Gökhan Soylu / Demokrat Haber

Fotoğraflar: Senem Sinem

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la söyleşimizin 2. bölümünde bundan tam 1 yıl önce, 28 Şubat 2015'de "Dolmabahçe Mutabakatı" olarak adlandırılan süreçte neler yaşandığı yer alıyor.

1 yıl önce bugün "Barış Süreci" müzakare noktasına ulaşmışken, şimdi "Barış"tan bahsedenlerin başına gelmeyen kalmıyor, çatışma ve ölümler birbirini kovalıyor.

Demirtaş söyleşimizin ilk bölümünde "Gençler, barış dediğimiz zaman hakaret etmişiz gibi bakıyor!" demişti. Bu bölümde "Dolmabahçe Mutabakatı" olarak adlandırılan sürecin neden bozulduğunu anlattı:
 

2. BÖLÜM: “DOLMABAHÇE MUTABAKATI 22 GÜN ÖNCE HAZIRLANMIŞTI”

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda HDP ve Ak Partili heyetlerin birlikte açıkladığı 10 maddelik mutabakatın 1. yıl dönümündeyiz. Böyle bir mutabakat var mıydı gerçekten? Cumhurbaşkanı orada yaşananları neden eleştiriyor? Nasıl gelişti bu süreç?

Bu sürecin bütün aşamalarında içinde olmuş kişilerden biriyim. Bütün gelişmelerine hakimim. 28 Şubat’a gelinceye kadar 6 Şubat’ta bu mutabakatın hazırlandığını hatırlatmam gerekir. Yani açıklanmadan 22 gün önce hazırlanan bir mutabakat metnidir o. Fakat o mutabakatın, 6 Şubat’ta hazırlanan metnin o aşamaya gelmesi 2 yıl sürdü.

2 yıl boyunca taraflar Kandil’de Ankara’da görüşmeler yaptılar. Ve biz bütün bunlara diyalog dedik. Müzakere değil diyalog dedik, çünkü müzakere demek tarafların birbirine karşılıklı olarak önerilerini sunduğu, işin esasının tartışıldığı ve masada gözlemci ya da arabulucu ekiplerin de bulunduğu bir formattır. Oysa İmralı ve Ankara’da diyalog, yani birbirini tanıma aşaması yaşandı. Sonra bu 2 yıllık diyalog ve birbirini tanıma sürecinin ardından artık müzakere sürecine geçilmeye karar verildi.

Yani birinci aşama bitip ikinci aşamaya geçilecekti Dolmabahçe’de.

Evet. Bunun da nasıl olabileceği çok tartışıldı ve nihayetinde şöyle bir karara varıldı. Denildi ki “Bu güne kadar tartıştıklarımızı kısa bir metin haline getirelim ve kamuoyuna aktaralım”. Yani diyelim ki “Bu saatten sonra şunları tartışıp netleştireceğiz, üzerine çalışacağız ve bu güne kadar yaptığımız görüşmelerin neticesini de şöyle alacağız diyerek ortak bir metnimiz olsun”. Bir kaç görüşmede bu metin tartışıldı, nihayetinde ortak açıklama yapılmasına karar verildi.

Bunların hepsinden Cumhurbaşkanı’nın haberi var mıydı?

Cumhurbaşkanı’nın memlekette uçan kuştan haberi var. Yani görüşmelerin tamamını ilk önce o okuyor. Dolayısıyla bunları bilmemesi mümkün değil. Zaten İmralı’da olan konuşmaların hepsi ilk önce Cumhurbaşkanı’na gidiyor ve İmralı ekibi kendisine sürekli rapor veriyor.

Sonuçta şöyle bir şey oluştu. Bir metin yazıldı ve bu metni hükümet beğenmedi. Oysa İmralı’daki anlaşmaya uygun bir metindi bu yazdığımız metin. Hükümet’in yazdığı ise İmralı’da konuşulanları tam olarak yansıtmıyordu. Sadece silah bırakma çağrısıydı, oysa İmralı’da varılan anlaşma gereğince demokratik ilkelerle müzakere edilecekti. Hükümet sadece Öcalan’ın silah bırakma çağrısı yaptığı kısmı öne çıkarıyordu, demokratik ilkeleri falan ikinci plana itiyordu.

Sonuçta ikisi eş değerdir ve aynı zamanda olacak denmişti. Bunun kararını da biz vermedik, İmralı’daki masada bu karar hep birlikte verilmişti. Dolayısıyla İmralı’da yazılan mutabakat neyse onu yazalım biz dedik. Onda ısrar ettik ve bu iş bozulmasın, beraber bu noktaya kadar getirdik, taraflar birbirine güvensizlik oluşturacak şeyler yapmasın, metinde ortaklaşalım istedik. Heyetimiz tekrar Kandil’e ve İmralı’ya gitti, sonra Ankara’da metin tekrar tartışıldı. Sonuçta 28 Şubat’ta kamuoyunun gördüğü metinde ortaklaştık ve bu tartışmalar tam 22 gün sürdü. Bu 22 gün boyunca Cumhurbaşkanı’ndan görüşler alındı, Başbakan’dan alındı, herkes görüşünü ifade etti ve bu metin öyle ortaya çıktı.

Yani oldu bittiye geldi diye bir şey yok?

Elbette bu bir mutabakat metnidir. HDP’nin kafasından açıkladığı, tek yanlı bir metin de değildir. Hep birlikte açıklandı, hep birlikte tartışıldı, herkes hem fikir olduktan sonra kamuoyuna aktarıldı. Metnin bütün süreci böyleydi.

Peki sonrasında neden bu hale geldi?

7 Haziran’da seçime gidiyorduk. HDP de parti olarak seçime giriyordu, netleşmişti. Önümüzde 4 ay gibi bir zaman vardı seçim kampanyası için. AKP’nin tek başına anayasayı değiştirecek güce ulaşma gibi bir derdi vardı, çünkü başkanlık istiyordu. Biz ise bu seçim boyunca Dolmabahçe mutabakatının riske atılmaması, seçim sonrasında sonuç ne olursa olsun demokratikleşme ve silahsızlanma konusunda tarafların birbirine verdiği sözün hayata geçmesini korumaya çalışıyoruz.

Ama bir yandan barajı da geçmeliyiz. Çünkü baraj altında kalırsak, parlamentoya girmezsek ciddi bir siyasal sıkıntıya yol açacak. Biz Türkiye’de barışı getiren bir siyasal yapı olarak kesinlikle kendimize güveniyorduk barajı aşacağız diye. Dolmabahçe mutabakatı açıklandıktan sonra da nitekim HDP’ye duyulan güven hızlı bir şekilde arttı ve 28 Şubat deklarasyonu sonrası yapılan ilk anketlerde barajı rahatlıkla geçeceğimiz görüldü.

Oysa Erdoğan şöyle bir şey hayal etmişti: “28 Şubat’ta PKK silah bırakma kararı aldı ve bunu açıkladı, bunu oya dönüştürürüm”. Ve kesinlikle yüzde 50’den daha fazla oy alacağını açıklamıştı. Onun araştırmalarına göre yüzde 56-57’lik bir oy alıyordu. 7 Haziran’da PKK’ye silah bıraktırmış Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve tek Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçecek, yüzde 56-57 oyla anayasa yapacak, HDP de baraj altında kalacaktı.

Sonra neden vazgeçti?

Çünkü deklarasyondan hemen sonra kamuoyunda beklenen etki oluşmadı. Deklarasyon 10 maddeden söz ediyor, eş zamanlı olarak PKK’nin de silahları bırakma kongresini toplayacağından bahsediyordu. Ben de çıktım o dönem bunu söyledim, “Evet silah bırakma var ama 10 madde müzakere edilecek ve 10 maddelik bir demokratikleşme ve reform süreci de var, bunu neden göz ardı ediyorsunuz? Sadece silah bırakma çağrısı yapılmadı, bu da yapıldı ve şarta bağlandı; eş zamanlı olacak” diye.

Metni ben yazmadım ortak metin buydu. Şimdi ben bunu söyleyince kamuoyu bunu tartışmaya başladı, medya da işin bu yönünü konuşmaya başladı ve Erdoğan’ın da hoşuna gitmedi bu, çünkü istediği etki oluşmadı. Daha sonra da beni süreci bozan, PKK tam silah bırakmak üzereyken onu vazgeçiren ve masayı deviren kişi ilan etmeye karar verdiler.

Ve Erdoğan ilk anketlerde HDP’nin barajı aştığını ve kendisinin de iktidarı kaybetmek üzere olduğunu gördü. En sonunda da karar verdi ve “Bu iş böyle gitmez, biz bu süreci boşuna mı yürüttük, bunlara mı yarayacak hep, biz bunlar için mi süreci yürütüyoruz. Bize yaramıyorsa bu işten bir şey çıkmaz" deyip masayı devirdi.

Etrafındakilere bunu söylemiş, etrafındakileri azarlamış “Bu iş bitmiştir, beni kandırdınız, aldattınız, bakın bu iş bize yaramadı HDP’ye yaradı” diye.

Yeniden ikna etmeye çalışıyorlar ama “Kesin olarak bu iş bitmiştir” diyor. Ve en sonunda çıkıp "Ben o fotoğrafı yanlış buluyorum", "Dolmabahçe mutabakatı diye bir şey yok", "müzakere yok”, "taraf yok", "muhatap yok", sonunda da “Kürt sorunu yok" diyerek bu işi bitirdi.

“DEMOKRATİKLEŞME YERİNE TEK ADAM OLMAYI, BARIŞ YERİNE DE SAVAŞI SEÇTİ”

Peki niye bir ülkenin cumhurbaşkanı ülkesinde demokratikleşmeye ve savaşın bitmesine vesile olacak bir süreci bitirir?

Bu kişisel bir hırs meselesi değil, bir ideolojik çatışmadır. Çünkü Dolmabahçe mutabakatı bir demokrasiyi savunuyor, tek adam yönetimini değil yerel demokrasiyi savunuyor, ekolojiyi savunuyor, antikapitalisttir, kadın özgürlüğünü savunuyor. Maddelerin hepsinde bu yazıyor.

Şimdi Erdoğan bunları kabul ederse yıllardır hazırlığını yaptığı halifelikten, başkanlıktan, diktatörlükten vazgeçmesi gerekiyor. Çünkü kendisi çoğulcu demokrasiye inanmıyor, ırkçılığa varan bir Türk-İslam sentezi üzerine düşüncesini kurmuş durumda. Yerel demokrasiye inanmıyor çünkü başkanlığa, bütün yetkileri kendinde toplamaya hazırlanıyor.

Kadın özgürlüğü, çevre hakları onun için baş belası, ayak bağı meselelerdir. Şimdi iş artık öyle bir noktaya geldi ki, Erdoğan ya bütün bunlara evet deyip kendi ideolojik, yıllardır hazırlığını yaptığı o gizli ajandasından vazgeçecekti ya da masayı devirip gerçek yüzünü ortaya çıkartacaktı. Böyle bir noktada bir şey söylemesi ve karar vermesi gerekiyordu. Tabii Erdoğan da demokratikleşme yerine tek adam olmayı, barış yerine de savaşı seçti.

Yani Erdoğan’ın derdi kendi diktatörlüğünü kurmaktı ve hiçbir zaman barış değildi ve barış süreciyle bunun üzerini kamufle etmeye mi çalıştı?

Evet, bakın kamuoyu İmralı’da ne konuşulduğunu şu ya da bu şekilde öğreniyor en nihayetinde. Oradan bakılırsa şu görülecek. Biz hiçbir zaman Erdoğan’a güvenerek o görüşmeleri yürütmedik. Her zaman heyet olarak taraflara uyarılarımızı yaptık. Erdoğan’ın niyeti barış değil, demokrasi değil fakat biz masada kalarak toplumu zorlamalıyız, toplumu barışa ikna etmeliyiz dedik.

Taraflara bu süreci gösterip kamu desteğini arttırmalıyız ve böylece tarafları masadan kopmayacak bir durumda tutmalıyız dedik. Ancak böyle başarılabilir, yoksa Erdoğan’ın demokrasi anlayışı ile bizimkisi hiçbir zaman aynı değil ve bunu her zaman biliyorduk.

Fakat AKP içerisinde anlayışlarımız tıpa tıp uyuşmasa da, barıştan yana ve demokrasiden yana olan birçok çevre vardı. Bunların Erdoğan’a karşı bu kadar çaresiz, bu kadar teslimiyetçi davranmaları çok ilginçti ve süreci bitiren temel şeylerden biri buydu. Mesela Dolmabahçe’de o sandalyede oturan taraflardan hiçbiri Erdoğan’a çıkıp “Senin bu fotoğraftan haberin vardı, biz sana okuttuk o metni, sen onayladın, bütün süreçten biz seni haberdar ettik” diyemedi.

Sadece Bülent Arınç bir şeyler söyledi. Onu da hemen susturdular hatırlarsanız. Dolayısıyla AKP içerisindeki odaklar Cumhurbaşkanı’nın bu darbesine karşı direnseydi, bizim direndiğimiz gibi direnseydi süreç bitmemiş olacaktı. Yani onların da bu işte çok büyük payı ve sorumluluğu var diye düşünüyorum.

DOLMABAHÇE’DE NE OLMUŞTU?

Kürt Sorunu’na barışçıl çözüm bulma amacıyla Devlet-Ak Parti hükümeti ile PKK-Öcalan arasında yürütülen görüşmeler sonucunda 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Öcalan’la görüşmeleri yürüten eski MİT başkan yardımcısı, Kamu Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu ve HDP’nin İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve İdris Baluken’in olduğu toplantıda geniş bir demokratikleşme programını içeren 10 maddelik metin, bu maddelerin hayata geçirileceğinin garantisi olarak hükümetin de olduğu bir toplantıda okunmuştu.

Önce Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan'ın, PKK'ye silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin yer alacağı bir olağanüstü kongre çağrısı yaptığını duyurdu. Ardından PKK lideri Öcalan’ın sunduğu, Kürt sorununun çözümünü öngören yeni yol haritası olarak belirlediği 10 maddelik paketin kabul edildiği ve bu maddeler üzerinden müzakerelere geçileceği söylendi. Söz konusu 10 madde şunlardı:

1.    Demokratik siyaset; tanımı ve içeriği

2.    Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması

3.    Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri

4.    Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar

5.    Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları

6.    Çözüm sürecinin yol açacağı yeni güvenlik yapısı

7.    Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri

8.    Kimlik kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik ve eşit mekanizmaların güvenceleri

9.    Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması

10.  Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa.

Söyleşinin diğer bölümleri:

1. Bölüm: Selahattin Demirtaş: Gençler, barış dediğimiz zaman hakaret etmişiz gibi bakıyor!

3. Bölüm: Selahattin Demirtaş: Karanlığa bir kibrit yaktığınız anda orası karanlık olmaktan çıkıyor