrisi yadsınamaz gerçekliktir. Şiirin ölçüsü matematikseldir. Görsel, işitsel ve imgesel bütünlük ancak matematiksel varyasyonların bütünlüğünde aranır. Matematiksel gerçeklik bu dünyaya ait olduğu kadar zaman ötesidir, uzamı şiirdir. Matematiksel öğe ve bütünlük taşımayan imge yığınları martıların intihar ettiği çöplüklerdir. Şiirin sesi matematikseldir, kurgusu matematikseldir. Matematiksel algılama süreci zayıf olan şairin dünyayı değiştirme ve dönüştürme çabası olamaz. Bu ham olarak matematiği bilmekle ilintili değildir. Güçlü şairlerin bilinç altındaki verileri kullanış sözcük seçimleri de matematikseldir. Hayat matematiktir. İlkin söz vardı, öncesi matematik. Şiir, dizelerin toplamından büyüktür. Bir şairin ünü, vermiş olduğu kötü ürünlerinin sayısıyla orantılıdır. Yazılan şiirin öncesi imgedir, hayaldir. Şiir a prioridir korkutucu ve tehlikeli. Nasıl yazıldığı değil hangi ortam ve içinde bulunduğu koşullarıdır şiiri güçlü kılan.

MG: “bana kucak dolusu insan lazım/bana kucak dolusu isyan” dizelerindeki “isyandan söz edecek olursak şiir toplumsal mücadelede safını nasıl ve nerede belirlemelidir?

HB: Bir dokun bin ah işit. Bir söyle bin sus. Hallacı Mansur’dan Baba Tahiri Üryan’a Nesimi’den Pir Sultan’a, Yunus’tan Mevlana’ya kadar acı çekmeden, mevcut anlayışa karşı koymadan toplumsal mücadelenin bayraktarlığını yapmadan bugüne taşınıp büyük bir aşkla anılırlar mıydı? Onları asanlar, derisini yüzenler tarihin utanç sayfalarında kalmıştır. Ama onlar gönüllerde yaşamaya devam etmektedirler. Şiirimizin uç beyleri olarak hala büyük bir şevkle dizeleri okunmaktadır. Yolumuz Pir Sultan’ın Hacı Bektaş’ın insanı önceleyen yoludur aşkın yoludur. Şiirimiz, barışa kardeşliğe insana dairdir. Atılan taşın değil de dostun attığı gülün bizi incitmesi bundandır.

Hayat bir şekilde yeniliyor kendini bir gül, bir ateş parçası sunuyor vicdanın eline. Eli ateşe atmamak, yüreği dağlamak, susmak çare değil ki. İnsanımızın, edebiyatımızın şair, yazar, ressam, çizerlerimizin eza cefa çekmeden bir noktaya geldiği vaki midir? Bu pek mümkün olmamıştır. Yanmadan, küle dönmeden hak alınmıyor. Şiirin karşısında duran ona yaşam hakkı tanımayan her çağda iktidarın kendisidir. Gücün, tek sesliliğin yansımasıdır bu. Ama şiirin önünde hiçbir gücün set kuramayacağı da nesnel gerçekliktir. Devlet aygıtı şair üretecekse kendi adına üretir, kendine biat edenden yana tavır takınır, gerisini yok sayar. Azınlıkların kimliğini gasp eder. Sanatını, edebiyatını şiirini dilini yok etmeye çalışır. Bu yüzyılın değil binlerce yıllın dayattığı çözülemeyen bir problem olarak karşımızda durur. Şiir buna alternatif olur her daim.

Ah be canım kardeşim! Senin hiç mi suçun yok? Sonuçta insanlığı ayağa kaldıracak gene onun şiiri, sanatıdır.

MG: Bir dizenizde “şairlerden uzak durun” diyorsunuz. Bu tutumunuzun sebebi nedir? Cemal Süreya’nın: “Şairin hayatı şiire dahil” sözünü nasıl yorumlarsınız?

Şairlerden uzak durun derken bu görüşüm şiiri masum kılmakta. Dünya görüşü ne olursa olsun şairin olay ve dize kurgusu örgüsü şiirde mümkün bir güzellik taşıyorsa, yüceltiyorsa o şiir amacına ulaşmıştır. Bu, o şairin sözüne halel getirmez. Şairin çocukluk çağı hayalleriyle, bulunduğu anın şiire yansımaları şiiri daha bir gerçeğe yaklaştırır, diye düşünürüm. Örneğin iyi bir ortamda, paylaşımcı bir çevrede yetişen birinin adalet duygusu, eşitlik duygusu bir şekilde şiire yansır, fakat adaletsizliğin, eşitsizliğin, şiddetin diz boyu olduğu, fakir ile zengin arasındaki uçurumun çığ gibi büyüdüğü, milli gelirin eşit paylaşılmadığı ortamda şairin yazdığı yazması gereken şiir bir şekilde kanla yazılır ve bedeli ödenir.

Sokağa inmeyen bir şiir askıda ekmek gibidir. Şairin hayatı şiire bir şekilde dahildir, ama, şiir yazıldıktan sonra ihtiyacı olanındır diyebiliriz.

MG: “Gölgesi Ağrıyan Memenin Suçuyum” adlı ilk kitabınızı 2009’da yayımladınız. Çok üretken bir şair olduğunuzu sosyal medya paylaşımlarınızdan biliyorum. Uzun süre kitap yayımlamayıp sessiz kalmanızda sanki bir küskünlük seziliyor. Ne dersiniz?

HB: Mevcut şiir ortamı bir kast, kendisi gibi düşünmeyenin şiirini yok sayan, ismini toplum önünde paylaşmayan bir yapıya sahip. Kolektivizmden uzak, ben merkezci anlayışla bir küçük dünya kurmuş şairler etrafında pay edilmekte. Yaşadığım bu zor koşullarda ‘’Gül Güle Nazım’’ kitabımı fotokopi yoluyla çoğaltıp yakın çevreme dağıtmak zorunda kaldım. ‘’Gölgesi Ağrıyan bir Memenin Suçuyum’’ bir haykırış olarak doğdu lakin okuyucuyla toplumla buluşamadı. Birçok nedeni var elbet. Eksikliğim olabilir. Tanıtım için zamanım olmadı doğrusu, söyleşilerde bulunamadım kitabın satışını arttırma gibi bir düşünce oluşmadı. Yayıncılık dünyasının, gölgesini satamadığı ağacı göz kırpmadan kestiğine tanıklığım vardır. Sağ olsun, İzan yayıncılık sahibi sevgili Ahmet İzan satış kaygısı gütmeden “Aşk’arya” adlı şiir dosyamı kitaplaştırdı. Yayıncılık dünyasında böyle mütevazi insanların varlığı ötekinin sesi olmada ve nefes aldırmada bir şanstır diye düşünüyorum.

MG: Artık günümüzde şiir, yayınevlerinin basmaktan sürekli kaçındığı üstüne para versen de bulaşmak istemediği bir edebi tür haline geldi. Şiir ödüller, dergiler üzerinden piyasanın belirlediği koşullarda ahbap çauş ilişkisiyle pazarlanıyor. Piyasa kuşatması altındaki devrimci gerçekçi şiir niye okuyucusuyla buluşamıyor?

HB: Bunu ben devletin dayattığı, yayınevlerinin de bu saçmalığa ortak olduğu bir anlayış olarak görüyorum. Yukarıda belirttiğim gibi yayın dünyası bir yerlerden o işareti almazsa yayımlamıyor hatta o eseri yok sayıyor. Bu ülkede yüzlerce şiir ödülünün varlığı olsa olsa kitap satışına dönük bir kazanım elde etme savaşımıdır. Buna alternatif bir çıkış bulunmalı bu yüzden toplumu her alanda savrulmalardan kurtaracak bir kolektivizme yönelinmelidir. Şiirin meta olmaktan kurtarılması için şairlerin örgütlülüğüne dayanışmasına ihtiyaç vardır.

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

HB: Şiire olan borcu ödeyene dek, her güçlüğe zorbalığa karşı, donkişotluğu sürdürmekte kararlıyım. Kendime yeni değirmenler bulmakta ısrarlıyım. Şiirle olan ilişkimin bir yaşam biçimine dönüşmesi bu yaşamın şiire dönütü, sürekli yazmayı düşünmem sorumluluk gereğidir. Yazarak biraz daha kendimi şekillendirdiğimi görüyorum. Genişleyen bir evrene yol aldığımı görmek bende yazmayı tetikliyor. İnsanın yüreğine dokundukça şahlanıyor bu duygu durum. Şiirle yatıp kalkmam şiirsiz bir dakikanın geçmediği bir yaşama alışkanlığı bende bir ritüel bir ayine dönüşmüş durumda.

Mustafa Güçlü dostum, şiire olan inancınız eksilmesin, beni bu şiir yolculuğuna çıkaran yazmamı yeniden sorgulatan sorularınız için çok teşekkür ederim. Sevgilerimle.