Ş. Murat Özten / Demokrat Haber İsviçre

Annesi ve iki küçük erkek kardeşiyle birlikte Erzincan’ı bırakıp hiç tanımadıkları bu ülkeye geldiklerinde kendilerini havaalanında altı yıldır görmedikleri babası karşıladı. Babasına karşı soğuk davrandı Sibel. O çocuk dünyasında, babasının kendilerini terk edip gittiğini düşünüyor, yıllarca görüşememelerinin nedeni olarak onu görüyordu. Nedense İsviçre’yi büyük binalarla dolu bir ülke olarak düşlemişti. Zürih havaalanından bundan sonra yaşayacağı kente, Basel’a doğru yol alırken aslında hiç de öyle olmadığını gördü. Geniş çatılı küçücük, sevimli evlerle dolu bir ülkeydi İsviçre. Hele babasının yaşadığı eve ulaşıp o gıcırdayan tahta merdivenlerden çıktığında şaşkınlığı iyice büyüdü. Hiç de hayallerindeki ev gibi değildi.

Babası kendilerine hayatında gördüğü en büyük ve en uzun çikolatayı sunduğunda onunla arası düzelmeye başlamıştı. Masallardaki kadar büyük, sanki sonu gelmeyecek kadar uzun bir çikolataydı. Ama en büyük şaşkınlığı ve korkuyu televizyonu açtıklarında yaşadı. Televizyondan duyduğu tek şey kendisine anlamsız gelen seslerdi. Bilmediği, anlam veremediği bir dille konuşuyordu insanlar. Bir daha hiç arkadaşının olamayacağını, kardeşleri dışında kimseyle oynayamayacağını düşünerek dehşete düştü Sibel. Kendisini bu uzak ülkede, dilini bilmediği insanlar arasında yapayalnız hissetti.

Yıllar geçti… Büyük zorluklar, büyük mücadeleler içinde büyüdü Sibel. Anlayamadığı dilleri öğrendi, bir zamanlar kendisini yalnız hissettiği İsviçre’yi sevdi ve ikinci vatanı olarak benimsedi. O şimdi genç bir kadın. Genç bir hukukçu, Yeşiller Partisi üyesi tecrübeli bir politikacı. On yıldır Basel Parlamentosu’nda kanton milletvekili olarak aktif bir politik yaşam sürüyor. Dahası ekim ayında gerçekleşecek olan genel seçimlerde Ulusal Parlamento milletvekilliğine aday ve kazanma şansı çok yüksek. Açıkça şunu söyleyebiliriz ki Sibel Arslan’ın seçimleri kazanıp Ulusal Parlamento’ya girmesi, göçmenlerin İsviçre politikasındaki temsiliyeti anlamında büyük bir adım olacak. Bu vesileyle kendisini daha yakından tanımak ve tanıtmak istedik. Sağ olsun bizi kırmadı.

***

Basel’da çok tanınan bir isimsiniz ve şu an ulusal parlamentonun en güçlü adaylarından birisiniz. İsviçre’de yaşayan bir göçmen için sıradışı bir durum bu. Hikayenizi öğrenmek istiyoruz. İsterseniz bu ülkeye nasıl geldiğinizden başlayalım.

Buraya geldiğimde 11 yasındaydım. 1991 senesiydi. O zamana kadar Erzincan’da yaşamıştım. Yaz tatillerinde de İstanbul’a gidip geliyorduk. Babam buradaydı, babamın ardından geldik. Burada dağları, inekleri falan gördüğümü hatırlıyorum. Burası bizim orası gibi diye içimden geçmişti. Sonra kendi evimize gelişimizi hatırlıyorum Klein Basel’da, yani getto olarak nitelendirilen bir bölgede küçük ahşap bir evin çatı katıydı. Dardı ama benim için çok güzeldi. O günlerde burada gördüğüm her şey çok enteresandı benim için ve karmaşık duygular içindeydim. Buraya geçici olarak geldiğimizi düşünüyor ve geri döneceğimizi sanıyordum.

Çok düşkün olduğum dedemi artık göremediğim için sıkıntılı ve gergindim. Ayrıca babama karşı kızgındım. Uzun süre görüşememiş olmamızın sorumlusu olarak onu görüyor ve bu nedenle onu cezalandırmak istiyordum. Oysa onun hiçbir suçu yoktu. O günler hafızamda çok canlı. Gelişimizin ertesi günü televiziyonu açmış ve tek bir kelimesini bile anlamadığım Almancayla karşılaşmıştım. Aman Allahım dedim, bundan sonra kimseyle oynayamayacağım, sadece kardeşlerim var! Çok korktum. Ama sonra evimizin yakınlarında bir park vardı ve orada Türkiyeli çocuklarla tanıştım. Yalnız olmadığımızı anladım. Çok kısa sürede arkadaşlıklar edindim ve buraya adapte olabildim.

Burada okul hayatına nasıl başladınız?

Bir buçuk yıl dil okuluna gittim. Sonra sınıftan Gymnasium’a gidebilecek iki öğrenciden biri olarak seçildim.

Burada Gymnasium’a gitmeye hak kazanmak çok kolay değil? Çalışkan bir öğrenci olmalısınız. Erzincan’da da çalışkan bir öğrenci miydiniz?

Hayır. Hiç bir zaman çok çalışkan ya da parlak bir öğrenci olmadım. Zeki olduğum söylenirdi. Buradaki avantajım bir şekilde dili çok hızlı öğrenmemdi. Alman bir öğretmenimiz vardı ve dili bana gerçekten çok iyi öğretti. Çok yüksek notlar aldığım ama yine de memnun olmadığım zamanları da hatırlıyorum, ama çok düşük notlar alıp, daha ölmedim, daha iyisini yapabilirim diye direttiğim zamanları da…

Dil okulunda senin gibi göçmen öğrenciler vardı. Gymnasium’da ise öyle tahmin ediyorum ki çoğunluk İsviçreli öğrencilerdir. Gymnasium’a başlayınca neler yaşadın?

Gittiğim Gymnasium Riehen’daydı. Burası daha elit İsviçreliler’in oturduğu bir semttir. Bense Basel’ın getto diye bilinen bir bölgesinden geliyordum. Öğrenciler eğitimli ve hali vakti yerinde ailelerin çocuklarıydı. Hepsi özel spor kulüplerinin üyesiydi. Hayli yabancı olduğum bir dünyadan geliyorlardı ve onların ne gruplarına, ne sohbetlerine dahil olabiliyordum. Sadece onları izliyor ve yaşamlarını, özelliklerini tanımaya çalışıyordum. Bir kız arkadaşım vardı, onunla iyi anlaşıyorduk. Ama sonra o sınıftan ayrıldı. Ve ondan sonra ben sadece dışarıdan izleyen, gözlemleyen biri oldum. İsviçreli öğrencilerin aralarına katılmak istiyordum, ama pek almak istemiyorlardı. Kara kuru bir kız çıkıp gelmiş aralarına, kabul etmekte zorlanıyorlardı sanırım.

Bu tip durumlarda çocukken başa çıkmak daha zor olmalı.

Evet tabii ki. 13 yasındaydım ve bir Fransızca öğretmenimiz vardı. Doğal olarak Fransızcam diğer öğrencilerden geriydi, ama çaba sarf ediyordum. Fransızca öğretmeni diğer öğrencilerin önünde bana “Belki de bulunmamanız gereken yanlış bir yerdesiniz” dedi. Çok kırıldım, utandım.

Pedagojik olarak korkunç bir hata.

O yaşta bunu anlayabilecek durumda bile değildim. Sadece üzülüyorsun, korkuyorsun. Ondan sonra bir daha Fransızca konuşmaya bile korkuyorsun.

Diğer öğrencilerden böyle bir yaklaşım gördün mü?

İsviçreli bir sınıf arkadaşımla aynı kulüpte basketbol oynamaya gittim. Ben daha sonra başlamıştım, ama performansım daha çok beğenildi. Bu duruma kızmıştı ve ben sınıfta Almanca konuşurken hata yaptığımda sesli sesli gülmeye başladı. Böylesi durumlarda sadece yaralanmıyordum, aynı zamanda korkuyordum da… Aslında yüksek Almancam iyiydi. Biliyorsunuz İsviçre’de yerel diyalekt konuşulur. Diyalekti iyi bilmediğim için de dışlandım. Ama sonradan diyalekti de hızlı bir biçimde öğrendim. Yine de onların gruplarına dahil olabilmem mümkün olmadı. Çoğu belki de ana okulundan itibaren birbirlerini tanıyorlardı. Birlikte büyümüşlerdi. Ben ise yabancıydım.

Peki sizin için ne zaman bir şeyler değişmeye başladı?

Yeni bir İsviçreli arkadaş gelmişti ve onunla samimi olmuştuk. Onunla birlikte İsviçrelileri daha yakından tanımaya başladım. Anladım ki İsviçreliler’in de bizim gibi üzüntüleri, korkuları ve sıkıntıları varmış. Onların da duygularının olduğunu bir çocuk olarak fark ettim. Yani bu arkadaşımla olan ilişkim İsviçrelileri anlayıp onlara ısınabilmem için çok kilit bir rol oynadı. Tabii şu da vardı. Senelerce İsviçrelileri çok dikkatli gözlemlemiştim. Ve bir anda gözlemlediklerimi ve öğrendiklerimi uygulamaya başladım.

Sonra üniversite… Nasıl karar verdiniz hukuk okumaya?

Bu konuda benim için karar vermek çok zor değildi. Annem babam küçüklükten beri bende bir adalet duygusu olduğunu söylerler. Türkiye’de bizim köye çalışmak için çingeneler gelirmiş. Bu çingeneler köylülerin çoğu tarafından hakir görülürmüş. Ben çingene çocuklarla oynarmışım. Büyükler ayrımcılık yapıp “onlarla oynama” dediklerinde de onların çingenelere karşı yaptıkları ayrımcılığa tepki gösterirmişim. Yine bizimkiler herhangi birine karşı ayrımcılık yapıldığında benim o kişiyi bu ayrımcılığa karşı savunduğumu anlatırlardı. Sonuç olarak siyasal bilimlerle hukuk arasında tercih yapmakta biraz zorlanmıştım, Sonra Basel’da siyasal bilimleri okuyamayacağım için Hukuk’u seçtim. Ama Hukuk’u bir şeyleri değiştirebilme düşüncesiyle seçmiştim. Amacım hukuk alanında mesleki kariyer yapmaktan çok yasaların oluşum süreçlerini öğrenmek ve bir göçmen olarak bu süreçte rol sahibi olmaktı. Çünkü göçmenlerin bu politik sürecin çok dışına itildiklerini görüyordum.

Sanırım sizi politikaya da bu düşünceler yönlendirdi. Politikaya ilk olarak ne zaman başladınız?

2004 senesinde. İlk etapta politikayı öğrenmek istiyordum ve “learning by doing” dedim. Öğrenmenin en iyi yolu yaparak tecrübe kazanmaktır. Bana en yakın duran parti BastA’ydı. 2004 yılında parti sekreterinin kapısını çaldım.

Kaç yaşındaydınız o zaman?

Yirmi dört… Ben seçimlere katılmak istiyorum dedim. Kabul ettiler ve aynı sene seçildim. Bu Basel Parlamentosu’ndaki üçüncü dönemim. Yani eski bir politikacıyım artık.

Peki ne ölçüde istediklerinizi yapabildiniz?

Politikaya girince kantonal düzeyde yasaların oluşumunda aktif rol oynamaya başladım. Bu rolü oynarken temsil ettiğim kesimlerin haklarını savunuyorum. Tabii her şey bir çırpıda olmuyor. Bazı şeylerin yasalaşabilmesi için senelerce dile getirmek, tartıştırmak gerekiyor. Bu bir süreç. Öyle ki bazı şeyler ilk etapta kabul edilemez gelebiliyor. Ama tartışıldıkça beyinlere yerleşiyor ve sonra da hayata geçiyor. Örneğin vatandaş olmayan ama İsviçre’de yaşayan yabancıların şu an oy kullanma hakları yok. Ama inanıyorum ki 10 yıl içinde burada yabancılar oy kullanma hakkına sahip olacaklar. Çünkü bu haklı bir talep ve biz sürekli bunu işliyoruz.

Ulusal Parlamento’nun bileşimi hakkından bizi biraz aydınlatabilir misiniz? Göçmenler Ulusal Parlamento’da ne ölçüde temsil ediliyorlar?

İsviçre nüfusunun üçte birini göçmenler oluşturuyor. Ama Ulusal Parlamento’da bildiğim kadarıyla tamamiyle göçmen olan üç dört milletvekili var. On onbeş milletvekilinin de ebeveynlerinden sadece biri göçmen. Oysa ki göçmenler nüfustaki oranları kadar Ulusal Parlamenta’da temsil edilebilseydi, orada en az 60 göçmen kökenli milletvekilinin bulunması gerekirdi. Göçmenlerin haklarını savunmak için elbette ki mutlaka göçmen olmak gerekmiyor. Örneğin Balthasar Glättli göçmen olmadığı halde göçmenlerin çıkarlarını çok iyi savunan bir Ulusal Parlamento milletvekili. Ama ben her ne olursa olsun göçmenlerin bütün politik kurumlarda ve de Ulusal Parlamento’da fiilen yer almaları gerektiğine inanıyorum.

Seneler önce kadınlar da gerek Ulusal Parlamento’da gerekse kantonal parlamentolarda yoktular. Kadın milletvekilleri olmadan parlamentoda kadın haklarının temsil edildiği iddia edilebilir mi? Tabii ki hayır. Göçmen milletvekilleri olmadan da göçmenlerin temsil edildiği iddia edilemez. Göçmenler açısından ortada açıkça bir temsiliyet sorunu var ve bu sorunun Ulusal Parlamento’da aşılması gerekiyor. Ayrıca Basel göçmen nüfusun en yoğun olduğu kantonlardan biri. Buradaki göçmen kökenlilerin oranı % 51 ve ne acıdır ki yıllardır bu realite Ulusal Parlamento’ya yansımıyor. Yıllardır Basel’dan tek bir tane göçmen Ulusal Parlamento’ya milletvekili olarak seçilemedi. Ama sadece göçmenlerin değil, kadınların Ulusal Parlamento’daki temsiliyetleri de eksik. Milletvekillerinin sadece %30’u kadın. Aynı şekilde Ulusal Parlamento’nun yaş ortalaması 50. Bir kadın, bir genç ve bir göçmen olarak temsiliyet sorunu yaşayan bu kesimleri Ulusal Parlamento’da temsil etmek istiyorum.

Bir milletvekilliği adayı olarak seçmenlere neler vaat ediyorsunuz?

Göçmen yasalarında problemli olan ve gündeme getirilip tartıştırılması gereken pek çok nokta var. Ulusal Parlamento’da bunları gündeme getirip tartışacağım. Öncelikli önerilerimden biri vatandaşlık başvurularıyla ilgili. Vatandaş olmaya hak kazanan göçmenlerden bir harç alınıyor ve bu harç çok yüksek. Kişilerin maddi durumları göz önüne alındığında vatandaşlık için şart koşulan harcın çok orantısız olduğu söylenebilir. Bu harçların mutlak olarak azaltılması gerekiyor.

Bir diğer önerim de borçlar ve icrayla ilgili. İcralık olan bir kişi kayıt altına alınıyor ve bu kayıtlar onu senelerce sabıka kaydı gibi takip ediyor. Bu nedenle yapılan kiralık ev ve iş başvuruları reddediliyor ve daha pek çok yönüyle kişi mağdur ediliyor. İcra olayı daha çok dar gelirli kesimlerin karşı karşıya kaldığı bir durum. Bu konuda icralık olan insanların orantısız bir biçimde mağdur edilmesinin önüne geçebilecek yasal bir düzenleme için çaba sarf edeceğim.

Bir diğer konu da zorunlu sağlık sigortalarının primleri. Bu primler gerçekten çok yüksek ve düşürülmesi gerekiyor. Sağlık sigortası hizmeti sunan kurumların yöneticileri milyonlar kazansın diye dar gelirli insanların bu kadar yüksek primler ödemeleri adil değil.

Yine kreş ücretleri çok pahalı. Dar gelirli aileler bu ücretleri ödeyemedikleri için eşlerden biri çalışmak yerine evde kalıp çocuk bakmak zorunda kalıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu genelde kadın oluyor. Bu da ayrı bir sorun. Yani bu yüksek kreş ücretleri, kadın çalışmasın, evde kalıp çocuk baksın sonucunu doğuruyor.

Bir diğer sorun göçmen kökenlilerin iş bulamaması. Vatandaş bile olsalar göçmen kökenlilerin çok daha zor iş bulabildikleri bir realite. Tabii ayrımcılığı ortadan kaldırabilmek öncelikle mentalitelerde bir değişimi gerçekleştirebilmeyi gerektiriyor. Devletin bu noktada aktif bir rol oynaması gerektiğini düşünüyorum.

Ulusal Parlamento’da üzerinde çalışacağım bir diğer konu eşcinsellerin haklı talepleri. İsviçre yasalarında eşcinsel evlilikleri konusundaki yasağı doğru bulmuyorum ve eşcinsel evliliklerinin yasalaşması için çalışacağım. Eşcinseller heteroseksüellerle her konuda aynı haklara sahip olmalıdır. Örneği eşcinsel çiftlerin şu anki İsviçre yasalarına göre evlat edinmeleri yasak. Bu yasağın haklı bir gerekçesi olamaz.

Öğrencileri ilgilendiren çalışmalarınız olacak mı?

Tabii ki… Başta eğitim burslarının öğrenciler için daha kolay ulaşılabilir olması gerekiyor. Bunun için çalışacağım. Bunun dışında Erasmus gibi öğrenci değişim programlarının devamı için uluslararası girişimlerde bulunulmalı. Yeri gelmişken şunu da belirtmek istiyorum: İsviçre içe kapalı bir ülke gibi, bir ada gibi davranmamalı. Yüzümüz dış dünyaya dönük olmalı.

Bu sözlerinizden İsviçre’nin Avrupa Birliği’ne girişini istediğiniz sonucunu çıkarabilir miyiz?

Bence bütün sınırların kalkması gerekiyor, bütün sınırların kalkması taraftarıyım. Ama Avrupa Birliği deyince biraz duraksıyorum. Çünkü Avrupa Birliği’nin Yunanistan karşısındaki tavrı onun çok da sağlam ilke ve temeller üzerine inşa edilmediğini ortaya koydu. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: İsviçre Avrupa’nın bir parçasıdır, ama Avrupa Birliği’nin ekonomik politikaları da sorgulanmaya muhtaçtır.

Bir politikacı olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben bir İsviçreliyim, bir göçmenim, bir kadınım ve bir çevreciyim. Bu yanlarımdan her biri ayrı bir tartışmada öne çıkıyor. Örneğin düşüncesizce yaptığımız aşırı tüketimle doğaya zarar verdiğimizi vurgularken çevreci yanım ağır basıyor. Savaşlardan kaçıp Avrupa’ya gelen insanlara İsviçre’nin yeterince kucak açmadığını eleştirirken bir İsviçreliyim. Bu konuda bencilce davrandığımızı ve yeterince sorumluluk almadığımızı düşünüyorum. Yabancı kökenli oluşumun dezavantajlarını yaşadığımda ve göçmenlerin mağduriyetlerini giderme mücadelesi verirken bir göçmenim. Ve kadınların sorunlarına karşı duyarlılığımla bir kadınım.

Basel’da çevreyi tehdit eden ciddi sorunlar olduğunu düşünüyor musunuz?

Basel en çevreci kantonlardan biri. Mesela yenilenebilir enerji kaynaklarının en yaygın kullanıldığı yerlerden biri Basel’dır. Basel’da bisiklet yolları iyi düzenlenmiştir. Kaynakların kullanılması açısından da örnek bir şehirdir Basel. Eğer Ulusal Parlamento’ya seçilirsem Basel’daki bu olumlulukların İsviçre geneline yayılması için büyük çaba sarf edeceğim.

MANGAL TÜRKİYELİLERLE GELMİŞ

Basel’da göçmen kökenli nüfusun %51 oranında olduğunu söylemiştiniz. Bu durum kentin sosyal yapısını nasıl etkiliyor?

Türkiyeliler gelmezden önce mangal Basel’da pek bilinmezmiş. İlk Türkiyeliler nehir kıyısında mangal yapmaya başlamışlar. Şimdi herkes nehir kıyısında mangal yapıyor. Hatta artık belediye birçok yere sabit mangallar koydu.

Yine göçmenler gelmezden önce insanlar caddelerde, sokaklarda, parklarda pek oturmazlarmış. Bu canlı ortamı göçmenler getirdiler.

Dönerin ve pizzanın ne kadar yaygın yapılıp satıldığını biliyorsunuz. Basel’ın vazgeçilmezi olan mahalle bakkalları da göçmenlerin Basel’a kazandırdığı bir şey.

Ama şunu vurgulamak gerekiyor: Kültürler zamanla iç içe geçiyor ve bu yeni bir kültür yaratıyor. Pizza’nın İtalyan yemeği mi İsviçre yemeği mi olduğunu unutuyorsunuz. Ya da burada Türkiye’dekinden başka bir döner yapılıyor, İsviçre döneri yiyoruz biz. Hatta dönerli pizza yiyoruz ve bunu İsviçreliler yapıyorlar. Migroslara döner standları kuruluyor. İşte bu değişen çehrenin İsviçre’nin yeni realitesi olduğunu düşünüyorum. Bu realite kabul edilmeli. Burası artık bizim vatanımız ve artık kimse kendi vatanımızda nasıl yaşamamız gerektiğini entegrasyon adı altında bize öğretmeye kalkmamalı. Kimse benden direkt ya da dolaylı olarak ana dilimden ya da kültürümden vazgeçmemi bekleyemez. Evet, ben de temsil ettiklerimle İsviçre’nin bir realitesi, İsviçre’nin yeni yüzüyüm. Dolayısıyla haklı olarak Ulusal Parlamento’da da temsil edilmemiz gerektiğine inanıyorum.

Sizi yürekten destekliyor ve bol şanslar diliyoruz. Bu röportaja zaman ayırdığınız için çok teşekkürler. Son olarak seçmenlere söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Evet. Eğer politik sisteme etkide bulunmak istiyorlarsa mutlaka oy kullanmalılar. Umut doluyum ve hepimiz için iyi bir seçim olmasını diliyorum.

Fotoğraf: Nils Fisch / Tageswoche