Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Tahir Abacı, yazı ve şiirlerini çeşitli dergilerde yayımladı. Edebiyatın sorunları üzerine oldukça özgün araştırma ve inceleme yazıları yazdı. Piyasa edebiyatının dayattığı sanatçıyı hiçleştiren ve sanatın içini boşaltan değerleri kökten reddetti. Edebiyat ve sanat üzerine yazılarını son zamanlarda Cumhuriyet Kitap’ta yayımladı. “Şu ara ödüllerin kitabın okunurluğuna da bir katkısı yok, ödülsüz de olsa, kitapların “okunur” olması, ilgi görmesi en iyi ödüldür bence” diyen Tahir Abacı’yla edebiyatımızın sorunları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik...

MUSTAFA GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında, sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

TAHİR ABACI: Mustafa kardeş, malum materyalist anlayışta “kişinin kendisi hakkındaki düşünceleri özneldir, nesnel yerini belirlemez” denilmiştir. Öyleyse bu ilkenin uzantısında bir şey söyleyeyim, becerdim beceremedim bunu söylemek bana düşmez, sanatın ve edebiyatın bir “hakikat araştırması” olduğuna ve buna özgün üretimle ulaşılacağına inanan, bunu bir yana bırakıp salt “sanatçı konumu”nun rantına özenmenin ise sanatta yabancılaşma olduğuna inanan, bu nedenle de “edebiyat piyasası” kurallarına eyvallah etmeyen biri olarak bilinmek isterim.

MG: Edebiyat serüveninizde çok yönlü ve üretken bir yazarsınız. Yakın zamanda yayımlanan bir röportajınızda, “Bugüne kadar sekiz şiir kitabı, sekiz roman, iki hikâye kitabı ve sekiz deneme, inceleme türünde kitap yayımladım. Ayrıca çocuk kitabı türünde bir kitabım var. Toplam yirmi yedi kitabım yayımlandı.” diyorsunuz. Böylesine kıskanılacak derecede bir üretkenliği size kazandıran olaylar ya da yaşanmışlıklar hakkında neler söylersiniz?

TA: Edebiyata ben de çoğu edebiyatçı gibi, şiir ile başladım. Ancak, malum, dünya görüşü 1960’ların ikliminde şekillenmiş olan bizim kuşak, toplumsaldan siyasala uzanan erken etkilerle hemhal oldu. Gel gelelim şiirde o dönem “İkinci Yeni” adıyla temsil edilen modernizm egemen anlayıştı, alternatif şiiri ise anadiline geri dönüş yaşayan Nâzım Hikmet neredeyse tek başına temsil ediyordu. Çok özgün bir şair Nâzım gibi şiir yazmak ise “taklit”e dönüşmekten kurtulamıyordu. Dünya görüşümüz bizi materyalist ve gerçekçi bir edebiyat anlayışına taşıyınca, teknik anlamda yenilikler içerse de modernist şiir tekil bireyin duygu durumuna odaklanmış, o zamanki adlandırmayla “bireyci” yönleriyle bizi tatmin etmez oldu. Beride ise hâlâ etkinliklerini sürdüren 1940 kuşağı şairlerinin Nâzım’ı aşamamış ve imgeciliğin gerçekçilikle bağdaşmayacağı kanısına bağlanabilecek gerekçelerle atılım gösterememiş şiirleri vardı. Buna karşılık, hikâye ve roman alanında ise gerçekçilik başat eğilimdi ve Orhan Kemallerin, Yaşar Kemallerin, Kemal Tahirlerin en önemli eserlerini yayımladıkları o yıllarda en parlak dönemini yaşıyordu. Bu etkiyle ben de aynı zamanda hikâyeler de yazmaya başladım. İleride oylumlu romanlara yönelmek gibi bir özlemim de de vardı. Eleştiri, inceleme, deneme gibi türlere yönelişim ise biraz başka türlü nedenlerden oldu ve dergicilik yapmamla ilgili. Malatya’da ve İstanbul’da dergiler çıkarırken, üstümüze yağmur gibi şiir ve hikâyeler yağıyordu ama nitelikli inceleme ve eleştiri yazısı çok az görülüyordu. Bir yandan da gerçekçi edebiyat anlayışının kavgası içinde, ister istemez anlayışın manifestosu niteliğinde yazılar da yazmak gerekmekteydi. Bazı inceleme yazılarımı da takma adla yayımladım. Daha sonra, 2000’lerin başında gazete ve dergilerde, haliyle o yayınların gereği olarak makale türünde sürekli yazmaya başladım. Edebiyattı, müzikti, siyasetti, hukuktu derken bu tür yazılar ilgi görünce, bu kez onların da arkası geldi. Bazen kitaplarımı karıştırınca ben de şaşırıyorum, bunca yazıyı ne zaman, nasıl yazdım diye. Ki henüz kitaplaşmamış, dergi ve gazetelerde kalmış pek çok yazı sırasını bekliyor.

MG: Edebiyatta ödül ve yarışmalara karşı olduğunuzu biliyorum. Oysa günümüzde ödüller piyasacı edebiyatın pazarlama stratejisine dönüştü. Yarışmalara katılacak eserlerin adaylık süreçlerine ve jüri üyeliği tercihlerine göz attığımızda seçimlerde istenilen kabın şeklini alma kıvraklığına sahip kişilerin öne çıkarıldığını görüyoruz. Bu ödül sisteminin karşısında sürekli sızlanmak yerine nasıl bir alternatif yaratabiliriz?

TA: 1980’lerin başında bir hikâyeci dostum büroma uğramıştı. Ödül verilen bir kitabı için törenin o akşam yapılacağını söyledi ve beni de davet etti, birlikte gittik. Epey insan gelmişti, sohbetler edildi, konuşmalar yapıldı, dostuma ödülü verildi. Herkes mutlu görünüyordu. Yalnız bana bir sorun var gibi geldi. O da şuydu, adına ödül konan rahmetli yazar bence önemli bir yazar değildi, en azından ödül alan yazardan daha iyi bir hikâyeci değildi. Her ölmüş şair yazar için bir ödül konulması bana tuhaf gelmişti. Serde gençlik varken, ilk kitaplarımla benim de bir iki ödüle başvurmuşluğum olmuştur. O dönemde ödüllerin kitabın ilgi görmesini sağlamak gibi bir işlevi de vardı. Benim beklentim ise ödül almak değil, kitaplarımın ödül jurisini oluşturan zevatça okunmasını ummaktı. Böyle bir başvuru sonrası, oyunu benim kitabıma vermiş olan bir jüri üyesi, kitapların dikkatli bir şekilde okunmadığını, isme bakıldığını ve başka şeylerin de döndüğünü anlatınca sıtkım sıyrıldı ve bir daha asla hiç bir ödüle aday olmadım. Birçok ödülde jüri üyesi olan Enver Ercan, iki şiir kitabımın da yayıncısıdır. Bu tür bir ima yaptığında, hiç bir kitabımın hiç bir ödül ya da yarışmada yer almasını istemediğimi söylediğimde bıyık altından gülmüştü, çünkü o mekanizmanın en yakın tanıklarından biriydi. Aynı tavrı haliyle ödül jürisi üyeliği önerilerinde de gösterdim, bir kereye mahsus kabul ettiğim biri hariç, hepsini geri çevirdim. O bir kerelik jüri üyeliği de Malatya Belediyesinin düzenlediği bir hikâye yarışmasıydı, hemşeriler ısrarcı olunca ve olmazlanışıma gönül koyunca kabul etmiştim, ödül törenine de gidemedim. Bu ödül konusu öyle bir şey ki, bütün ödüllerin hak edenlere verildiğini söylesen doğru olmaz, bütün ödüllerin kayırma kollama ürünü olduğunu söylesen yine doğru olmaz, binlerce şair yazarın olduğu bir dönemde sadece üç beş şair yazara ödül verelim desen olmaz, en azından yarısına ödül verelim desen yine olmaz, anaokullarında ve ilkokullarda çocuklara yapıldığı gibi hepsine ödül verelim desen yine olmaz. Oluru nedir dersen, oluruna bırakmak derim. Yani isteyen katılır, istemeyen katılmaz. Şu ara ödüllerin kitabın okunurluğuna da bir katkısı yok, ödülsüz de olsa, kitapların “okunur” olması, ilgi görmesi en iyi ödüldür bence. Benzer bir tavrı, görüntülü medyada yer almak konusunda da gösterdim. Örneğin TRT’nin “okudukça” programından bir kaç kez aradılar, NTV’nin Sezai Karakoç programı için aradılar, Ulusal Kanal için, başka kanallar için aradılar, hepsine prensip olarak görüntülü medyada yer almadığımı, okurun beni “görerek” değil “okuyarak” tanımasını istediğimi söyledim.

MG: Halk kültürüne ve halk müziği araştırmalarına çok önem veriyorsunuz. Özellikle yerelde kalan günümüzde unutulan pek çok değerli sesi sizin çalışmalarınızdan öğreniyoruz. Halk kültürünün derinliğinden süzülen yaratımların sanatınıza etkileri nelerdir?

TA: Halk kültürü ve geleneksel müzik, benim için önceleri bir araştırma konusu değil, yetiştiğim coğrafyanın, Dicle-Fırat havzasının etkisiyle bir duygusal beslenme aracıydı, yaşantımın kültürel boyutlarından biriydi. Zamanla azımsanmayacak bir arşive dönüşen eski ses kayıtlarını da, araştırma niyetiyle değil, “keyif icabı” toparlamıştım. Nitelikli araştırmaların az olduğu, haliyle duygusal yaklaşımların ve hamasetin çokça öne çıktığı bu alanla ilgili ilk bir iki yazımın ilgi görmesi üzerine, o konuda da yazıp çizmeye başladım. Bu yazılar sonuçta bir edebiyatçının konuya bakışını yansıtır, halkbilimci ya da müzikolog olmak gibi bir iddiam olmamıştır.

MG: Babanız M. Hayrettin Abacı’nın titiz bir şekilde oluşturduğu arşivinin çok zengin içeriğe sahip olduğunu biliyoruz. Çocukluğunuzun Malatya’sından yola çıkarak babanızdan ve onun kişiliğiniz üzerindeki etkilerinden bahsedebilir misiniz?

TA: Çocukluğum, Malatya’nın köy özelliklerini hâlâ koruyan, sulu tarım yapılan, meyve bahçeleri içinde bir mahallesinde geçti. Hatta benim çocukluğumda statüsü de henüz köydü, sonradan mahalle oldu. Bildiğin köy, evlerde elektrik yoktu, su derelerden, kuyulardan, çeşmelerden elde edilirdi. Bir çiftçinin oğlu olan babam da köyün yükseköğrenim gören ilk kişisiydi. Hukukçuydu, 1950’lerde ve 1960’larda Anadolu’daki legal sosyalist hareketin öncülerinden biriydi. Annem de öğretmendi ve gençlik yıllarında edebiyata ilgi duymuştu. Dedemin babasından, yani büyük dedemizden kalma, ahşap kerpiç karışımı, şartları pek de iyi olmayan, eski bir evde yaşıyorduk. O evde 1940’ların ve 1950’lerin önemli siyaset, kültür ve edebiyat dergileri ve kitaplar vardı. Bu yayınlar, geleneksel evin gömme dolaplarında, meyve sandıklarında saklanıyordu. Ne yazık ki evin şartları gereği, çok da ideal biçimde korunamadılar. Öte yandan, 1960 sonrası, yayın etkinlikleri de siyasal ortama paralel biçimde hız kazandı. O dönem de benim ilk gençlik yıllarıma denk düşer. Dolayısıyla, o dönemi de biz içinden yaşamış olduk.

MG: Son günlerde gündemden düşmeyen bir tartışmaya sözü getirmek istiyorum. Çünkü uzun zamandır “Türkçe Edebiyat“ ve ”Türk Edebiyatı” üzerinden çok hararetli bir tartışma yürütülüyor. Bu konuya ilişkin düşünceleriniz nedir?

TA: Bir yanıyla gülünç bir tartışmadır. Gerçekten gülünç anlatımlarla da karşılaştık. Örneğin, “Efendim, babası İtalyan, anası Fransız şaire ne diyeceğiz şimdi” gibi komik sözler ortaya atan belediye şairleri gördük, sanki bu ülkedeki, ömürleri baskılarla, kimlik redleriyle, asimilasyon girişimleriyle, yasaklarla geçmiş, temel hak olan anadillerini kullanamamış yüzlerce Kürt edebiyatçıya konum tanımlamak ile, tekil örneklerin durumu aynı imiş gibi. İşin ilginç yanı “Türkçe edebiyat” kavramına dahi tahammül olmayışıdır. Türk edebiyatı da derim, Türkçe edebiyat da derim, kime ne. Konu, seksenini aşmış ama düz düşünceli olmayı aşamamış bir emekli edebiyatçının katkılarıyla bir takıntı haline de getirilmiş, hamasetten ve şovenizmden etkilenen kesimlerden güç alarak yasakçılık taslamaya varmıştır. Bir “ya sabır” sürecinin ardından ister istemez birçok insan konuya müdahil oldu, hak ettikleri cevap verildi. Ben de “Sözcükler“ dergisinde yayımlanan uzunca bir yazı ile konuya dahil oldum. Öyle sanıyorum ki, sol düşünce ile şovenizmin bir arada olamayacağı, tarihsel bir olgu olarak “ulusallık / millik” ile, siyasal / ideolojik bir tercih olan “ulasalcılık / milliyetçilik”in farklı kavramlar olduğu kafalara denk etti.

MG: “Toplumcu Gerçekçi Şiir” günümüzde toplumsal mücadelenin gerilemesiyle de görünür hale gelmekte zorlanıyor. Yayıncılık piyasasını sermaye gruplarının yönlendirdiği ve desteklediği iklimde kendine yeniden alan açmaya çalışan “Devrimci Şiir” nasıl alternatif hale getirilebilir?

TA: Konuya öbür taraftan bakarsak, asıl “modernist” sıfatlı edebiyat ve şiir derin bir krizin içine düşmüş, hatta tükenmiş görünüyor. Malum, modernizm kapitalist dönemin icadıdır ve kapitalizm kaotik bir üretim biçimidir. Aynı kaotik üretim, kültürel üstyapıya da birebir yansımaktadır ve ortalığı “endüstriyel” sanat ürünleri kaplamış durumdadır. Her taraf öbek öbek mekanik metaforların yığıldığı ürünlerle dolu. Oysa sanat, edebiyat ve özel olarak şiir, bir “praksis”e dayanıyorsa, bir “anlamlandırma” çabasının ürünü ise, sanatın kurucu işleviyle buluşmuş olur, duyarlıkların gelişimine katkı yapar, kalıcı bir etkinliğe dönüşür. Bir praksis olarak üretilen şiir, şairin diline kendisi gelen, sakin sakin kıvamını bulan, okuruyla arada hiçbir empoze olmaksızın doğal bir süreç içinde buluşan, dinginlikle üretilen ve dolaşıma sokulan şiirdir. Kelimeleri mekanik biçimde yan yana getirerek üretilen rastlantısal şiirler, moda imgelerin ve temalarının ortalaması alınarak ya da başka şairlerin dizeleri yağmalanarak üretilen şiirler, birbiriyle organik bağı olmayan dizeler alt alta getirilerek yazılan yığma şiirler, günlük olgu ve olayları konuşma diliyle aktaran anekdotlar,doğa olgularının salt betimlenmesiyle yetinen şiirler, toplumsal olaylarla doğa olayları arasındaki kaba benzerlikler üstüne kurulan şiirler, sanrı ve hezeyan anlatımları, nevrotik söylenişler, basit bir espriye dayanan şiirler, tek özelliği belli bir söylem kalıbını kullanmak olan şiirler bir üretici etkinliğin, bir “praksis”in ürünü değildir. Postmodernizmin “ne sallasan gider!” ilkesi uyarınca 2000’lerde dergileri, kitapları bu tür şiirimsi metinler fazlasıyla doldurdu. Bence artık asıl görünür olma sıkıntısı yaşayan, okurun artık ciddiye almadığı bu şiir. Gerçeklikten dolayımlanan, hayatla bağı olan şiirler ise, yine de bir şekilde okunuyor, izleniyor.

MG: Eleştiri, eserlerin özgün yanlarını, çağdaşlarıyla benzerlik ve farklılıklarını ortaya koyarak eksiklik aksaklıklarını değerlendirir ve bunu bir hükme bağlar. Bu bağlamda kitap ekleri ve dergilerde eleştiri adı altında yayımlanan metinleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

TA: Bu konuda, geçmişte saflarda yer tutmuş, dikkat çekmiş “eleştirmen”lerin evrimi yeterince ipucu veriyor. Çoğu artık mekanizmanın bir parçası olmuşlar, piyasanın isterlerine uygun biçimde “eleştiri” üretiyorlar. Edebiyatta özgünlük en önemli değerdir, ortalığı taklit ürünlerin kaplamış olması bu eleştirinin etkinlik düzeyini de ortaya koymuyor mu?

MG: İçe dönük bireysel sanat anlayışına karşı bu gidişattan hoşnut olmayan devrimci sanatçılar birlikte hareket etmenin zeminini yaratabilir mi? Yani bir karşı duruşun işaret fişeği sayılacak bir karşı oluş hali inşa edilebilir mi?

TA: Bu konuda öncelikle topluma bakmak gerek. Emeğinin hakkını alamayan çok geniş bir kesim var ama bunlar hakça üleşen bir düzen talebine yeterince katkı vermiyorlar, toplumsal tabakalanma içinde yukarılara yükselme şanslarının yerinde durmasını istiyorlar. Başka deyişle bir gün zengin olma hayali, eşitlikçi toplum hayalinin önüne geçiyor. Biz “yanlış bilinç” diyelim, “yabancılaşma” diyelim, ne dersek diyelim, kendimiz demiş oluyoruz, sürece yansıması sınırlı kalıyor. Sanat dünyasında da, bunun popüler olma, bu sayede maddi imkânlar elde etme şeklinde tezahürü var ve defalarca tanık olduk ki, devrimci dediğimiz sanatçıların çoğu da bundan pek “münezzeh” değil. Hele “sol”un görece mevziler yitirdiği şartlarda birçok zat-ı muhteremin geçmişte solla ilişkisinin pek de samimi ve içselleşmiş bir ilişki olmadığını gördük. Nâzım Hikmetlere düşmanlık edip, Ece Ayhan’a, lümpenlere, şuna buna “solun bile ötesine geçmiş” muhaliflik vehmeden kuyrukçu eblehler gördük. Yine de böylesi dönemlerde maskelerin atılmış olması bir bakıma daha hayırlı olmakta, kimin ne olduğu daha iyi anlaşılmakta. Modernizmin iflasından, postmodernizmin kofluğundan, yapısalcı – göstergeci yaklaşımın değerler sistemini yok etmesinden, şovenist yaklaşımlardan rahatsız olan edebiyatçılar arasında kendiliğinden ve işlevsel beraberlikler de haliyle oluşmaktadır, bunu geliştirmek ve daha etkili kılmak gerekir diye düşünüyorum.

 MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

 TA: Kötümser olmayalım, edebiyat her kuşakta yenilenen bir ihtiyaçtır ve o ihtiyacı hisseden aradığını bulur. Bilinçli okur, piyasanın manipüle edici etkilerini aşmayı bilir. Bu demektir ki, ürünlerin yanı sıra, bilinci bileyen etkinlikleri de sürdürmek gerekir. Söyleşi için de teşekkür ederim...

ÖZGEÇMİŞ

1951'de Malatya'da doğdu. Malatya Tecde İlkokulunu bitirdi. Malatya Lisesi orta bölümünü bitirdikten sonra Turan Emeksiz Lisesi adını alan lise bölümüne geçti. Malatya Özel Fırat Koleji’nde orta öğrenimini tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde başladığı yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde sürdürdü, arada İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü’nü de bitirdi. İ.Ü. İktisat Fakültesi’nde Siyaset Bilimi dalında “Türk Şiirinde Siyasallaşma” teziyle master yaptı. İstanbul’da serbest avukat olarak çalıştı. İlk ürünleri Malatya dergi ve gazetelerinde çıktı. Orada on sayılık Çağ dergisini çıkardı. 1969’dan başlayarak Papirüs, Yeni Dergi, Dost, Soyut, Yarına Doğru, Yeni Adımlar, Türkiye Yazıları, Birikim, Somut, Yazko Edebiyat, Varlık, Sanat Olayı, Adam Sanat, Defter, Kuram, Yeni Biçem, Adam Öykü, Ludingirra, Milliyet Sanat, Cumhuriyet Kitap, Yasakmeyve, Güldiken, Gezi, Yemek ve Kültür, Üç Nokta, Sözcükler, Akatalpa, Notos vd. gibi çok sayıda dergide şiir, hikâye, eleştiri ve inceleme yayımladı. İstanbul’da on sekiz sayı çıkan Yarına Doğru dergisini yönetti. 1998 – 2001 yılları arasında Radikal gazetesinin pazar eki Radikal İki’de haftalık, 2001 – 2010 yılları arasında Milliyet Sanat dergisinde aylık, 2019’dan sonra Cumhuriyet Kitap’ta on beş günlük yazıları yayımlandı. Edebiyat çalışmalarının yanı sıra müzikle ilgili çok sayıda yazısı da yayımlanmış olan Tahir Abacı, Kalan Müzik’in arşiv serisi için Erzincanlı Hafız Şerif ve Enver Demirbağ albümlerini hazırladı.

Yapıtları

Şiir

Odaları Utandıran Dağlar (1976)

Basit Şeyler (1980)

Sıcak Hayat (1994), (2. Baskı, İkaros Yayınları, 2019)

Sevdavî (2002), (2. Baskı, İkaros Yayınları, 2019)

Zamanın Yüreğindeki Gece (Seçme şiirler, 2005)

Hüznengiz (2007), (2. Baskı, İkaros Yayınları, 2019)

Ruh Gibi (İkaros Yayınları,2014)

Güz Divanı (İkaros Yayınları, 2018)

İnceleme-Deneme-Eleştiri

Bir Zamanlar Anadolu’da (İkaros Yayınları, 1999)

Harput – Elazığ Türküleri (İkaros Yayınları, 2000)

Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar‘da Müzik (İkaros Yayınları, 2000).

Gramofonlu Kahvehane – Memleketin Şarkısı Türküsü Üstüne Yazılar (İkaros Yayınları, 2013)

Türk Müziğinde Bestelenmiş Şiirler - İnceleme / Antoloji (İkaros Yayınları, 2013)

Gerçekçilik Açısından Ahmet Hamdi Tanpınar (İkaros Yayınları, 2015)

Edebiyat ve Öteki Alanlar (İkaros Yayınları, 2015)

Şiir: Üretici Etkinlik (İkaros Yayınları, 2016)

Şairler Kahvehanesi (İkaros Yayınları, 2018)

Roman-Anlatı

Ağır Akan Su (1990)

Aynada Bir Yüz (1995)

İkinci Adım (İkaros Yayınları, 1999)

Adı Senfoni Kalsın (2005)

Türk Şiirinin Bir Türlü Yükselemeyen Yıldızı, Ozan Genç (İkaros Yayınları, 2016)

Kanıt ve Vicdan (İkaros Yayınları, 2016)

Bir Gün Yeniden (İkaros Yayınları, 2018)

Yedinci Ev (İkaros Yayınları, 2020)

Hikâye

Gelin Ömrümüz (1976),

Gül Harmanı (2016)

Çocuk kitabı

Nasrettin Hoca (1980)

Müzik Albümü (Hazırlayan olarak)

Enver Demirbağ

Erzincanlı Hafız Şerif