Eyyüp Demir / Demokrat Haber

Rojda, Siirt’in Kurtalan ilçesine bağlı Tütün köyünde 10 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Okumak için geldiği İstanbul’da müziğe ilk profesyonel adımını 1991yılında Koma Gulên Xerzan grubunda attı. 1993 yılında Mezopotamya Kültür Merkezi bünyesinde müzik çalışmalarını sürdürdü. “Helimcan” şarkısıyla ilk kez dinleyicilerinin dikkatini çeken Rojda, “Sonda Me” (Yeminimiz-1997), “Rûkena Min” (Güler Yüzlüm-2005), “Kezî-2014” albümleriyle müzik gündemine oturdu. “Sebra Min” (Benim Sabrım) ve özellikle de ünlü Kürt dengbêjî Şakiro’nun seslendirdiği “Wey Dil” (Aman Gönlüm) parçasını klip halinde düet olarak söylemesi, Rojda’yı müzik alanında farklı bir alana çekerken geniş bir dinleyici kitlesine de ulaştırdı. Son olarak kendi prodüksiyon şirketini kurarak ilk kez dinleyicilerinin karşısına daha bağımsız bir şekilde “Sîyam” (Gölgem-2018) albümüyle çıktı. Biz de albümü ve çalışmaları hakkında konuştuk…

Sanırım kendi gölgenizi kendinizle taşımayı seven bir sanatçısınız. Yeni çıkardığınız albümü de “Siyam” (Kendi Gölgem) diye nitelemeniz de herhalde bundan olsa gerek. Sizden “Siyam”ın hikayesini dinlemek istersek ne dersiniz?

Siyam (Gölgem), aydınlık olduğu sürece gölgemiz de hep var olacak. Tabi benim burada “Siyam” (Kendi Gölgem) adını albüme vermem tamamıyla ironik bir ifade. Aslında gölgemizden kopamadığımız gibi, edindiğimiz kültürden de, geçmişimizden de kopamıyoruz. Geçmişin içinde hem şimdi hem de gelecek var. Çünkü geçmiş aslında aynı zamanda geleceğe bir köprü.

Yani geleceğin geçmiş içinde geçmiş olduğunu mu kast ediyorsunuz?

Evet tam da bu. Ben kendi geçmişimi de geleceğimi de aynı düzlemde yaşıyorum. Çünkü geçmişsiz bir gelecek, geleceksiz bir geçmiş de düşünemeyiz. Bunlar birbirleriyle ancak var olur.

Müzikal olarak peki bunu nasıl düşünmek gerekir?

Sanatın tüm dallarında olduğu gibi müzik alanında da bu her iki durumu bir arada düşünebiliriz. Örneğin bir aşk, hüzün, coşku, kahramanlık konularını ele alalım. Kültürel olarak geçmişte de vardı, şimdi de var ve gelecekte de var olacak. Yaşadığım coğrafyada edindiğim kültürü müziğin diliyle işte bu üç zaman dilimi içinde de örmek istedim. Daha açık bir şekliyle ifade edecek olursak, içinde yaşadığımız kültür adeta gölgemiz gibidir ve gittiğimiz her yere onu da taşırız. Zaman içinde kültürler değişse de bir süreklilik taşımaktadır. Bu nedenle de yeni albümümde geçmiş ve gelecek arasında kültür mirasımıza bir bağ, bir köprü kurmak istedim ve bu nedenle de “Siyam” adını koydum.

Anladığım kadarıyla geçmişten kopmuyorsunuz ve gelecekteki geçmişi de müzikal olarak değiştirmek istiyorsunuz?

Değişim kaçınılmazdır. Yoksa yaratıcılık olmaz. Kendimi bu konuda çok da her şeyi değiştiren olarak görmüyorum, ama müziğe başladığım zaman içerisinde vardığım bu anı doğru bir değişim olunca görebiliyorum. Bizler için değişim dönüşüm kaçınılmazdır. Olumlu veya olumsuz fark etmez.

Kadın hassasiyetinin de bunda bir etkisi var mı?

Nihayetinde hangi sosyolojik ve psikolojik ortamdan geliyorsanız onun izlerini taşırsınız. Ben de geldiğim coğrafya itibarıyla, bir Kürt kadın sanatçısı olarak, bazı şeyleri kadın hassasiyetiyle işliyorum. Elbette ki bir kadın hassasiyeti var. Ama sadece bundan ibaret değil. Örneğin ben bu albümde geçmiş ile gelecek arasındaki bağın bir kadın hassasiyeti ile daha sağlıklı dokunacağını düşünerek hareket ettim. Bu albümde de kahramanlık ve politik konular olsa da esas olarak insan sevgisinin belki de doruğu sayılan kadın duygusu, kadın gözüyle estetize edilen her bir çalışma önceliklidir. Aşk ve emek ile kurulan köprünün daha kalıcı olacağına inanmaktayım. Bu nedenle de albümün ana teması müzikte kadının varlığıdır. Kürt kültüründeki işlenmemiş ve dilden dile bırakılan şarkıları doğru bir biçimde yorumlayarak yeni nesillere sevdirmek gerekir. Yani mesleğime olan aşkımı şarkılarla ve duygu dünyasıyla taşımaya çalışıyorum.

Her albümünüzü bir tema ya da hikaye üzerine mi kuruyorsunuz?

Evet. Bugüne dek çıkardığım bütün albümlerimin bir hikayesi oldu. Bazen sınırı işledim, bazen kadını, bazen aşkı, bazen yaşadığımız coğrafyanın acılarını işledim; dolayısıyla her albümümün mutlaka bir hikayesi vardı. Siyam’da ise geçmiş ve gelecek arasındaki köprüyü oluşturmak istedim.

Neden böyle bir köprü kurmak istediniz ki, ya da bu gerekli mi?

Tabi ki bunun bir nedeni var. Örneğin bazı şarkılar vardır ki yüzyıl öncesinde toplumun hayatında ciddi bir yer almıştır, ama bir süre sonra unutulmaya terk edilmiştir. Fakat o şarkıları eğer yeniden işler, güncelleştirerek yeni bir estetik değer katarsanız o şarkıların aslında geçmişin zenginliklerini günümüze taşıdığını görmüş olacağız. Bir sanatçı olarak da eğer geçmişi günümüzde sevdirebilirseniz en büyük mutluluğu yaşarsınız. Çünkü onu kendi statik geçmişinden çıkarıp dinamik hale getirerek topluma yeniden kazandırınca adeta ona yeniden bir ruh vermiş olursunuz. Bir sanatçı açısından bir şarkıya yeniden ruh vermek büyük bir mutluluktur. Ben bunu yapmaya çalıştım. Bunda ne denli başarılı olduğuma da herhalde en iyi dinleyiciler karar verir.

Geçmişi yeniden yorumlayıp diriltmek elbette ki önemli. Bunun dışında bu albümünüzü diğerlerinden farklı kılan bir yan var mı?

Siyam albümüm bir öncekilere benzeyen yanlar taşıdığı gibi, temel farklar da içermekte. Daha önceki çalışmalarımda dengbêjlîk ağır basmaktaydı. Çünkü dengbêjlîk Kürt yaşamında derin tarihsel izler taşımaktadır. Daha önceki çalışmalarımda bunlara ağırlık verdim. Fakat onları işlerken mümkün olduğu kadar kendi gerçekliğime bağlı kaldım. Fakat Sîyam albümünde şöyle bir fark var, geçmişteki bir parça ile şimdiki bir parça arasında bir geçiş kaygısı taşıyarak hareket ettim. Bunu yaparken de belli ölçülerde kendi yorumuma başvurdum. Çünkü geçmiş ile gelecek arasında köprü olmak için yeniden yorumlamaya ve bu bağı kurmaya gerek var.

Rojda çağdaş dengbêjler arasında neredeyse dengbêjlikle özdeşleşmiş, bu kasette dengbêj şarkısının olmaması bir eksiklik değil mi?

Aslında dengbêjlik benim de ruhumun bir parçası haline gelmiş, fakat bu albümde bilinçli bir şekilde yer vermedim. Uzun bir süredir dinleyicilerim zaten benden hep dengbêj şarkılarını dinlediler. Kezi albümü 14 tane uzun havayı barındırıyordu. Her bir şarkının bir hikayesi vardı. Kadının anlatıldığı bir projeydi. Çok uzun hava dinlenildi, çok slov dinlenildi diye düşünüyorum. Siyam’ın farklı bir konseptte işlemesini istedim. Bu nedenle bir eksiklik olarak görmüyorum.

Rojda dengênbêjlikten sıkıldı mı yoksa?

Hayır hayır, asla. Dediğim gibi dengbêjlik benim ruhumun bir parçası, kendi ruhumdan sıkılmadığıma göre degnbêjlikten de sıkılmadım. Sadece bu sefer farklı bir konsept olmasını istedim o kadar.

Sizin müzikal ruhunuzda coğrafyanın ağırlığı hissediliyor. Peki, bu albümde ağırlıkta olan belli bir yöre var mı?

Daha önceki çalışmalarımda birçok yöreye yönelik şarkılarım oldu. Örneğin Mardin yöresi gibi, kendi yöreme ait birçok şarkılar okudum. Fakat bu albümde ilk kez Van için bir beste (Hey Le Le) şarkısını yaptım. Çünkü, kadim bir tarih ve kültüre sahip olan Van’a ithaf etmek istedim. Bugüne kadar Van yöresinden şarkılar derledim ama beste ilk oldu. Kürdistan’ın birçok yöresi kendine özgü bir derinliğe sahip. Örneğin Süleymaniye, Hewlêr, Amed, Mardin, Anatolîya Navîn gibi, her biri kendine ait bir kültürel renge sahiptir. Van’da bunlardan biri olarak kendine ait bir renge sahiptir. İşte bu albümde Van’ın rengini yansıtmak istedim.

Bu Rojda’nın bölgesel arayışı mı?

Öyle de diyebiliriz. Aslında salt bölgesel arayışla da sınırlı değil. Genel anlamda bir arayış desek daha doğru olur. Çünkü sanatçının arayışı biterse sanatçı da biter. Her seferinde farklı şeylerle yüzleşmek zorundasınız. Sanat bir süreç işidir, bir gölge gibi sanatçıyı takip ederek ilerler. Zaten “Siyam” adını kullanmamızda bundandır. “Sîyam” ya da “Siya Min” yani “Benim Gölgem”. Biz geçmişten geleceğe akarken bizi biz yapan dilimiz, rengimiz, yaşam biçimiz, adetlerimiz ve kültürümüzle birlikte bir gölge gibi bizi takip edip gelir.

Peki, süre gelen arayışınızı ‘Siyam’da bulabildiniz mi?

Tümüyle olmasa da kısmen yakaladığımı düşünüyorum. Örneğin söz ve müzik açısından olabilir. Sözleri bana ait olan şarkılar var. Örneğin “Tu Şîrînî”, “Hey Lê Lê”, “Ezim Ezim”. Albümde toplamda 12 şarkı var. Bunlardan yedisi anonim, üçünün söz yazarlığı doğrudan bana ait, birinin de müziği Fırat Güneş’e ait. “Cemîla” bestesi de yine ortak bir üretim. Müziği sevgili aranjörüm Mustafa Biber’le yaptık. Albümde kolektif çalışmalar mevcut. Bu da benim açımda bir arayışın önemli bir boyutunu oluşturuyor. Bugüne kadar bu yönüme güvenmiyordum ya da beğenmiyordum. Gerçi halen de beğenmiyorum, ama biraz daha cesaretli davrandım diyebilirim. Çünkü yaşadığım duygu yoğunluğunu en azından kaleme alma cesaretini göstermem de benim için bir yenilik. Ama kendinizden memnun musunuz diye soracak olursanız, hayır değilim.

Hemen soruyorum, neden kendinizden memnun değilsiniz?

Memnun olmamamın nedeni biraz zor beğenmemden dolayı. Bir şey yaparken biraz mükemmeliyetçi davranıyorum. Fakat mükemmel olanı bulmak da çok zor, çok ciddi emek istiyor, ne kadar zorlasam da onu bir türlü elde edemiyorum. Sonunda bir karar vermek zorunda kalınca da işte bu kez de kendimden memnun kalmıyorum.

Fakat bildiğim kadarıyla dinleyicileriniz sizden gayet memnun.

Sağ olsunlar, fakat ben kendimi onlara karşı hep borçlu ve eksik hissediyorum. İstiyorum ki daha çok araştırayım, daha çok üzerinde çalışayım, en güzelini onlara vereyim. Onlara basit bir şey vermek istemediğim gibi, kendim de en azından memnun kalmak istiyorum. Şöyle bir gerçeklik var, eğer bir sanat eseri sanatçının kendisinde karşılık bulmuşsa dinleyicide de etkide bulunuyor. Çünkü sanatçı toplumun bir parçası olarak gelişmeleri kendisinde derinleştirip içselleştirmişse bunu çok daha iyi yansıtır. Bunun için de emek sarf etmesi gerekir. Tekrara düşmemek için emek harcamak istiyorum.

Hep merak ettiğim bir şey; bir şarkı üretimi sırasında nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

Bir şarkı okumaya başlamadan önce ciddi bir ön araştırma ve hazırlık dönemi vardır. Şarkının seçimi, hangi tarihsel döneme hitap ettiği, nasıl bir konu içerdiği, her birinin birbirine olan geçişleri vb. Bir şarkının duygusunun ortaya çıkış koşulları örneğin benim ruhsal durumumu en çok etkileyen şeylerin başında geliyor. Bu albümümde “Ne oldu?” adlı bir Türkçe şarkı var. Bunu daha öncesinde Ayşê Şan okumuştu. Duygusu bende ağırlık oluşturduğu için ben de bu albümde okumak istedim. Ben Ayşê Şan’ı bu şarkıyla anmak istedim. Bu da benim duygum ya da geçmişten bugüne kurmak istediğim köprü. Bir şarkının bende uyandırdığı hissiyat önemlidir, eğer bir hissiyat varsa bana yeter.

Örneğin yazarken ya da okurken neyi düşünüyorsunuz?

Yazarken insan okuyacağı duyguyu da düşünüyor. Mesela burada yazdığım bestelerde bunu açık bir şekilde hissettim. “Tu Şîrînî”, “Hey Lê Lê”yi kaleme aldığımda oldukça etkilendim. Son derce lirik, benim Kürdi ruhumu anlatan, ne kadar Kürdi olduğumu bizzat bana gösteren bir söz ve beste oldu. Bu beni aslında çok etkiledi. Söz ve müziği birlikte ürettiğimde kendi çocuğum gibi görmeye başlıyorum. Bu da bana daha farklı bir anlam katıyor. Aynı şekilde marş niteliğinde olan “Ezim Ezim” (Benim Benim) şarkısını yazarken ve okurken de büyük keyif aldım. Şöyle de düşünüyorum, ben yarattığım kadar var olurum.

“Ezim Ezim” şarkınız bir marş havasında, insan üzerinde farklı bir etki bırakıyor. Aşk şarkılarını daha çok sevdiğinizi söylediniz burada neden marşa kaydınız?

Bu ülkede çok acılar yaşanıyor, bazen bu acıları haykırmanın yoludur şarkılar. Ben de bu bestemde Cizre’de, Nuseybin’de, Sur’da yaşanan Kürtlerin dramını bu şekilde haykırmak istedim. Müziğin de acılar karşısında çeşitli haykırışı vardır, tepkisi vardır, şarkılar da bunlardan biri. “Ezim Ezim” işte bunun bir ifadesi.

Reel politik gelişmelerin müziğinizdeki karşılığı nedir?

Kürt toplumu acılarla yoğrulmuş bir halk. Günlük gelişmelerle birlikte bunu her gün doğrudan yaşıyorum. Türkiye’de bir gün içinde her şey alt-üst olabiliyor. İnanılmaz bir kararsız denge var. Evet, dünyada da değişim var ama Türkiye’de bu çok daha yoğun. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, Ortadoğu’da her şey çok hızlı değişmekte. Yarını kestirmemiz bile çok zor. Ben bu albüm çalışmasına başladığımda Türkiye farklı bir atmosferin içindeydi.

Nasıl bir atmosferdeydi?

Açılım sürecinin sonlarıydı. Açılım süreci yerini çok hızlı bir şekilde çatışmaya bıraktığı dönemlerde ben bu albümü çalışmaya başlamıştım. Ardından Cizre, Sur, Kobani gibi bir dizi trajik sahneler birbirini izledi. Barışı konuşurken birden kendimizi savaşın içinde bulduk. Bu atmosfer içinde bu repertuarı hazırladım. İster istemez albüm üzerinde bu gelişmelerin etkisi oldu. Çünkü bir sanatçı olarak kendinizi bundan soyutlamak mümkün değildir. Zaten sanatçılar olarak hep bir umut ve umutsuzluk çatışması içindeyiz. Umutsuzluğa inat ben umutluyum, her şey güzelleşecek.

Bunca çatışma arasında bir barış atmosferinin doğacağını mı söylemek istiyorsunuz?

Evet. Yaşanan savaşın acısını yaşamamak imkansız. Yıllardır bir halk olarak, bir kadın olarak, bir sanatçı olarak bütün olumsuzluklara rağmen bu topraklarda er ya da geç barışın hakim olacağına bütün kalbimle inanmaktayım. Bu kadar acıların yaşandığı bu yerde elbette ki mutsuzluk her tarafımızı sarsa da umudumuz her zaman vardır. Biz sanatçılar duygularımızla varız, sanatı icra ederken de umutsuzluğu değil, hem umudu icra etmekteyiz. Bunu siyaset yürütenlere de öneriyorum. Çünkü duygudan yoksun ve empatiden yoksun bir siyasetin de hiç kimseye fayda sağlayacağını düşünmüyorum. Bu kadar çatışmalı bir atmosfer olsa da, ben umutluyum, açıkçası bu günlük gelişmeler her an değişime gebedir. Yarın tekrardan bir açılım süreci de olabilir, önemli olan birbirini anlayabilmek ve hak ve hukuk çerçevesinde davranabilmektir. Ben bu konuda umudumu yitirmiş değilim.

Bestelerinizi yaparken siyasal atmosferi göz önünde bulunduruyor musunuz?

Siyasal ve toplumsal atmosfer bir sanat icrasında elbette ki önemlidir. Örneğin bir toplum çok sosyo-politik açıdan sarsıntılar geçiriyorsa siz sanatçı olarak bunu görmezlikten gelemezsiniz. Örneğin yaşadığımız süreçte farklı farklı bestelerim vardı. Fakat bunlar konjonktüre uymadığı için okumadım. Haa zamanı gelince okurum, ama konjonktüre uygun değillerdi. Keşke savaş olmasaydı da sanatı da en iyi şekliyle icara edebilseydim. Bazen isteklerin dışına çıkmak zorundasınız.

Toplumsal anlamda sürekli dönüm noktaları yaşıyoruz. Peki Rojda’nın da sanatsal dönüm noktaları var mı?

Sence var mı?

Bana mı soruyorsun. Bence var, en azında olması gerekir diye düşünüyorum?

Eğer bir sanatçının dönüm noktası yoksa tek düze olur. Benim de kendimce dönüm noktalarım var. Örneğin birinci albümde ben bir müzik arayışındaydım. Rojda’yı var etmek istiyordum. Bunun için de gruptan ayrıldım. Aslında daha gruptayken de “Helîmcan” ile gruptan biraz sıyrıldım ve az da olsa bir dinleyici kitlesine ulaştım. Birinci albümde hem dengbêjliği, hem kadınlığı, hem de tek başına ayakta durabilen farklı bir Rojda’yı hedeflemiştim. Bu benim için ilk dönüm noktası sayılır. Daha sonraki çalışmalarımda bu dönüşüm başka bir şekilde ortaya çıktı. Bendeki ikinci dönüm noktası da Siyam’dır.

İkinci dönümden neyi kast ediyorsunuz?

Şöyle ki, 25 yıldan fazladır bu piyasada faaliyet yürütmekteyim. Sîyam albümü ile birlikte kendi şirketimi kurdum ve hem yazdım, hem okudum, hem de tüm hukuki sorumluluğu aldım. Bu albümün maddi ve manevi her şeyini ben karşıladım ve kendime ait olan Rojda Prodüksiyon’u kurdum. Dönüm noktası diyeceksek bana göre bu da bir dönüm noktasıdır. Bunu yaparken çok zorlandım, ama zoru başarmak önemli. Ben zoru hatta imkansızı seviyorum galiba. Kendim olabilmek ve kendim olarak var olmak istedim. Şimdi her şeyi ben yürütüyorum. Daha önce evim vardı ama mutfağım yoktu şimdi kendi mutfağımı yarattım.

Peki bu mutfak başka sanatçılara da açık mı, yoksa sadece kendin için mi burada yemek pişireceksin.

(Gülerek) Bu mutfak sanat yapmak isteyen herkese açıktır. Kim sanatını yapmak istiyorsa buyursun gelsin, kapımız hiçbir zaman kapalı değil, hep açık olacak.