BDP İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Pelin Batu'ya röportaj verdi. Yemek, siyaset, aşk, kadın, edebiyat başta olmak üzere hemen hemen hayatın her alanında konu başlıklarının gündeme geldiği öğle yemeğinin faturası ise tam 132.50 TL. İşte Sırrı Süreya Önder'in 'Kürtler'in arasında ne işiniz var' sorusuna verdiği cevaptan Kamyoncu edebiyatına kadar uzanan geniş bir yelpazedeki o röportaj:

Pelin Batu / SOFRADA BAŞ BAŞA / Yayına hazırlayan: AYDİL DURGUN / Milliyet

Hayran olduğum insanlarla tanışmak istemem çünkü bu tür tanışmalar genellikle hüsranla sonuçlanır. Bayıldığınız bir yönetmenin sette kükreyen bir aslana dönüşmesi, kitaplarını hatmettiğiniz bir yazarın küçük hesapları ve ego problemleriyle karşılaşınca, “görmez/ bilmez olaydım, uzaktan sevmeye/ saymaya devam edeydim” dersiniz. Tahmin edeceğiniz gibi Sırrı öyle olmadı.

Yıllarca Esmer dergisinde sayfa arkadaşlığı yaptık, benim şiirlerimle onun yazıları yan yana yayımlandı. Ama hiç karşılaşmadık. Sonra bir gün sokakta tanıştık. Bana “İtalyanca biliyor musun?” diye sordu. “Hayır” dedim. Keşke yalan söyleseymişim. Fransızca kelimelerin sonuna i’leri, o’ları ekleyip filminde oynasaymışım. Milletvekili olunca bizim film hayalleri suya düştü tabii. Egoist serzenişim bir tarafa, politikaya girmesine çok sevindim. Onun gibi on kişi mecliste olsa, ülke bambaşka bir yer olurdu. Trajediyi, komediyle bu kadar güzel harmanlayan, acılarını bu kadar tatlı bir dille anlatabilen bir başka insan tanımıyorum. Mesela, ilk tanıştığımız günlerde ölüm orucuyla ilgili bir soru sormuştum. “İyi oldu, yıllarca bana bela olan ülserimden kurtuldum” diyebilmişti. Annesinin, “Elin solcuları için aç kalıyorsun, Allah için bir gün bile oruç tutmadın” sitemini de eklemişti.

Gittiğimiz yerlerde ne kadar sevildiğini görüyorum ama yine de buluşmadan önce interneti tarayayım dedim. Bir adam bu kadar mı sevilir kardeşim? Birisi durumu çok güzel özetlemiş onun için: “insanın insana inancını tazeleyen ender insanlardan biri”. Evde yemek mi veriyoruz, babam tutturuyor, “Sırrı’yı çağır”. Ormandaki eve mi göç ediyoruz, annem tutturuyor, “Sırrı’yı davet et”. Onun insanlığı ve hınzırlığı, renkli anekdotları, hayatımın önemli bir parçası oldu.

Şimdi sıra sizde. Soframıza hoş geldiniz, umarım konuşmalardan haz alırsınız.

Sırrı Süreyya Önder: Asma yaprağında kuru domates ezmeli ızgara hellim... En uzun yemek, kalabalık bir şeydir o. Benimki budur.

Pelin Batu: Ama o başlangıç.

Sırrı S.Ö.: Hayatımız hep başlangıçlardan ibaret.  Kendisi uzun, fiyatı kısa bu yemeğin. Milliyet’i de düşünüyorum ben. Derya’dan (Sazak) fırça yememek için ucuz yemeği söyledim.

Pelin B.: Bak bu da güzelmiş; kıtır pullu deniz levreği, sote edilmiş kuşkonmaz ve mantar ile...

Sırrı S.Ö.: Onun arasında çay ve ihtiyaç molası vermek lazım. Çok pahalı o, öldürür bizi Derya... Ben yemediklerimi de sipariş etsem, siz ödeseniz sonra gelip yesem olur mu? Derya’ya duyurmazsınız bunu değil mi?

Pelin B.: Ne içeceksin sen?

Sırrı S.Ö.: Biz görev başında içmiyoruz.

Pelin B.: Görev mi bu?

Sırrı S.Ö.: E tabii vekilin görev saati 24 saat...

Pelin B.: Babam (emekli büyükelçi İnal Batu) hiç böyle bir şey söylemezdi, öğlen yemeklerimizde şaraplarımızı içerdik. Ben şarap içeceğim galiba.

“BİZİM FİLM SUYA DÜŞTÜ DİYE ÇOK ÜZÜLDÜM”

Pelin B.: Senin milletvekili olmana çok sevindim. Bir taraftan da bizim film suya düştü diye çok üzüldüm. O Maraş filmini yapmayı düşünüyor musun bir daha?

Sırrı S.Ö.: Maraş’ı da düşünüyorum, bu arada 11’den sonra karartma uygulanan Ankara gecelerinde yeni senaryolar da yazdım. Bir de kitap yazıyorum. Okumam da böyle, yazmam da böyle biraz kırkambar; aynı anda birkaç şeyi yazıp okumak gibi iyi mi kötü mü bilmediğim bir huyum var.

Pelin B.: Bence zamanın ruhuna uyuyor bu. Etrafımda pek çok insan diyor ki “Köşe yazısını blok blok okuyamıyoruz, parça parça okuyoruz”. İnsanlar aynı anda üç-dört kitap birden okuyor...

Sırrı S.Ö.: Zamanın ruhu herhalde bu, perakende anlayışıyla alakalı bir şey. Hızlı tüketmek, draje halinde bilgiye ulaşmak... Bana da, Radikal’de yazmaya başladığımda “Millet uzun yazıyı okumuyor” dediler. Bu fikir ne kadar doğru, emin değilim. Bu şekil formatlanmış bir ön kabul ile yazı yazmaya da müsait değildim fakat sağ olsun o zaman Ali Topuz benim eksiklerimi toparlıyordu. Benim yazılarımı bölerek, ara başlıklar atarak o formata getiriyordu. Ama genel olarak bu tarz SMS dili, Twitter dili çok bana göre değil. Yaşlandıkça zamanın ruhunun biraz gerisine düşüyoruz.

Pelin B.: Ben de öyle hissediyorum. Hâlâ mektup yazmayı seviyorum mesela. İnsanlar artık mektup yazmıyor. Bana sadece fatura geliyor. Dünyanın dört bir tarafında arkadaşlarım var e-mail gönderiyorlar...

Sırrı S.Ö.: Kime yazacağını bilmiyorsun Pelin, bana bir mektup yazsaydın sana telli destanlı bir cevap verirdim. Kenarına kuş kondururdum. Eskiden öyle şeyler yapıyordum mektuplara. Peki sen şunu biliyor musun? Hazır mektuplar vardı, bunlar kitap halinde yayınlanırdı gençliğimizde. Hazır gurbetçi mektubu, hazır aşk mektubu...

Pelin B.: Bilmiyordum... E kadın çakmıyor muydu? Mesela çok içli bir mektup geldi; benim sevdiğim böyle bir şey yazamaz demiyor muydu?

Sırrı S.Ö.: O zaman herkes etkilenmeye çok hazırdı. Şimdi binlerce bariyeri var insanların bu tür ilişkilere başlarken.

Pelin B.: Sen en son ne zaman mektup yazdın?

Sırrı S.Ö.: Cezaevinde...

Pelin B.: Onlar da okunuyordu tabii... Bana gelen mektuplara bakıyorum hep “okunmuştur” damgalı.

Sırrı S.Ö.: Bütün gelen-giden mektuplar okunuyordu. Cuntanın ilk yıllarında sakıncalı bulunanlar gönderilmiyordu. Daha sonra nispi bir demokratikleşmeyi şöyle anladık; bazı şeylerin üstü çizilerek veriliyordu. Daksillenerek, kapatılarak, karalanarak... Kürtçe alfabeyle anlatabilme şansım olsaydı, bu konuda güncel bir sansür örneği verirdim. “Xweda mezine” diye bir Kürtçe kelime var “Allah büyüktür” diyor. X ve W ile başlıyor. Onları daksilleyince geriye “eda mezine” diye bir şey kalıyor. O da “şeytan büyüktür” anlamına geliyor.

Pelin B.: Ekim ayında ben senin o işkencecinle olan karşılaşmanı bayağı bir merak ederek okumuştum ama senin tarafından çok fazla dinleyemedik. Politikayı bir tarafa bırakırsak sen gerçekten ne hissettin, merak ediyorum.

Sırrı S.Ö.: Geleceğini ilk haber aldığımda bir sarsılmıştım. Çünkü cezaevi komutanlığından sonra onu gören hiç kimse yoktu.

Pelin B.: Nereye gitmiş?

Sırrı S.Ö.: İzmir ve Kıbrıs sanırım. Cezaevindeki arkadaşlarımız, bizler, emniyette kendisine işkence yapanlarla değişik yerlerde karşılaştığımız olmuştur. Fakat Milliyet gazetesinden Ahmet Kahraman’ın dışında kimse buna ulaşamamıştı. Kahraman’ın bir röportajı vardı o komutanın eşi ile. “Paşa geceleri uyuyamıyor” gibi bir şey söylemişti. Onunla görüşeceğimin haberini aldıktan sonra ilk etkisi o günlere dönmek oluyor. O günlere dönünce o günlerin çağrıştırdıklarına, öncesine-sonrasına, hayatını nasıl değiştirdiğine dönüyorsun. Bunların içerisinde dayanışma ve direnmenin dışında hiçbir hoş çağrışım yok. Zulme direnme, itiraz etme ve yan yana durarak bunu yapma çok kıymetli anılar. Ama muhatap kaldığınız davranışlar da mümkünse unutmak istediğimiz ayrıntılar. Fakat bu süreç kendimle de hesaplaşmayı tetikledi. İtiraf edeyim ki kendimle hesaplaşmayı hiç denememiştim. Zar zor hayatı oturtmuşum, kendi iç dengelerimi... Bunu bozarsam yeni bin denge tutturabilir miyim? Hatta buradan otobiyografik bir kitap fikri geldi. Zor işler önüme geldiği zaman yazı benim için hep sığınak.

Pelin B.: Terapi işlevi görüyor yani...

Sırrı S.Ö.: Sonra kendi hikâyelerimizi bunun içine katarsak bu komisyonun kıymetini azaltacağımızı düşündüm. Bir müddet sonra herkesin kendi hikâyesinin peşinden gittiği bir mecraya dönüşecekti. Dolayısıyla yüzleşmenin de tarihsel olması gerektiği gerçeği ile kendimi terbiye ettim.

“24 SAAT SEÇMEN MEMNUNİYETİ ESASTIR”

Pelin B.: Vekilliğe devam edecek misin?

Sırrı S.Ö.: Asla... Ben bir dönemlik dayanışma nöbeti gibi düşünüyorum bunu. Uzarsa mesleğe dönüşür, mesleğe dönüşen her şey de kötüdür.

Pelin B.:  Ben biliyorum senin kaç tane kitap projen var. Bir kere roman yazıyordun. Biyografik şeyler var, senaryolar var, filmler var...

Sırrı S.Ö.: Yarım kalmış işleri süratle toparlayacağım. Onun için işin parlamenterlik boyutunu bu dönemle sınırlı tutuyorum. Ama siyaset hayatımda hep yer almaya devam edecek.

Pelin B.: Şunu fark ediyorum, mübalağa ettiğimi düşünebilirsiniz ama herhalde cumhuriyet tarihi boyunca en sevilen milletvekili Sırrı Süreyya’dır diye tahmin ediyorum. Her kesimden, her alandan, politik görüşünüz aynı olmasa bile “ama o çok samimi bir adam” diyen biri çıkıyor. Herkes seviyor seni.

Sırrı S.Ö.: Sağ olsunlar. Herkes seviyor da ben Ankara’da niye bu kadar yalnızım?

Pelin B.: Ben de İstanbul’da çok yalnızım. Ne olacak halimiz? Yalnız kalpler buluşması... Peki aşk?

Sırrı S.Ö.: Ah minel aşk...

Pelin B.: Ben son zamanlarda şöyle bir şey yaşıyorum. Tanıştığım pek çok vaka narsist çıkıyor, benimle mi ilgili bir sorun bilmiyorum. Narsist çeken mi oldum, onu da bilmiyorum ama bu bir epidemi gibi gelmeye başladı. Etraftaki birçok insan kendine o kadar âşık ve egosit ki...

Sırrı S.Ö.: Pelin yeter senden bahsettiğimiz. Biraz da kendimden bahsedelim. Narsizm dedin de aklıma ben geldim!

Pelin B.: Sürekli kendime şunu hatırlatmak zorunda kalıyorum,: bir tane hayat yaşıyorum ve bu hayatı yaşamam lazım. Ama ben sürekli şunu yetiştireyim, buraya gideyim, şununla konuşayım durumunda olduğum için yaşıyor muyum, yaşamıyor muyum emin değilim. Senin de temponun çok farklı olduğunu düşünmüyorum.

Sırrı S.Ö.: Valla ben hayattan küçük ve sık firarlar yapıyorum. Hep yollarda yapıyorum, hep yolda geçtiği için hayatım ağırlıklı olarak. Bazen anayoldan sapıp örneğin Göynük’te “hele bir gece burada yatayım” diyorum. İstanbul’dan Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a gelirken bunu yapabiliyorum.

“BİR YALNIZ BİR YALNIZA BRE YALNIZ...”

Pelin B.: İyi tamam da Sırrı, afedersin magazinselleştirmek istemiyorum ama ben de mesela otellerde kalıyorum ama tek kalıyorum. Göynük’te güzel bir otelde kaldın... Eee?

Sırrı S.Ö.: Ahlaksız teklif, sen bir otel odasında yalnız kaldığında beni ara. Bir yalnız bir yalnıza, bre yalnız gel beraber kalabalıklaşalım demiş...

Pelin B.: En son bak, fotomuhabirimiz Ercan’la (Arslan) birlikte Şirince’ye gittik. O kadar güzeldi ki... Butik otelde kaldık, durum son derece romantik. Laura Ashley çiçekleri, lavantalar falan, manzara süper. Eee biz saat 10’a kadar filan çalıştık. Sonra döndük ayrı odalarımıza. Donuyoruz. Bende sıcak su bile akmıyordu, duş bile yapamadım. Eee, ne anladım çok güzel Şirince’de kalmaktan?

Sırrı S.Ö.: Sen benim seçmenim değil misin? Niye beni aramıyorsun? Vekilin 24 saat müşteri memnuniyeti esastır, seçmen memnuniyeti...

“EVİMİZ NUH’UN GEMİSİ GİBİYDİ HER MAHLUKTAN BİR ÇİFT BULUNURDU; ÇIYAN, YILAN, AKREP...”

Pelin B.: Yılbaşında hatırlıyorsan annem büyük bir iştahla sana mercimek köftesi verdi ve sen “Ben hayatım boyunca yedim” diye elinin tersiyle geri çevirdin.

Sırrı S.Ö.: Ben mümkünse kestaneli hindi dolmayı alayım.

Pelin B.: Evet, biraz gastronomiye gelelim istersen. Mercimekten istediğin nedir?

Sırrı S.Ö.: Annene anlattığım o şeyi anlatayım: Seçim döneminde Muğla’dan arkadaşlarım vardı. İstanbul’dan gidip oraya yerleşmiş bir grup aydın, sanatçı... Onlar sürekli beni Muğla’ya davet ediyorlardı ve görürsem çok seveceğimi hatta oradan ayrılamayacağımı belirtiyorlardı. Bir ev yapmışlar, hiçbir kimyasal yapı malzemesi kullanmadan, tümüyle toprak kerpiç, boya kullanılmamış, beton kullanılmamış... Evde elektrik yok, suyu kuyudan çekiyorlar, işliyorlar. İnternet yok, haşere ilacı kullanmıyorlar. Bahçedeki bitkilere hiçbir kimyasal kullanmıyorlar. Karbon ayak izlerini minimize edilecek en düşük noktaya çekmişler. Bu evi uzun uzun anlattılar ve benim bunu görünce bayılacağımı düşünüyorlar. Ben de dayanamadım, onlara dedim ki “Tarif ettiğiniz gibi evden canımı kurtarana kadar akla karayı seçtim. Benim bütün çocukluğum ve ilk gençliğim sizin bu tarif ettiğiniz koşullarda geçti. Evimiz Nuh’un Gemisi gibiydi. Her mahluktan bir çift bulunurdu. Yılan, akrep, çıyan, gelincik... Biz de bir-iki domates soğan yetiştirir, onlara hayvan gübresinden başka bir şey eklemezdik falan... “Fakat” dedim, “Siz ne zaman düzgün bir ev yapıp elektriğini, suyunu çekerseniz beni o zaman çağırın”.

Annen de yılbaşı gecesi soğanlı bir mercimek yapmıştı. Bu “taam”dır, fukara yiyeceğidir, çünkü protein içerir. Ete gücü yetmeyen mercimeğe yüklenir. Annen de bunun benim çok seveceğimi düşünmüştü. Fakat öbür tarafta kestaneli hindi dolması var. Ben saygısızlık etmeden kestaneli hindi dolmasını tercih edeceğimi söyledim. Mercimekle hiçbir husumetim yok. Bir de cezaevinde o kadar çok yedik ki... “Kara şimşek” denirdi. Şimdi kendisi sağolsun, benden uzak dursun bir miktar. Bir insanın tüm hayatı boyunca yemesi gereken mercimeğin ve bulgurun muhtemelen yüzlerce kat fazlasını bugüne kadar yemişim. Yeni tatlar denemek istiyorum.

“SUŞİ ZEHİRLENMESİ DE GEÇİRDİM, HERHALDE ABARTTIM YEME İŞİNİ”

Pelin B.: O zaman seninle bir suşi bara gitmemiz gerekiyor.

Sırrı S.Ö.: Şuşi bar... “Fukaranın aşı artmış, yemiş, kayıtsız yatmış” derler. Ben bir suşi zehirlenmesi de geçirdim. Herhalde abarttım yeme işini... Bir film festivalindeydik, orada bol miktarda suşi getirmişlerdi...

Pelin B.: Kadın üzerinde mi?

Sırrı S.Ö.: Yok daha medeni bir sunumu vardı.

“KAMYON ARKASI YAZILARININ KALDIRILMASINA ÇOK ÜZÜLÜYORUM”

Pelin B.: Ben kızarmaya başladım mı?

Sırrı S.Ö.: Niye, içince kızarıyor musun?

Pelin B.: Evet. Yanaklarım renk renk oluyor.

Sırrı S.Ö.: “Al al oluyor”. Eve görücü geldiğinde bir kadeh at, öyle çık. Elma yanaklı kızları pek severiz.

Pelin B.: Evde kaldım Sırrı. Hiç öyle bir durum yok. Kardeşimin çocuğu oldu, oh durumu kurtardım, eve torun geldi artık diye beklerken tam tersi oldu. “Şimdi sıra sende” diyorlar. Kızın nasıl bu arada, üniversitede mi?

Sırrı S.Ö.: Evet, bir yandan da yazıyor.

Pelin B.: Buraya gelmeden önce çok merak ettim Ekşi Sözlük’te seninle ilgili ne yazıyorlar diye. Bir adam bu kadar mı sevilir diyordum ki milletvekili olduğun andan itibaren Kürtlerin temsilcisi ama Türk” falan gibi şeyler var. O ana kadar “ne kadar samimi, onun bir şeyi olmak istiyorum”... Öve öve bitiremiyorlar. Tabii politikacı olunca çok kolay olmuyor. “Ya, siz çok iyi birisiniz ama ne işiniz var o partide?” diyorlar.

Sırrı S.Ö.: Kürtlerle birlikte siyaset yapınca bu böyle. Çünkü hayatın birçok alanındaki ayrımcılığın biraz dışa vurulmuş hali o. Benim en sık karşılaştığım sözlerden birisi hâlâ: “Ya, siz çok iyi birisiniz ama ne işiniz var o partide?” ya da “Ne işiniz var Kürtlerin yanında?”

Pelin B.: Milliyet’te yazmaya başladım ya, öncesinde de az çok biliyordum genel durumu.

Hep şöyle şeyler geliyor bana mesela: “İyi güzel de bu Kürtlerin avukatlığını niye yapıyorsunuz?” Bunu en tahmin edemeyeceğin kadar entelektüel, dünya görüşü açık kişiler söylüyor.

Sırrı S.Ö.: Kemalist davranış bozukluğu. Üstelik bundan Atatürk’ün kendisi sorumlu değil.

Pelin B.: Değil zaten. Geçenlerde babamla konuşuyorduk, sen de vardın galiba... Etrafta yazılan-çizilen pek çok şey Atatürk’e ait değil.

Sırrı S.Ö.: Ben bununla ilgili bir yazı yazmıştım, Ulus Baker’den bir alıntıydı. Polatlı Topçu Kışlası’nın girişinde varmış, sonradan değiştirilmiş: “Ben böyle bir topçu görmedim” M.K. Atatürk... Dahası da var... Saatçiler Odası’nın girişinde; “İsmet saat kaç?” M.K. Atatürk... Nedir bu diye merak ettim, meğer rahmetli ölmeden önce rivayet olunuyor ki İsmet İnönü’ye son söz olarak saati sormuş. Her meslek grubu Atatürk’ün kendisi için söylediği bir laf bulma telaşına 12 Eylül ile birlikte başladı. Şoförler için ne söylediğini biliyor musun? “Türk şoförü en asil duygunun insanıdır” Uyduran da biraz tamponundan uydurmuş. Bunu Selahattin Duman bir yazısında paçavraya çevirmişti. Bu lafın edildiği gün, bütün Türkiye’de 400 civarında araç olduğunu yazmıştı...

Pelin B.: Bu arada senin de kamyon hikâyelerini gayet iyi bildiğim için bir şey söylemem gerek. En çok üzüldüğüm şeylerden bir tanesi bu Avrupa Birliği uyum yasalarıyla kamyon arkası yazıları kaldırıldı. Çok güzel bir edebiyattı.

Sırrı S.Ö.: Pedofilik şeyler vardı orada. Hep yolda olduğum için en yaygın yazıları biliyorum: “Liselim” Ben bakıyorum adamın belinin kılı ağarmış halen tamponuna “Liselim” yazdırmış. Buradaki bel, röportaj terbiyesi olarak söylenmiştir, aslında neresinin kılı ağardığını anlamışsındır. Niye liselim? Yani bu sübyancılık gibi bir şey. Aklında kalanlar var mı kamyon arkası yazılardan?

Pelin B.: Entelektüel kamyon arkası yazıları aklımda kalanlar: “Tek rakibim Kant” ya da “Yapı bozum yapma beni bozarım seni”

Sırrı S.Ö.: “Kamyon çeker 10-20 ton, gönlün çeker Paris Hilton” benim favorilerimden. Fakat çok hüzünlü bir tane var “Neskafe bile ikisi bir arada, ben halen yalnızım”. Bir de “Bir sana hasretim, bir de sabah uykusuna” var. Bununla sabaha karşı karşılaştığımda....

Pelin B.: İçin gidiyor değil mi?

Sırrı S.Ö.: Yoo, romantize etmeyelim. Bu sabah uykusundan muzdarip, biraz temkinli davranalım, takip mesafesini ayarlayalım diye düşünüyorum. Kamyoncu fanzini gibi bu yazılar. 

“ÜÇ ÇOCUK YAPANLAR AYRICALIKLI KONUMA GELİRSE SIKINTI OLUR”

Pelin B.: Bugün belki de ordu yapmıyor bunu ama sivil darbeye yakın bir şey yaşamıyor muyuz? Yok üç çocuk yapacaksın, yok şunu içmeyeceksiniz...

Sırrı S.Ö.: Birisi kalkıp üç çocuk yapmalısınız diyebilir. Bu onun kendi düşüncesi olarak kalmaya devam ettiği müddetçe sorun yok. Ama eğer üç çocuk yapanlar, iki çocuk yapanlardan daha ayrıcalıklı bir konuma gelirlerse sıkıntı...

Pelin B.: Daha dün okudum kürtaj yapmak isteyen bir kadın devlet hastanesine gidiyor ve gerçekten de korku filmi gibi bir şey yaşıyor. Ve bu münferit bir olay değil. “Sen misin kürtaj olan, gör bak gününü” tarzında bir muamele görüyorlar. Dolayısıyla bire bir belki yasa olmamakla birlikte bu kraldan çok kralcı zihniyet ve yalakalık yapacak yandaş zihniyet daha büyük tehlike.

Sırrı S.Ö.: İktidarın, hayatı düzenleme anlamına gelebilecek yaklaşımlarda bir muhafazakârlaştırma baskısı var. Fakat daima ayırt edici olan zor kullanma olgusudur yani bunu yapmadığın zaman sana uygulanacak yaptırımlar... Neokemalist olarak adlandırıyorum bu dönemi.

Pelin B.: Çok da ironik...

Sırrı S.Ö.: Çünkü Kemalistler de öyleydi, anlamadıkları her konuda toplum mühendisliğine soyunuyorlardı. Bu hükümetin de hayatın birçok alanında yaptığı bu tarz mühendislikler var. Onun için dönemin otoritesinin sivil ya da resmi olması bir şey değiştirmiyor.