Mustafa Güçlü / Demokrat Haber

Berivan Kaya, çeşitli dergi, kitap eki, portal ve gazetelerde, roman eleştirileri/incelemeleri; gerçekçi edebiyat, Marksist Estetik, felsefe, toplumbilim, toplumsal cinsiyet, sinema, modernizm ve postmodernizm üzerine yazılar ve röportajlar yayımladı.

Berivan Kaya ile piyasa ve ödül sistemi üzerinden devrimci şiirin mücadeleye bakışına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Mustafa GÜÇLÜ: Okuyucularımıza kendinizi kalıplaşmış ifadeler dışında sizi en iyi şekilde yansıtacak sözcüklerle tanıtın desem neler söylersiniz?

Berivan KAYA: Çocukken şiire dokunmak… Sonra çok uzun ara… Ve romanla yeni bir başlangıç… Sonra yeniden şiir…

Herkes gibilik, Çaba, Tutunma, Kuşatılma, Savruluş, Uyumsuzluk, Öğrenme, İsyan, Mücadele, Değişim, kaçış, Bocalama, Korku, Arayış, Buluş, Dokunuş, Kavrayış, kapsayış, Birlikleşme, Değiştirme, Yaratım, Dönüştürme…

Şiir halimize dokunmak, kristallendirmek bildiğimce…

MG: Jorge Amado, “insanın anayurdu çocukluğudur” demiş. Belki de çocukluk kutsal kitapların vaat ettiği asıl cennettir, diye bir cümle gözüme çarpmıştı geçenlerde. Bu bağlamda çocukluğunuz nasıl geçti? Babanız Kemal Burkay da iyi bir şair. Onun şiire yönelmenizde herhangi bir etkisi oldu mu?

BK: Jorge Amado’yu çok severim. Bu sözünde gerçeklik payı vardır elbet ama her anayurt özlenmeyebilir. Çocukluk kimi için cennettir kimi için cehennem. Suriye’de, bir bombalı saldırı sırasında yaralanan ve “onları Allah’a şikâyet edeceğim” diyen çocuğu hatırlayalım. Bence dünya düzeni o anda belirli bir çocuk için ne ise, çocukluk da odur. Buradan psikolojiyi dışladığım sanılmasın ama psikoloji de dünyanın bir sonucudur ve hatta burada psikanalist Arno Gruen’e katılırım; kapitalist düzen ve iktidar bilinci aile, ebeveyn, eğitim vs. aracılığıyla öyle tahribat yaratır ki buradan “arazsız, yarasız” çocuk ve ileride sağlıklı yetişkin çıkması mümkün değildir.

Babam Kemal Burkay yetmişli yıllarda sosyalist Kürt özgürlük hareketinin kurucularından biriydi. Genel olarak hapislikler, sürgünler, ayrılıklar yaşadık. !970’te tutuklanarak ceza evine girmişti. Çıktığında ise 1971 darbesi olmuş, yurtdışına çıkmak zorunda kalmış ancak 1974 affıyla dönebilmişti. Bu yüzden babamı dört yaşımda tanıyabildim. Sonrasında 12 Eylül’de yine ayrıldık. Otuz yıl sürgünde kaldı; biz on beş yıl görüşemedik. Annem söz-eylem birliği içinde olan sıkı bir sosyalistti. İki üniversite diploması vardı. Kendini ilkokul mezunuyum diye tanıtarak fabrikaya işçi olarak girmişti, işçilerin politik örgütlenmesini yürütüyordu. 12 Eylül döneminde çoğu insan gibi acı tanıklıklar, korkular, kaygılar yaşadık. O yüzden edebiyata ve politikaya ilgim ailem sayesinde gelişti. Annemin elinden kitap düşmezdi. Bize de sürekli kitaplar alırdı. İlk olarak Behrengi’nin hikâyeleriyle tanıştım, sonra pek çok kitap okudum. Annem bir ara, babamın 1960-70 yılları arasında basılmış ilk şiir kitapları olan Dersim ve Prangalar’ı vermişti. Şiirlerini çok sevdim. Biz üç kız kardeş için yazdığı “Helin Evin Berivan” şiirinde geçen “Helin, Evin, Berivan/Bilirim sizler büyüyünce/Mapusane külleri üstünde/Açan gülleri düşünürüm” dizeleri çok sarsmıştı. Biz büyüdük ama cezaevleri hala küle dönüşmedi. Etkilenmişim ki 11 yaşlarında şiir yazmaya başladım. Üstelik açlık, yoksulluk, savaş, ırkçılık konulu şiirlerdi. Liseye kadar sürdürdüm şiir yazmayı. Fakat babam yurtdışında olduğu için bu şiirleri okuyamadı.

MG: Toplumsal mücadelenin gerilemesi hatta oldukça cılız seviyelerde varlık yokluk savaşı içinde olması toplumcu şiiri olumsuz etkilemiştir. Şiirde yeniden bir çıkış için toplumsal mücadelenin yükselmesi mi beklenmelidir? Yoksa “Devrimci Gerçekçi Şiir” bugünden bakış açısını ortaya koyarak piyasa edebiyatına karşı itirazını yükseltilmeli midir?

BK: Toplumsal mücadele darbe, diktatörlük, faşizm veya aşırı baskı dönemleri nedeniyle zaman zaman yavaşlasa da hep var olmuştur, olacaktır. Sorun, her alanda, sınıf bilincine sahip olanların değişimden dönüşümden yana bir eyleyiş ortaya koyabilme niyetleri ve iradeleridir. Bu anlamda bu tür birliktelik, kolektiflik, dayanışma için geç bile kalınmıştır. Piyasa edebiyatına gelirsek, önce şiirin canına okundu. 1980 öncesi halkla, okuyucuyla bağ kurmuş olan toplumcu şiir darbe sonrası merkezlenen, egemen kültür-sanat alanından dışlandı. Gerçeklikle diğer bir ifadeyle canlı insan/toplum eylemiyle bağı kesilen ve anlamsız imge yığınına dönüşen modernist/postmodernist şiir desteklendi, merkeze çekildi. Bu tarz soyut şiir de zamanla okur tarafından dışlandı ve belli kişilerin, arkadaş çevrelerinin kendi kendilerine yazıp/okudukları seçkinci bir etkinliğine dönüştü. Dünyada da durum farklı değil. Bir de bunun üzerine dijitalleşmenin, sanallaşmanın okuma üzerindeki olumsuz etkisi eklendi. Şiir kitabı okunmaz, satılmaz olunca piyasacı yayın evleri, yeni şiiri basmaz oldu. Yayın evleri şiir basmazken, zıt bir biçimde “şair” sayısı hızla çoğalmaya başladı, ortaya çıkan talep, kitapları yazarından para alarak basan onlarca butik yayınevinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu ise şiirin niteliğini daha da düşürdü. Kitapçılarda önceden bir metrelik de olsa bir şiir rafı vardı, şimdi o da kalktı. Şiir kitaplarını ancak internetten satın alabiliyoruz. Şiir yazanlar birbirlerinin kitaplarını okudukları için görünürde şiir hala ayakta. Biraz karamsar bir tablo çizdim ama vaziyet bu. Şiirsizliğin aşılması, şiirin yeniden okurla bağ kurması, söylemiş olduğunuz “devrimci gerçekçi şiir” ile yeniden mümkün olabilir. Gerçekçi şiir, geçmişten bu yana yazıla geliyor. Seksen sonrası her şeyde olduğu gibi sanatta, edebiyatta da belirleyen sermaye ve burjuva ideolojisi oldu. Bir bakıma solun biraz da yenilgiyi ideolojik sayması, Marksizm’in yeterince anlaşılmaması nasıl kitleleri soldan liberalizme doğru savurduysa edebiyatta, şiirde de aynı şey oldu: Gerçeklikten uzaklaşmak ve modernizmin açmazınsa saplanmak. Geçmişten bugüne gerçekçi şiiri sürdürenler olduğu gibi özellikle Gezi’den sonra yeni kuşaklarda, direnişçi bir gerçekçi şiirin; devrimci şiirin yazıldığına tanık oluyoruz.

MG: Bir röportajınızda: ”İki ana dilliyim fakat Kürtçeyi bilmiyorum.” (1)diyorsunuz. Geçmişten günümüze Kürt coğrafyasının yetiştirdiği Kürtçe eser veren çok sayıda şair var. Anadilinizden başka bir dilde yazmak zorunda kalışınızı sanatınızın gelişimi açısından bir eksiklik olarak değerlendiriyor musunuz?

BK: Annem Makedonya Türklerinden olduğu için anadilim Türkçe oldu. Babamla daha önce de belirttiğim gibi sürekli ayrı kalmıştık. Annem ise öğretmen olarak sürgün edildiği Burdur’a gidemeyince hepimizi alıp Dersim’den İstanbul’a dönüş yaparak ananemin yanına yerleşti. Böylece yalnızca Türkçe öğrenmiş oldum. Darbeler, ayrılıklar, sürgünler Kürtçe anadilimi öğrenmeye fırsat tanımadı. Öğrenmiş olsaydım iki dilde de yazardım. Özellikle Kürtçe şiir yazmayı çok isterdim.

MG: Son günlerde gündemden düşmeyen bir tartışmaya sözü getirmek istiyorum. Çünkü uzun zamandır “Türkçe Edebiyat ”ve ”Türk Edebiyatı” üzerinden çok hararetli bir tartışma yürütülüyor. Bu konuya ilişkin düşünceleriniz nedir?

BK: Kendi adıma, sadece edebiyat demeyi tercih ediyorum. Sadece sanat gibi… Sanat her türlü kimlikten soyunuk olmalıdır; kimlikler, o da bütünsel ve tarihsel kavrayışla ele almak koşuluyla sadece bir sorunsallaştırma içeriği olarak girebilir sanata. Toplumsal cinsiyet, ırkçılık, milliyetçilik, sömürgecilik, ulusal asimilasyon gibi...

Uluslararası ortamda herhangi bir sınıflamada, pratik olarak gerek duyulduğunda ise kimlik dilin kendisiyle ifade edilebilir; Türkçe edebiyat, Fransızca edebiyat, İngilizce edebiyat gibi. Neden Türk, Fransız, Alman diye baskın kimlik temelinde kategorik düşünelim ki? Ulusal kimlik, insan doğasına yabancılaşmış sınıflı toplumlar için tarihsel bir aşamayı ifade eder. Burjuvazi, feodal toplumdan, monarkların düzeninden kapitalist toplumuna geçişte, meta/pazar ekonomisini sağlamlaştırmak ve sermayenin gündelik çıkarlarını ve bekasını koruyabilmek için ulusal birliğe ihtiyaç duymuştu ve bu birliği, birçok etnik toplumu, dili, kültürü baskılayarak, asimile ederek yapmıştı. Fransa’da Fransız milliyetinden olanların devrim döneminde sayıca azınlık olduğunu ve Bretonlar, Oksitanlar, Basklılar, Katalanlar gibi başka milliyetleri bastırarak üst kimlik oluşturduğunu biliyoruz. Bizde de benzer bir süreç gelişti. İnsan doğası ve bilinci açısından, üst kimlik altında diğer kimlikleri baskılama, dilleri yasaklama, asimilasyon savunulacak bir durum değildir. Nesnel bir gerçeklik olarak burjuva devrimler çağında yaşanan bir ulus dönemi mutlaklaştırarak sonraki dönemlerde de doğru saymak gerici bir tutumdur. Burjuvazi, kendi devrimlerden sonra, (1923’ten sonra bizim kendi burjuvazimiz de dâhil) işçi sınıfına ezilen halklara karşı gericileşmiştir. Üstelik ülkemizde Kürt halkının ulusal sorunu çözülmemiştir. Kimlik sorunu ve kategorisi Kürt, Filistin, Bask, Kuzey İrlanda halkları gibi ulusal sorunu devam eden ülkelerde nesnel olarak vardır. Fakat uluslaşma sürecini tamamlamış, sınıf ve toplum çelişkisi artık burjuvazi ile işçi/emekçi sınıfı arasında dönüşmüş toplumlarda, kimlik sorunu yokken hamasetle sürdürülen kimlikçi kategoriler geridir ve burjuvazi için bir yönetme aracı olma konumundadırlar.

MG: “Ödüllü kitap ‘bile isteye’ üzerine gerçekçi bir eleştiri” adlı yazınızda Gonca Özmen şiiri hakkında oldukça detaylı çözümlemelerde bulundunuz. Yine aynı yazınızda” Meta, fetiş, marka, yayınevi, ödül mekanizmaları yoluyla şiir evrenine piyasacı bir dayatma; gerçekçi bir söylem için koşul oluşturdu. ”diyorsunuz. Bu saptamalarınızdan hareketle “yarışmalar ve şiir ödülleri” hakkındaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

BK: Ödüllerin durumu ortada ve herkes her şeyi biliyor. Üç maymun oynanıyor o ayrı. Seçici kurullarda hep aynı kişiler... Ödül verilecek “şair-yazar” önceden belirli… Yarışmaya gönderilen yüzün üstünde kitabı zaten kimsenin okuması mümkün değil. Yayınevi sultası, dergi çevresi, çıkar, ayak oyunları, ahbap ilişkileriyle yürütülen işler tam bir piyasa düzeneği örneği. Elbette ödül mekanizması dediğimiz şey; meta, para, yayınevleri, reklam, marka, kültür fonları piyasasının yani koskoca bir ahtapotun sadece bir kolu… Ahtapot eşittir sermaye gücü. Baskın yayınevleri; bankaların, holdinglerin, büyük medya kuruluşlarının, şirketlerin elinde olduğuna göre; düdüğü çalan ödülü kapıyor. Bu yayın evleri için ödülü kapmak önemli, çünkü ödüller yazardan “star” yaratma, sattırma, para kazandırma aracıdırlar. Bu çıkar zemini aksine vasatı, niteliksizi üretiyor. Yazar da şair de ün peşinde koşarak zamanla bu kirli çarkın bir parçası oluyor. Asıl önemli konu şu; ödül nedir, yarışma nedir? Şiiri, romanı, resmi, heykeli yarıştırmak nedir? Eser eserdir. Şiir şiirdir, onu seçemezsiniz. Şairi şairle yarıştıramazsınız. Yarış, hırs, rekabet, ödül, en iyi olma, birinci olma, başkasının üstüne basarak yükselme; bunların hepsi insanı kendi özünden koparıp yabancılaştırmış olan kapitalist iktidarın indirgenmiş bilincinin hastalıklı unsurlarıdır. İnsan bu değildir. Tam da bu nedenle yarışma ve ödülleri reddetmek gerekiyor. Şiirin de romanın da ne olduğunu ortaya koyacak ödül değil eleştiridir. Bilimsel, derinlikli, kapsayıcı, sistematik bir eleştiridir. Sanat bize hakikatin bilgisini verir ya da hakikate yaklaşmanın bilgisini… O açıdan eserin estetik ölçütleri sadece bir beğeniden ibaret değildir; hakikatle kurduğu bağ ile bütünlüklüdür. Biçim öz diyalektiğini ve maddeci tarihselliği ele alarak yaptığımız eleştiride eserin de ne olduğu ortaya çıkar. Gonca Özmen’in ödüllü kitabı bu temelde yapılan bir eleştiriydi ve bu konuda oldukça duyarlılık ve farkındalık yarattı. Ödül-star-marka-meta-para düzeni karşısında ancak bilimsel/nesnel eleştiriyi işleterek şiir’in ortaya çıkmasını sağlayabiliriz.

MG: Eskiye oranla günümüzde kadın şair sayısında gözle görülür bir artış var. Divan şiirinden beri erkek egemen bir alanda kadın olarak üretmenin zorlukları nelerdir? Bir de kadın duyarlılığı adı altında cinselliği ön plana çıkaran yani fetişist boyutta kadın bedenine yönelen şiir hakkında neler söylemek istersiniz?

BK: 1980’lerle birlikte edebiyat ve şiirde erkek egemenliği kırıldı. Sanayileşme, kentleşme, iş gücüne katılma, eğitim olanakları, kadın mücadelesi… Pek çok etken sayılabilir tabii ki… İki binlerde, dijitalleşmeyle birlikte kadınlar şiirde çok etkin oldular. İnternet, sosyal medya alanlarında görünür oldukça belki birbirlerinden daha çok cesaret aldılar. Bu ivmeyi heyecan verici buluyorum. Kadın mücadelesi ve özgürlük alanları genişledikçe dildeki öz sansür de yavaş yavaş ortadan kalktı. Toplumsal cinsiyetin, ayrımcılığın, kadın cinselliğinin, arzu bastırılmışlığının ve özgürlüğünün şiirde sorunsallaşması, tematik ve izleksel yapılara kavuşması önemli bir çıkış oldu. Bu devinimi ben de şiirimde yansıttım. Bu bir yanıyla ikinci yeni mirası olarak 1980 sonrası iç dünyaya kapanan bunalım şiirinin ya da anlamdan büsbütün koparak şiiri söz dizimi ve imgeye indirgeyen soyut şiirin de karşısında bir mevzi kazandı. Bu yüzden de estetik düzeyde bir canlılık, heyecan dalgası yarattı. Fakat ağırlıklı olarak şiirleştirme, kadın erkek karşıtlığı gibi meseleyi yüzeyden kavrayarak, olguculuk üzerinden yükseldi. İnsan tarih dışı bir varlık olarak şiire girdiğinde örneğin kadın, bedeni üzerinden kendi içine kazındığında, onun akışta ve oluştaki bütünlüklü ilişkiler ve çelişkiler açısından ne olduğu göz ardı edildiğinde şiirin de gerçeklikle ilişkisi kopuyor. İmgeler kadın bedenini, cinselliğini erkeklerin karşısında biricikleştiren, kutsayan veya onlarla düşmanca savaşan fetiş anlamlara gönderiliyor; buradaki düalizm ise başka bir baskın kimlik yaratarak itirafçı, öznelci şiire yol açıyor ve şiirin gerçeklik halini dolayısıyla estetiğini zedeliyor. Bedeni, kadını, doğayı; toplumdan, sınıfsallıktan ve akıldan koparan postmodern teorilerin bunda etkili olduğunu düşünüyorum.

MG: Edebiyatla ilgilenen pek çok sanatçı sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanmaya çalışıyor. Hatta sosyal medya üzerinden sanal âlemde ortaya çıkan tartışmalar bile gerçek yaşamda kavgaya dönüşebiliyor. Yine sosyal medya üzerinden şiir adına ortak hareket eden grupların alan kapma adına dayanışması görülüyor. Bütün bunları göz önüne aldığımızda internetin yaygınlaşması, dijital platformlardaki paylaşımlar ve tartışmalar sanatın ya da daha dar anlamda şiirin gelişimini nasıl etkiler?

BK: Sosyal medyada yine “bizim mahalle”; kendi kendimizleyiz diye düşünüyorum. Yazıyoruz, çiziyoruz, paylaşıyoruz ama dışarıdan okur olarak ilgilenen çok az kişi var. Şairler birbirlerini beğenmeyip, paylaşmayıp, yorumlamasalar bile izliyorlar. Okuyorlar. Şiiri sürdüreceklerse Buna ihtiyaçları var çünkü. Sosyal medyanın edebiyata ve şiire; okur açısından katkı yapacağını, geliştireceğini çok fazla düşünmüyorum. Yapılan araştırmalar insanların işten, okuldan, evden arta kalan zamanlarını sosyal medyada geçirdiğini gösteriyor. Tahminim odur ki edebi alanda eskiye oranla daha az kitap satılıyor. Kişisel gelişim, ünlü kitapları, ödül kapanlar, macera türünden çok satanlar listesi istisna olabilir. Ama dijital çağ herkesi telefonun, bilgisayarının başında, yayımcılık açısından aktif katılımcı yaptı; siyasetçi-yazar-çizer-gazeteci-aforizmacı yaptı. Onu sanata, kitap okumaya yönlendirecek olan duygu/düşünce boşluğunu, arayışını, tutkusunu ekranda bir şeyler yazıp paylaşarak ve layklanarak tatmin edebiliyor. Bu siyasete, mücadeleye yönelim açısından da olumsuz etki yapıyor. Bir iki siyasi içerik paylaşınca üzerine düşeni yapmış oluyor bireyler. Örgütlenme geriye düştü. Eskiden sözümüzü kamusal alana iletmek için en azından beş on kişi bir araya gelirdik. Şimdi bir tuşa basıyoruz. Yazarlar, şairler ve genel olarak sanatçılar için de zamanı tüketen ve üretici etkinliği kısıtlayan bir etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan insanlar birbirleriyle tanışıyorlar, yapıp ettiklerini görüyorlar; bu kadın şiirinin gelişmesinde olduğu gibi cesaret verici etkiye sahip olabilir, bir yandan da kötü örnekleri çoğaltması bakımından şiire zarar da verebilir. Böylesi tanışmalar; ortak çalışmalar, mücadele, dayanışma kolektifleri yönünde kullanırlarsa bu da iyi tarafı elbette.

MG: Zor da olsa edebiyat dergilerinde şiirlerinizi okuyucuyla buluşturuyorsunuz. Piyasada yayımlanan edebiyat dergilerinin kendi yayın çizgilerini oluşturduğuna inanıyor musunuz? Şiirlerinizi dergilere gönderirken gözettiğiniz herhangi bir kıstas var mı?

BK: Çalışmalarımı yolladığım dergi sayısı azdır. Yıllardır, ortak bilinç, duyarlılık ve tutumda buluştuğum için şiirlerimi ve yazılarımı aynı dergiye yolluyorum. Dijital olarak yayımlanıyor. Arada çizgisiyle ortaklaştığım kimi toplumcu çizgideki dergilere ve niteliğini beğendiğimi birkaç farklı dergiye daha yolluyorum. Belirli bir çizgisi, tutumu olan dergilerin az sayıda olduğunu düşünüyorum. Dijital olanlar, fanzinler de dâhil olmak üzere çoğu dergide şiir, öykü, kitap, şair, yazar incelemeleri ağırlıklı yer alıyor. Bence en önemli sorun dergilerde kuramsal yazıların, eleştirinin ve tartışmanın olmayışı. Herkes tek tipmiş gibi. 12 Eylül yapmış yapacağını… Elbette istisnalar var ama az sayıda. Kimi köklü geçinen dergilerde yazan çizen bazı akademi çevreleri var; tamamen postmodernizme gömülmüşler. Heidegger ve devamı postmodernist düşünürler, kuramcılar tanrıları olmuş. Bir kısmı da Hegel, Kant, Spinoza üçgeninden çıkamıyor. Felsefi düzlemde diyalektik ve tarihsel materyalist bilimden/yöntemden öylesine uzaklar ki, onlara yabancı dil gibi geliyor.

MG: Son söz olarak neler eklemek istersiniz?

BK: Toplumcu gerçekçilik ya da devrimci gerçekçilik; liberaller, postmodernistler tarafından hep çarpıtıldığı için bu konu üzerine bir iki söz söyleyeceğim. Toplumcu gerçekçilik ya da devrimci gerçekçilik hayatı doğru bir konumlanma noktası üzerinden kavrayıştır. Bu kavrayış, içinde olduğumuz kuşatmayı kırabilme noktasında bize ışık yakar; köleliği sürdürüp sürdürmeme noktasında, hayatı değiştirip dönüştürme noktasında nesnel gücü ve olanağı gösterir. İdealden, şablonlardan, mutlak fikirlerden değil hayatın canlı çelişkilerinden beslenir. Somut soyut diyalektiğini fark eder. Hayatı dönüştürme bilinci ve cüreti praksistir. Bu da dünyada çoğunluğu oluşturan ücretli emeğin tarihsel özne olarak devrim olanağıdır. Bu sınıf bilincidir. Sanatta gerçekçilik, hayatın canlı, derinlikli, bütüncül bir kavrayışı ve yansıtması olduğu için ister istemez bu bilince taraftır. O yüzden gerçekçilik bir akım değil devrimci bir tutumdur. Politikada, felsefede, eğitimde, kültürde elbette sanatta edebiyatta ve şiirde; hayatın deviniminden gelen ancak böyle bir tutum ve irade örgütlenmesiyle kuşatmaya başkaldırabiliriz. Evet, sanat başkaldırır, devrimcidir; ama hangi sanat? Sadece gerçekçi sanat başkaldırır ve devrimcidir. Sadece gerçekçi şiir başkaldırır ve devrimcidir. Piyasanın, ödül sisteminin, dayatılanın dışındadır gerçekçi şiir ve tabii ki devrimci sanatın bütünü. Öyleyse egemen sanatın dışında aramalı onu. Çünkü modern kapitalizm çağında durum şudur; egemen piyasa her nesneyi, sanat eseri de dâhil olmak üzere fetişleştirir, markalaştırır; bir nevi ruh avcılığı yapar, ruhumuzu çalar ve biz hiçbir şey fark etmeden buna teslim olmuş oluruz. Tıpkı yanılsamalı bilinç olan burjuva ideolojisi gibi. Şiirin aranıp bulunmasını ve okunmasını diliyorum. Şiir hayatımızda olmalı, çünkü şiir varken biz onsuz ölmemeliyiz.

Özgeçmiş

1970’te Dersim’de doğdu.

Pertevniyal Lisesi ve İTÜ Kimya Mühendisliğini bitirdi.

Bay CH romanı, 2010 yılında Berfin yayıncılık tarafından yayımlandı. Romanında, tüketim kültürünü ve hedonist yabancılaşmayı iki antagonist karakter üzerinden hicvetti.

Şiirleri 2013 yılından bu yana çeşitli dergilerde yayımlanmaktadır. İlk şiir kitabı Akla Uygun Aşk Aralık 2015’te Totem yayınevi, ikinci şiir kitabı Işığa Çözülenler 2018’de Öteki yayınevi tarafından yayımlandı.

Çeşitli dergi, kitap eki, portal ve gazetelerde, roman eleştirileri/incelemeleri; gerçekçi edebiyat, Marksist Estetik, felsefe, toplumbilim, toplumsal cinsiyet, sinema, modernizm ve postmodernizm üzerine yazıları ve röportajları yayımlandı.

________________

  1. https://www.otekileringundemi.com/manset/yazar-berivan-kayaedebiyat-ve-siir-insanlasma-ve-ozgur-bir-dunya-olusturma-cabasinin-disinda-olamazlar-h32787.html